Bu sefer yazıma koyduğum başlığın ne denli anlatması zor olan bir kavram olduğunun, hele hele yaşanmasının daha da zor olduğunun farkındayım. Zira popüler kültürün dayatması ile incitmenin revaçta olduğu, benim tabirimle palyaço kültürünün iyice yaygınlaştığı çağlardayız. Bu kültürde, her şeyi dalgaya almalı, her şeyi eğlenceye dökmeli ve her konuyu dalga geçme vesilesi yapmalıyız. İnsanların kişilikleri, gururları ve inançlarının malzeme yapılmasında bir sakınca yok bu anlayışta.

Her konuşmayı ince eleştirilerle doldurmamız, kaba saba sözlerle süslememiz gerektiğini, karşımızdakini aşağılamanın nerede ise tek çıkar yol olduğunu sanıyoruz. Şu andaki tavırla “kuhl” takınmak acaba neden bu kadar önemli?

Maria Antoinette, idam sehpasında celladının ayağına yanlışlıkla basar, döner ve bütün inceliğiyle, “afedersiniz” der. Bunu demek büyük bir efendilik kültürünü gerektirir.

Osmanlı döneminde muhalifinin bütün makamlarını ve itibarını alan Hâlât isimli mevki ve makam sahibi bir adam, muhalifi Osman Efendi isimli kimse gelince hemen ayağa kalkmış ve hürmet göstermiş. O zat, gidince sormuşlar, “adama bu kadar muhalifsin, rakipsin, etmediğini koymadın, bu saygı nedendir”? “Her şeyini elinden aldım, fırsat olsa canını da alacağım ama bu Osman Efendinin şu efendiliği yok mu, onu elinden alamadım. O yüzden saygıda kusur etmiyorum” şeklinde cevaplamış soruyu.

Peygamberimizin hayatını okurken orda çok hoş ve güzel örnekler buldum. Peygamberimiz, kendisine gelen, dert anlatan çocukları da, yaşlıları da kadınları da oflamadan, puflamadan, sözünü kesmeden sonuna kadar dinler, çare bulmaya çalışırmış. Kimseyi kınamazmış, alaya almazmış. Kimseye incitici bir lakap takmadığı gibi, latifeleri (şakaları) dahi kimseyi üzmezmiş.

Biz, birilerini güldürelim diye, şovmen olabiliyoruz hemencecik. Ya da her konuyu, arkadaşımızın her zaafını “ti”ye alabiliyoruz. Bize aykırı düşünen herkesi hor ve hakir görebiliyoruz, hakaret edebiliyoruz. Keşke bunu yaptığımız o an, karşımızdakinin kalbine bir bakabilsek, neleri kırdık, neleri yıktık? Değer miydi diye soracağımıza eminim.

Bazen öğrencilerimin gerek siyasi mülahazalarla gerekse haklılık duygusuyla hakarete varan ifade biçimlerini kullandığını gördükçe çok üzülüyorum. Her öğrencime açık taahhüdüm şu olmuştur, “katılırım ya da katılmam, ama fikrinizi özgürce savunduğunuz, güzel savunduğunuz sürece sizlerle gurur duyarım”. Ama kaba sözler kullanırsanız, üzülürüm ve bu bende sadece hayal kırıklığı olur.

Kabalaşmadan hakkını savunmak, isteklerimizi çirkinleşmeden ortaya koymak zorundayız. Kırmadan, dökmeden yaşayabilmek zor olmasa gerek. İnsana asgari saygı şart. Ama efendilik, saygının da ötesinde derinden bir insan sevgisinin işaretidir bence.

Bu arada efendi kelimesi, Yunanca’da, buyruğu yürüyen, sözü geçen kimse anlamına geliyor. Yukarıdaki hikayelerde olduğu gibi, sözü geçen kimse olmanın yolu stand-up’lardan, şovlardan, palyaçoluktan geçmiyor. Tam aksine, insanın kalbinde derin bir saygı ve sevginin ifadesi olan “efendilikten” geçiyor.

Efendilik bu yüzden kalbe aittir ve "efendinin sözü", muhatabın kalbine iner, yoksa söz, muhatabın kulağında bir fısıltıdan ibaret kalır.

Kalıcı olan ise kalplerde iz bırakmak olmalı.