I. Giriş

Bu yazımızın konusunu; Anayasa Mahkemesi’nin, istinaf başvurusunun süre aşımı nedeniyle reddedilmesi üzerine, mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği iddiasını değerlendiren, 14.09.2022 tarihli ve 2019/12803 başvuru numaralı İhsan Yücel ve Necmiye Anaç kararı oluşturmaktadır.

Başvurucuların icra mahkemesinde açtığı dava, tarafların katıldığı duruşmada kısa kararla reddedilmiştir. Kısa kararda; hazır bulunanlar yönünden tefhim, yokluklarında karar verilenler yönünden tebliğ tarihinden itibaren 10 gün içinde istinaf yolunun açık olduğu, kararın ayrıntılarının gerekçeli kararda gösterileceğine yer verilmiştir.

Başvurucular; gerekçeli karar tebliğ edildikten itibaren 10 gün içinde istinaf yoluna başvurmuş olup bölge adliye mahkemesi, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu m.363 uyarınca sürenin kısa kararın duruşmaya katılan başvurucu vekillerinin yüzüne karşı verildiği tarihten itibaren başladığını belirtmiştir. Tefhimden itibaren 10 gün sürede başvurulmadığını ve bu süre içerisinde süre tutum dilekçesinin de verilmediğini belirten Mahkeme, istinaf başvurusunun süresinde olmadığına karar vermiştir.

Başvurucular; tefhimle istinafa başvurma süresinin başlayabilmesi için hükme ilişkin tüm unsurların kısa kararda açıklanmış olması gerektiğini, ancak başvuruya konu olayda kısa kararın gerekçe içermediğini belirtmiştir. Gerekçeli kararın tebliğ edilmesi ile birlikte karara vakıf olduklarını belirten başvurucular; kısa kararın tefhimi ile birlikte sürenin başlamasının, mahkemeye erişim hakkını ihlal ettiği iddiasıyla bireysel başvuruda bulunmuştur.

II. Anayasa Mahkemesi’nin Değerlendirmesi

AYM; hukuki güvenlik ve istikrarın sağlanması bakımından dava açma hakkının belirli bir süre ile sınırlandırılmasını, tek başına mahkemeye erişim hakkının ihlali olarak değerlendirmemektedir. Ancak öngörülen süre makul olmalı, haktan yararlanılmayı imkansız kılacak veya aşırı derecede zorlaştıracak derecede kısa olmamalıdır. Dava açma süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken; dava ile elde edilecek hakkın niteliğine, davanın konusuna ve kişinin dava hakkının doğduğunu öğrenme imkanına sahip olup olmadığı gibi hususlara bakılmalıdır. Öngörülen sürenin dava açmak için gerekli araştırma ve hazırlıkların yapılmasına, gerekiyorsa hukuki ve teknik yardım alınmasına yetecek ve hakkın önemi ile orantılı bir uzunlukta olması gerekmektedir[1].

Dava açma süresinin işlemeye başladığı an mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahalenin ölçülülüğü açısından büyük önem taşımaktadır. AYM; dava açma süresinin hangi tarihten itibaren başlatılması gerektiği ile ilgili olarak derece mahkemelerinin yorumlarının mahkemeye erişim hakkına etkisini somut olayın koşulları ışığında incelemektir. Bu itibarla; derece mahkemelerinin kanun yoluna başvuru süresinin başlangıcına esas aldıkları tarihi belirlerken kullandıkları kriterler, somut olay yönünden bu kriterlerin kabul edilebilirliğine ve uygulanabilirliğine dair yorum ve değerlendirmeleri mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahalenin ölçülülüğü için büyük önem taşımaktadır.

Öte yandan; mahkemelerin sürenin varlık sebebini anlamsız kılma pahasına, yorum kurallarının sınırlarını zorlayarak, Kanunda öngörülen dava açma süresini bertaraf etmesi, “hukuki güvenlik ve istikrar” ilkesinin zedelenmesine neden olabilir. Bu nedenle, süreye ilişkin kanun hükümlerinin yorumunda “hukuki güvenlik ve istikrar” ilkesi ile mahkemeye erişim hakkı arasındaki hassas denge gözetilmelidir[2].

