Türkiye, son yıllarda birçok krizle sınandı. Ancak belki de en tehlikelisi, anayasaya açıkça güvence altına alınmış temel hakların, kamu gücü eliyle bastırılmasıdır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından üniversite öğrencilerinin başlattığı barışçıl protestolar, ülke genelinde bir toplumsal uyanışın parçası hâline gelmişken, gençlerin gözaltına alınması ve bazılarına yönelik tutuklama talepleri, artık yalnızca hukuk değil, vicdan meselesi hâline gelmiştir.
Hangi Suçun Tanımı Barışçıl Protestodur?
Anayasa’nın 34. maddesi, herkesin önceden izin almaksızın, barışçıl gösteri ve yürüyüş düzenleme hakkına sahip olduğunu açıkça düzenler. Buna rağmen, İstanbul, Bursa, İzmir ve başka birçok kentte öğrencilerin yalnızca düşüncelerini ifade ettikleri gerekçesiyle gözaltına alınmaları, Türkiye’de ifade özgürlüğünün fiilen askıya alındığını göstermektedir.
Toplumsal barışın asli unsurlarından biri olan gençlerin, politik olarak sindirilmeye çalışılması, sadece o bireyleri değil, tüm bir toplumun gelecek tahayyülünü hedef almaktadır.
İçişleri ve Adalet Bakanı: Sessizliğin Ortağı Olmak
Gözaltı sayısının binleri aştığı bir süreçte, kamuoyunun İçişleri Bakanı’ndan ve özellikle Adalet Bakanı’ndan tek bir cümle duymaması, sadece yürütmenin değil, yargı erkinin sorumluluğu bakımından da endişe vericidir.
İçişleri Bakanı’nın asıl görevi, ifade özgürlüğünü güvence altına almak, barışçıl gösterileri şiddetten ayırarak korumak, kolluk kuvvetlerinin orantılı güç kullanımını sağlamaktır. Oysa bugün, gözaltılar ve ev baskınları üzerinden çizilen tablo, gençliğe verilen mesajı açık ediyor: “Siyaset yapmayın. Tepki göstermeyin. Susun.”
Adalet Bakanı ise, yargının bağımsızlığına gölge düşüren bu tutumlar karşısında sessiz kaldıkça, hukukun tarafsızlığını savunmak yerine iktidarın politik çizgisine uygun hareket eden bir görüntü çizmektedir. Gençler adliyeye değil, geleceğe güven duymak istiyor.
Gençliğe Yönelik Bu Tavır, Kimin Kaybı?
Gözaltına alınan ya da tutuklanan öğrencilerin bir kısmı, yaşamları boyunca belki de ilk kez bu kadar doğrudan bir politik baskıyla karşı karşıya kaldı. Bu yaşanılan travmanın yaratacağı siyasal bilinç, aslında susmayan bir kuşağı büyütmektedir. Her gözaltı, bir direncin tohumu hâline gelir.
Savunma Hakkının İhlali: Avukatların Gözaltına Alınması ve Adliyeye Girişlerinin Engellenmesi
Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanma sürecinde yalnızca siyasi muhalifler değil, savunma makamı da doğrudan hedef alınmıştır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında, İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan, “suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama” suçlamasıyla gözaltına alınmıştır. Bu gelişme, yalnızca hukuki değil, sembolik olarak da savunma hakkının sınırlandığını göstermektedir.
Daha da vahimi, İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde avukatların binaya girişleri, kolluk kuvvetleri tarafından engellenmiştir. Avukatların müvekkilleriyle temas kurmalarının engellenmesi, Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu çerçevesinde koruma altına alınan savunma hakkının açık bir ihlalidir.
Demokratik hukuk devletlerinde savunma makamı, yargılamanın üç sacayağından biridir. Bu hakkın ortadan kaldırılması ya da keyfi biçimde engellenmesi, yargılamaların meşruiyetini zedeler. Bugün yaşananlar, yalnızca bireysel bir hak kaybı değil; adalet sistemine olan güvenin aşınması anlamına gelmektedir.
Herkese Sorumluluk Düşüyor
Bu süreçte yalnızca İçişleri Bakanı değil, Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı da sorumludur. Çünkü devletin tüm güç araçları, vatandaşların güvenliğini sağlamakla mükelleftir, korkutmakla değil.
Yargı mensuplarına, savcılara, akademisyenlere ve en çok da siyasetçilere düşen görev: Hukuku siyasetin aracı olmaktan çıkarmaktır.
Son Söz: Gözaltına Alınan Gençlik, Türkiye’nin Onurudur
Öğrencilerin protesto hakkını kullanması suç değil, yurttaşlık sorumluluğudur. Onlara yöneltilen her baskı, yalnızca onların değil, toplumun demokrasiye olan inancını da cezalandırmaktadır.
Adaletin terazisi, korkunun değil, özgürlüğün terazisi olmalıdır.