AYM; Yargıtay içtihatlarında belirtildiği üzere 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu m.297’de sayılan unsurları taşımayan hükmün geçerli olarak tefhim edilmiş bir hüküm olarak sayılmadığını, dolayısıyla gerekçeli karar tebliğ edilmeden kanun yoluna başvurma süresi başlamadığını Mehmet Hanifi Şelem[3] kararında tespit etmiştir.

AYM, Vesim Parlak[4] başvurusunda Yargıtay içtihadında da tespit edilen konuya dikkat çekmiştir. Başvuruya konu olayda iş mahkemesi kısa kararını tarafların da bulunduğu ilk duruşmada tefhim etmiş, fakat karar gerekçesini bildirmemiştir. Başvurucu, süre tutum dilekçesiyle temyiz talebinde bulunmuştur. Ancak gerekçeli karar tebliğ edilmeden Yargıtay, iş mahkemesi kararını onamıştır. Gerekçeli kararın başvurucuya tebliğ edilmeden onanması nedeniyle adil/dürüst yargılanma hakkının ihlal edildiğinin ileri sürüldüğü bireysel başvuruda AYM özetle, kanun yoluna başvurma süresi tefhim tarihinden itibaren başlatılacaksa taraflara tefhim edilen kararın hüküm kısmına dayanak oluşturacak hukuki bir gerekçenin kısa ve özet de olsa bulunmasının zorunlu olduğunu vurgulamıştır. Bu durumun tarafların kanun yoluna etkili başvuru yapmasında en önemli faktör olduğu da kararda belirtmiştir.

Başvuruya konu olayda ise, istinaf başvuru süresinin kanun hükmüne göre tefhim veya tebliğden itibaren 10 gün olduğuna ilişkin duraksama bulunmamaktadır. Duraksama, sürenin hangi durumda tefhimden ve hangi durumda tebliğden başlatılacağı hususundan kaynaklanmaktadır. AYM; Nihal Uslukol kararında da belirttiği üzere gerek ilgili Kanun hükmü ve gerekse buna ilişkin Yargıtay içtihadına göre, gerekçesi açıklanmamış bir hüküm tefhim edilmiş bir hüküm sayılmamakta ve dolayısıyla gerekçeli karar tebliğ ya da tefhim edilmeden kanun yoluna başvurma süresi başlamamaktadır. Nitekim başvuruya konu kararlarda da, icra mahkemelerinin gerekçeli kararı tefhimle açıklanmadığı için, başvurucular tarafından hükmün tebliğinden itibaren 10 gün içinde kanun yoluna başvurulmuştur.

Bu tespitler ışığında başvuruya konu olayı değerlendiren AYM; başvurucuların kısa kararla birlikte kararın gerekçesini öğrenemediğini, dolayısıyla karar gerekçesini bilmeyen başvuruculardan kısa kararın tefhiminden itibaren istinaf kanun yoluna başvurmalarını beklemenin başvuruculara ağır bir külfet yüklediğini belirtmektedir.

Kanun yolu süresinin; karar gerekçesi açıklanmadan tefhim tarihinden itibaren başlatmasına ilişkin yorumlarının öngörülemez nitelikte olduğu, başvurucuların katlanmak zorunda kaldığı külfetin hedeflenen meşru amaçla orantısız olduğu, dolayısıyla müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Tüm bu gerekçelerle AYM, Anayasa m.36’da güvence altına alınan adil/dürüst yargılanma hakkı kapsamına giren mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

III. Değerlendirmemiz

HMK m. 345/1’e göre, istinaf yoluna başvuru süresi iki haftadır. Bu süre, ilamın usulen taraflardan her birine tebliğiyle işlemeye başlar. İstinaf yoluna başvuru süresine ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.

Özel kanun hükümlerine bakıldığında ise; 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu m.8/2’ye göre başvuru süresi kararın tefhim veya tebliğ tarihinden itibaren sekiz gün, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu m.363/1’e göreyse kararın tefhim veya tebliğ tarihinden itibaren 10 gün olarak düzenlenmiştir.

HMK m.294; “(3) Hükmün tefhimi, her halde hüküm sonucunun duruşma tutanağına geçirilerek okunması suretiyle olur. (4) Zorunlu nedenlerle sadece hüküm sonucunun tefhim edildiği hallerde, gerekçeli kararın tefhim tarihinden başlayarak bir ay içinde yazılması gerekir.” düzenlemesiyle, kısa kararın ancak zorunlu nedenlerin varlığı halinde tefhim edilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir.

Kanun hükümleri incelendiğinde; asıl olanın gerekçenin hükümde yer alması gerekliliği olduğu, ancak zorunlu nedenlerin varlığı halinde hüküm sonucunun tefhim edilebileceği düzenlenmektedir. Uygulamaya bakıldığında ise, zorunlu nedenlerin koşulları oluşmasa dahi kısa kararın duruşmaya katılan taraflara tefhim edildiği ve bu nedenle kanun yoluna başvurularda, sürenin ne zaman başlayacağı hakkında tereddüt oluştuğu görülmektedir. Kararın gerekçesi henüz tebliğ edilmemesine rağmen kısa kararın tefhim tarihinin kanun yoluna başvuruda başlangıç olarak kabul edilmesiyle süreyi kaçıracağından tereddüt eden taraflar, “süre tutum dilekçesi” adı verilen yöntemle kanun yoluna başvurmaktadır. “Süre tutum dilekçesi” temyiz sebeplerinin, temyiz dilekçesinin verilecek başka bir dilekçeyle bildirilmesini öngören mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu m.435/2’de düzenlenmiş olup, bu hüküm 2494 sayılı Kanunla ortadan kaldırılmıştır.

Yeni kanunun[5] yürürlüğe girmesi ile birlikte görüleceği üzere, süre tutum olarak adlandırılan yöntem kanunda yer almamaktadır[6]. Ancak yukarıda bahsedildiği üzere, düzenleme olmamasına rağmen taraflar uygulamadan kaynaklanan bir tereddüt yaşamaktadır. Nitekim uygulamaya bakıldığında UYAP (Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi) üzerinden hukuk mahkemelerine sunulacak evraklarda, “süre tutum dilekçesi (istinaf)” ve “süre tutum dilekçesi (temyiz)” başlıkları görülmektedir.

Anayasa Mahkemesi’nin değerlendirdiği ve yazımıza konu olayda uyuşmazlık konusu, kanun yolu süresinin tefhim veya tebliğ ile düzenlendiği durumlarda, sürenin ne zaman başlayacağına ilişkindir. Uygulamada tereddüt yaratan bu durumun tespiti için Yargıtay ve AYM önüne gelen uyuşmazlıklarda, mahkemelerin tespitlerine yer verilmesinde fayda vardır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 25.11.2020 tarihli ve 2019/405 E., 2020/949 K. sayılı kararında; “Ancak ilk derece mahkemelerinin tefhim edilen kısa kararında 6100 sayılı Kanun’un 321. maddesi anlamında gerekçe bulunmamasına rağmen kanun yoluna başvurma süresini kaçırmak istemeyen taraflar, gerekçeli kararın açıklanmasını beklemeden kanun yoluna başvurma iradesini ortaya koyan dilekçeler sunmakta olup anılan dilekçeler uygulamada “süre tutum dilekçesi” olarak adlandırılmaktadır. Bu durumda süre tutum dilekçesi vermenin temyiz süresine etkisi olup olmadığı incelenmelidir.(..) Anılan yasal düzenlemelerden anlaşılacağı üzere; süre tutum dilekçesi verilmesinin istinaf başvurusu yapma süresine etki edeceği, süreyi durduracağı veya muhafaza edeceğiyle ilgili 5521 sayılı Kanun’da, 6100 sayılı HMK’da (ve 1086 sayılı HUMK'da) bir hüküm bulunmamaktadır.

Bir dilekçe ile kanuni sürenin tutulması veya korunması söz konusu olamaz. Böyle bir durumda iki ihtimal mevcuttur; ya süre henüz başlamamıştır, o zaman zaten işleyen bir süre olmadığından, o sürenin tutulması veya muhafazası için bir işleme zorlamaya gerek yoktur ya da süre işlemeye başlamıştır, o zaman da zaten bir şekilde sürenin tutulması veya muhafazası bir ön dilekçe verilerek sağlanamaz süresinde işlem yapılmalıdır, aksi halde hak düşer (Özekes Muhammet, Hukuk Yargılamasında Süre Tutum Müessesesi Yoktur, Prof. Dr. Saim Üstündağ’a Armağan, Ankara 2009, s.381-396, s.390). Uygulamada yapıldığı üzere, kısa karara karşı süre tutum dilekçesi adı altında içeriği olmayan bir dilekçe verip ardından ayrıntılı bir dilekçe vermek ise kanuni temeli ve düzenlemesi olmayan, ayrıca hukuka da açıkça aykırı bir durumdur (Pekcanıtez, s.2220).

Hukuk Genel Kurulu’nun 01.10.2003 tarihli, 2003/13-581 E., 2003/527 K., sayılı kararında da "Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 435/2. maddesindeki, temyiz sebeplerinin, temyiz dilekçesinin verilmesinden itibaren bir hafta içerisinde verilecek başka bir dilekçeyle bildirilmesine olanak tanıyan hüküm, 2494 sayılı Yasa ile ortadan kaldırılmıştır. Böylece, uygulamada 'müddeti muhafaza' olarak adlandırılmış olan müessese de ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla, hukuk yargılamasında, süre tutum müessesesi mevcut değildir” şeklindeki tespit ve değerlendirmelerde bulunularak süre tutum müessesinin yer almadığına vurgu yapılmıştır.

İstinaf yoluna başvuru için süre tutum dilekçesi verilmesi, süre tutum dilekçesini veren açısından istinaf nedenlerini belirtir dilekçesini verebilmesi için sekiz günlük istinaf yolu süresi sonrasına süre tanındığı anlamına gelmeyeceği gibi, gerekçeli kararın tebliğinden itibaren sekiz günlük süre sonrasının "makul süre" olarak değerlendirilerek her duruma göre değişen, belirsiz bir kavramın kabulü ile tarafların yargılama sürecini öngörebilme haklarının ellerinden alınması da kabul edilebilir değildir. Bu durum yukarıda tarif edilen hukuki belirlilik ve hukuki güvenlik ilkelerine de aykırıdır.” tespitlerine yer verilmiştir. Görüldüğü üzere Yargıtay Hukuk Genel Kurulu verdiği kararlarla süre tutum müessesinin mevcut olmadığını, ayrıca karar tefhim edilse dahi sürenin gerekçeli kararın tefhim veya tebliğ edilmesiyle başlayacağını açıkça belirtmiştir.

AYM 2016/73086 başvuru numaralı Nihal Uslukol kararında; “…dava açma sürelerini düzenleyen son derece karışık ve dağınık olan mevzuatın aşırı şekilci (katı) yorumunun mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini belirtmiştir. Özellikle derece mahkemesi kararında gösterilen başvuru mercii ve süresine ilişkin bilgiye güvenilerek ve buna uygun şekilde yapılan kanun yolu başvurularının süre aşımından reddedilmesinin başvurucular üzerinde öngörülemez ağır bir yüke sebep olduğu, başvurucuların katlanmak zorunda kaldığı külfetin hedeflenen meşru amaçlarla orantısız olduğu, dolayısıyla müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna ulaşılmıştır”.

AYM 2014/6673 başvuru numaralı Yaşar Çoban kararında; “Dava açma süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken dava ile elde edilecek hakkın niteliği, davanın konusu ve kişinin dava hakkının doğduğunu öğrenme imkanına sahip olup olmadığı gibi hususlar gözönünde bulundurulmalıdır. Öngörülen sürenin; dava açmak için gerekli araştırma ve hazırlıkların yapılmasına, gerekiyorsa hukuki ve teknik yardım alınmasına yetecek ve hakkın önemiyle orantılı bir uzunlukta olmaması durumunda ölçüsüz olduğu söylenebilir. Dava açma süresinin işlemeye başladığı an da mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahalenin ölçülülüğü bağlamında büyük önem taşımaktadır. Bu kapsamda dava açma süresinin, hak sahibinin henüz dava hakkının doğduğundan haberdar olmadığı ve somut koşullar çerçevesinde haberdar olduğunun kabulünü haklı kılan nedenlerin bulunmadığı bir dönemde işlemeye başlaması dava hakkının varlığını anlamsız kılabileceğinden ölçülülük ilkesini zedeleyebilir.

Öte yandan mahkemeler, dava açma süresi öngören kanun hükümlerini yorumlarken sınırlamanın istisna olduğu ilkesini gözeterek aşırı şekilcilikten kaçınmalı ve yorum kurallarının imkan verdiği ölçüde davayı ayakta tutma yolunda bir yaklaşım benimsemelidir. Bununla birlikte mahkemelerin sürenin varlık sebebini anlamsız kılma pahasına yorum kurallarının sınırlarını zorlayarak kanunda öngörülen dava açma süresini bertaraf etmesi hukuki güvenlik ve istikrar ilkesinin zedelenmesine neden olabilir. Bu nedenle süreye ilişkin kanun hükümlerinin yorumunda hukuki güvenlik ve istikrar ilkesi ile mahkemeye erişim hakkı arasındaki hassas denge gözetilmelidir.” tespitlerine yer vermiştir.

AYM 2018/24557 başvuru numaralı Mehmet Hanifi Şelem kararında; “kısa kararda istinaf süresinin başlangıcına ilişkin olarak "hem tefhim hem de tebliğ" ibaresinin yer alması sürenin başlangıcıyla ilgili yanılgıya neden olmuştur. Bununla birlikte başvurucunun kısa kararla birlikte kararın gerekçesini öğrenemediği, gerekçeli kararın da başvurucuya tebliğ edilmediği anlaşılmıştır. Dolayısıyla karar gerekçesini bilmeyen başvurucudan kısa kararın tefhiminden itibaren istinaf kanun yoluna başvurmasını beklemenin başvurucuya ağır bir külfet yüklediği anlaşılmıştır. Bu durumda kanun yolu mercilerinin somut olayın koşullarında istinaf süresini, ilk derece mahkemesi tarafından karar gerekçesi açıklanmadan tefhim tarihinden itibaren başlatmasına ilişkin yorumlarının öngörülemez nitelikte olduğu, başvurucunun katlanmak zorunda kaldığı külfetin hedeflenen meşru amaçla orantısız olduğu, dolayısıyla müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.” gerekçesine yer vererek adil/dürüst yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

AYM 2012/1034 başvuru numaralı Vesim Parlak kararında; “Kararların gerekçeli olması, davanın taraflarının mahkeme kararının dayanağını öğrenerek mahkemelere ve genel olarak yargıya güven duymalarını sağladığı gibi, tarafların kanun yoluna etkili başvuru yapmalarını mümkün hale getiren en önemli faktörlerdendir. Gerekçesi bilinmeyen bir karara karşı gidilecek kanun yolunun etkin kullanılması mümkün olmayacağı gibi bahsedilen kanun yolunda yapılacak incelemenin de etkin olması beklenemez.” tespitinde bulunarak tefhim edilen kısa kararın gerekçesinin öğrenilmesi itibariyle sürenin başlaması gerektiğine dikkat çekmiştir.

AYM 19.04.2018 tarihli ve 2017/29989 başvuru numaralı kararında; İstinaf yoluna başvuru için süre tutum dilekçesi verilmesi, süre tutum dilekçesini veren açısından istinaf nedenlerini belirtir dilekçesini verebilmesi için sekiz günlük istinaf yolu süresi sonrasına süre tanındığı anlamına gelmeyeceği gibi, gerekçeli kararın tebliğinden itibaren sekiz günlük süre sonrasının "makul süre" olarak değerlendirilerek her duruma göre değişen, belirsiz bir kavramın kabulü ile tarafların yargılama sürecini öngörebilme haklarının ellerinden alınması da kabul edilebilir değildir. Bu durum yukarıda tarif edilen hukuki belirlilik ve hukuki güvenlik ilkelerine de aykırıdır.” açıklamalarına yer vererek, makul süreyi belirlemiş ve bunun aksinin “hukuki belirlilik” ve “hukuki güvenlik” ilkelerine aykırılığı sözkonusu hale getireceğini belirlemiştir.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi 16.12.1992 tarihli ve 12945/87 başvuru numaralı Hadjianatassiou/Yunanistan başvurusunda; bir ceza davasında beş günlük kısa temyiz süresi nedeniyle gerekçeli karar kendisine tebliğ edilmeden temyiz başvurusu yapmak zorunda kalan başvurucu ile ilgili olarak yaptığı incelemede; sözleşmeci devletlerin yargı sistemlerinin 6. maddeye uygunluğunu sağlamak konusunda bir tercih özgürlüğüne sahip olduklarını, bunun yanında ulusal mahkemelerin kararlarını hangi gerekçelere dayandırdıkları konusunda yeterli açıklığı sağlamalarının zorunlu olduğunu, kişilerin sahip olduğu temyiz hakkını etkili bir biçimde kullanabilmesinin diğer unsurlar yanında bu koşula bağlı olduğunu, kendisinin görevinin de bu kapsamda devletlerin tercih ettiği yöntemlerin 6. madde ile uyumlu sonuçlar doğurup doğurmadığını incelemek olduğunu ifade ederek, başvuruda adil/dürüst yargılanma hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır.

Yukarıda izah edilen sebeplerle ve mahkeme kararları doğrultusunda kanun uyarınca süre tutum dilekçesinin herhangi bir hukuki dayanağı olmamasına rağmen; mahkemeler tarafından verilen kısa kararın tefhim edilmesi üzerine taraflar kanun yoluna başvuru süresini kaçırma endişesiyle, önce süre tutum dilekçesi vermekte ve gerekçeli kararın tebliğ edilmesiyle kanun yoluna ayrıntılı dilekçeyle başvurmaktadır. Aslolan, mahkeme kararlarının gerekçeli olarak tefhimi ve tebliğidir. Yargıtay’ın da kararlarında açıkça belirttiği üzere tefhimle kısa karar verilmiş olsa da kanun yoluna başvuru süresi gerekçeli kararın tebliği ile başlamalıdır. Ancak tefhim veya tebliğle sürenin başlayacağını öngören özel kanun hükümleri uyarınca, mahkemeler tarafından süre tutum dilekçesi verilmediği hallerde kısa kararın tefhimi ile birlikte kanun yoluna başvuru süresi başlatılmaktadır. Bu durum, hem tarafların ve hem de mahkemenin iş yükünü artırmaktadır. Anayasa m.141’de yer alan;“(3) Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır. (4) Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir.” hükümleri uyarınca, kararların gerekçeli olmasını güvence altına alan adil/dürüst yargılanma hakkı ve hukuki dinlenilme hakkına da gerekçesizlik hali aykırılık oluşturmaktadır.

Özel kanunlarda düzenlenen tefhim tarihinden itibaren sürenin başlayacağını öngören hükümde geçen tefhimden anlaşılması gereken, gerekçeli ve tam olarak kararın açıklanmasıdır. Mahkeme hükmü, gerekçesi ve tüm unsurları ile birlikte tam olarak açıklamışsa süre tefhimle başlayabilecektir. Ancak eğer tefhimle birlikte açıklanan hüküm gerekçe içermeyen kısa karar niteliğinde ise, süre gerekçeli kararın tebliğiyle başlamalıdır[7]. Nitekim kanun yolu bir denetim yolu olup, gerekçe bilinmeden başvurulan kanun yolunun işlevsiz olacağı ve adil/dürüst yargılanma hakkına aykırı olacağı izahtan varestedir[8].

Sonuç olarak; AYM’nin değerlendirmesine ilave olarak uygulamada süre tutum dilekçesi adı verilen yöntemin yalnızca yargılamada iş yükünü arttırdığı, taraflara sürenin başlangıç tarihi konusunda tereddüt yarattığı ve bu nedenle “hukuki güvenlik ve istikrar” ilkelerine zarar verdiğini tekrar belirtmek isteriz. Kanun yollarına başvuru için belirli sürelerin öngörülmesi dava açmayı imkansız kılacak ölçüde kısa olmadıkça “hukuki belirlilik” ilkesinin bir gereğidir ve mahkemeye erişim hakkına aykırılık oluşturmamaktadır. Ne var ki, öngörülen süre koşulunun açıkça hukuka aykırı yorumlanması nedeniyle kişilerin kanun yoluna başvuru hakkını kullanamaması mahkemeye erişim hakkının ihlaline sebep olacaktır[9]. Kanun hükmü ne kadar açık olsa da uygulamada da birlik oluşturulmalıdır. Yargılama kurallarının, hukuki güvenliğin sağlanması ve yargılamanın düzgün bir şekilde yürütülmesi sonucunda ancak adalet tecelli edecek ve mahkemeye erişim hakkı korunmuş olacaktır[10].

Yeri gelmişken; ceza davalarında istinaf ve temyiz süreleri Ceza Muhakemesi Kanunu m.273 ve m.291 uyarınca sırasıyla 7 ve 15 gündür. Bu süreler; hükmün açıklanması yüze karşı (tefhim) ise açıklandığı tarihten itibaren, yoklukta yapılmışsa, hükmün tebliği tarihi itibariyle başlamaktadır. İşbu hüküm nedeniyle, kararın gerekçesi bilinmemesine rağmen süreyi kaçırmayı istemeyen kişi, kanun yoluna başvuracağını süresi içerisinde bildirmelidir. Kişinin kendisi hakkında verilen hükmün henüz gerekçesini bilmeden o hükmü kanun yolu denetiminden geçirmek istemesi, hem kişinin hak arama hürriyetine ve hem de Anayasa m.141’de güvence altına alınan gerekçeli karar hakkına aykırılığı gündeme getireceği gibi, yargılamada iş yükünü de artırmaktadır. Kanaatimizce; ceza davalarında da kanun yoluna başvuru süreleri, kişinin mahkemeye erişim hakkını ve hak arama hürriyetini güvenceye alacak şekilde, gerekçeli karar tarihi itibariyle başlamalıdır.

Anayasa Mahkemesi’nin 28.01.2020 tarihli ve 2017/29474 başvuru numaralı İbrahim Kaya kararında;Somut olayda, başvurucuya gerekçeli karar tebliğ edilip başvurucunun ayrıntılı istinaf sebeplerini ileri sürmesi beklenmeden dosyanın Bölge Adliye Mahkemesine gönderildiği ve bu sebeple başvurucunun kanun yoluna başvurma nedenlerini sunamadığı anlaşılmaktadır. Kanun yoluna başvuru süresi tefhimle başlayan başvurucunun gerekçesini bilmediği bir hükme karşı istinaf kanun yoluna başvuru hakkını gereği gibi kullandığı söylenemez. Başvurucunun beraat etmesini veya cezasının azaltılmasını sağlayabilecek argümanları ileri sürebilmesi için hangi gerekçe ile cezalandırıldığını bilmesi gerekir. Dolayısıyla; yargılamanın esaslı belgelerinden olan ve cezalandırmanın olgusal ve hukuksal temelini oluşturan gerekçeli kararın başvurucuya tebliğ edilmemesi, başvurucunun savunma için gerekli zaman ve kolaylıklara sahip olma hakkının ihlal edilmesi sonucunu doğurmuştur.” tespitlerine yer verilerek, gerekçeli kararın başvurucuya tebliğ edilmemesi, başvurucunun savunma için gerekli zaman ve kolaylıklara sahip olma hakkının ihlali olarak değerlendirilmiştir.

Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.2017 tarihli ve 2014/15969 başvuru numaralı Ayşe Eşlik kararında; Başvuruya konu davada, başvurucunun Mahkeme tarafından 30/6/2014 tarihli celsede gerekçesi açıklanmadan tefhim edilen kısa karar üzerine yedi günlük itiraz süresi içinde verdiği dilekçeyle yaptığı itiraz başvurusunda gerekçeli karar tebliğ edilmeden dosyanın İstanbul Anadolu 6. Ağır Ceza Mahkemesine gönderildiği ve başvurucunun Mahkemenin gerekçesini bilmediği için itiraz nedenlerini sunamadığı anlaşılmış; başvurucuya savunma için gerekli kolaylıklar ve itiraz hakkını etkili bir şekilde kullanma imkanı sağlanmadan yargılamanın sonuçlandırılması nedeniyle savunma için gerekli zaman ve kolaylıklara sahip olma ve mahkemeye erişim haklarına uyumlu bir yargılamanın yapılmadığı sonucuna ulaşılmıştır.” gerekçesiyle ihlale karar verilmiştir.

Son olarak; Anayasa Mahkemesi, her ne kadar işbu yazımıza konu kararda süre bakımından getirilen kuralın yorumlanmasının öngörülemez nitelikte olduğunu ve başvurucuların katlanmak zorunda kaldığı külfetin hedeflenen meşru amaçla orantısız olduğu sonucuna ulaşmışsa da, AYM’ye yapılan bireysel başvurularda süre koşulu bakımından bu kriterleri gözönünde bulundurmamaktadır. AYM’nin değerlendirdiği ölçütler yerinde olmakla birlikte, konu kendisine bireysel başvuruda bulunulmasına geldiğinde, kişilerin mahkemeye erişim haklarını, “iş yükünün fazla olması” gerekçesiyle ihlal etmektedir. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmak isteyen başvurucu, gerekçeli kararın kendisine tebliğ edilmesi veya en az 90 günlük sürenin sonrasında bireysel başvuruya konu kararın öğrenildiğinin kabulü ile başvuru imkanına sahip olmalıdır. Ancak halihazırda sürenin başlangıcı nihai kararın içeriğinin öğrenildiği tarih olarak kabul edilmekte olup, 30 gün ile sınırlandırılmaktadır. 30 günlük başvuru süresi, zaten komplike ve iyi araştırmayı gerektiren AYM’ye bireysel başvuru için çok kısa bir süredir. Bu süre birçok karşılaştırmalı örneğe göre kısa olmakla birlikte, kararın öğrenilmesi birçok farklı yolla olabilmektedir. AYM; 21.07.2021 tarihli bir kararında, bireysel başvuru süresini başlatacak öğrenme yollarından birini UYAP’tan görüntülenme olarak kabul etmiştir. Bu uygulama, mahkemeye erişim hakkı bakımından ciddi sorunlara yol açmakla birlikte gerek sürenin azlığı ve gerekse öğrenmenin öngörülemez olması kanaatimizce başvurucuya orantısız bir külfet yüklemektedir. Tüm bu sebeplerle AYM; yapılan bireysel başvuruları adil/dürüst yargılanma hakkını güvence altına alarak değerlendirmeli ve bizim görüşümüze göre süre gerekçeli kararın tebliği veya en az 90 günlük sürenin sonrasında bireysel başvuruya konu kararın öğrenildiğinin kabulü ile başlamalı, ayrıca 30 günlük başvuru süresi, 3 ay olarak değiştirilmelidir.

Prof. Dr. Ersan Şen

Stj. Av. Berra Berçik

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

------------------

[1] Yaşar Çoban, GK, B.No: 2014/6673, 25.07.2017

[2] Yaşar Çoban, § 67

[3] B. No: 2018/24557, 19/10/2021, § 47

[4] B. No: 2012/1034, 20/3/2014

[5] 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu

[6] HGK, 01.10.2003, 13-581/527

[7] Pekcanıtez, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 15. Baskı, 3. Cilt, s.2220

[8] Özekes M., Hukuk Yargılamasında Süre Tutum Müessesi Yoktur, Saim Üstündağ’a Armağan, Ankara 2009, s.381-396

[9] AYM, 02.10.2013 tarihli ve 2013/1718 başvuru numaralı kararı

[10] İHAM, 36998/02 başvuru numaralı Efstathiou ve Diğerleri/Yunanistan kararı