En son okuduğum kitabın ismi: “Filmlerle Hatırlamak/Toplumsal Travmaların Sinemada Temsil Edilişi.” Kitap, Yaşar Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi/Film Tasarımı Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Sayın Sevcan Sönmez tarafından yazılmış.
Gerçekten okunmaya değer nitelikteki ve içerikteki kitabı bana, Ankara Barosu’nun entelektüel başkanı, değerli meslektaşım Sayın Mustafa Köroğlu hediye etti. Bir solukta okuduğum kitabın ilk sayfasına Sevgili Köroğlu “Sevgili Ahsen Başkan’a, Yazdığı kitaplarla hatırlamayı başka bir eylemselliğe dökmesinin kıymeti için teşekkürlerimle…” diye yazmış.
Hatırlanmak, unutulmamak demektir. Unutulmamak ve hatırlanmak, unutmayanlar ve hatırlayanlar için vefalı bir duygu ve davranış, hatırlananlar için de hoş bir duygudur. Hele güzel hatırlanmak daha keyifli bir şeydir, daha hoş bir şeydir. Öyle olduğu için olsa gerek Orhan Veli o güzel şiirinde “Beni güzel hatırla!/Bunlar son satırlar./Farzet ki bir rüzgardım, esip geçtim hayatından./Ya da bir yağmur, sel oldum sokağında./Sonra toprak çekti suyu, kaybolup gittim./Belki de bir rüyaydım senin için, uyandın ve ben bittim. Beni güzel hatırla…” demiştir.
Hem kitap için hem de “beni hatırladığı, güzel hatırladığı için” Sayın Başkan’a en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Sağ olsun, var olsun. Unutanların da, hatırlamayanların da canları sağ olsun, onlar da var olsunlar…!
Gelelim kitaba. Her ülkenin olduğu gibi Türkiye’nin de yaşadığı zor zamanlar olmuştur. Zor zamanlar, gerek siyaseten, gerekse hukuken evrensel normların ve standartların uygulanmadığı, ülkenin ve toplumun kendisini sorguladığı, içinde bulunulan zihni atmosferin sağlıklı düşünmeye ve kararlar almaya imkân vermediği zamanlardır.
Zor zamanlar, Anayasa Mahkemesi’nin değerli başkanı Sayın Zühtü Aslan’ın bir makalesinde ifade ettiği gibi, “…hukuk literatüründe yer aldığı biçimiyle olağanüstü hal, sıkıyönetim veya savaş gibi gerçekten sıra dışı durumları ve zamanları karşılamak için kullanılmaktan daha çok, devletin gerçek veya hayali bir düşmana karşı teyakkuza geçtiği, bu düşmanla baş edebilmek için temel hak ve özgürlükleri kısıtladığı, hukukun sağladığı güvenceleri yok saydığı, bütün bunları yapabilmek için sivil veya resmi başkaca güçleri kullandığı ve hatta yargı organlarıyla kimi zaman ittifak ve işbirliği yaptığı zamanlardır…”
Zor zamanlar, gerçekte var olmayan, var olsa da abartılan, kimi zaman da hayali olarak yaratılan bir düşmandan kaynaklanan korkunun egemen olduğu, giderek paranoyaya ve siyaseten bir yönetme tekniğine dönüştüğü zamanlardır. Bu korku, kimi zaman 1940’lı ve 1950’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan ve dönemin Amerikalı siyasetçisi McCharty ile özdeşleşen “Kızıl Korkusudur”. Kimi zaman 11 Eylül’den sonra yine Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan “Yeşil Korkusudur”. Kızıl Korkusu, Amerikalı siyasetçileri gerektiğinde şiddet ve zor kullanmak suretiyle iktidarı ele geçirmeye çalışan güçleri ceza-landırmayı ve siyasi muhalifleri bastırmayı öngören “Smith Kanunu”nu yürürlüğe koymaya, Amerikan Yüksek Mahkemesi’ne ise “Dennis Davasında” 1919 yılında Baş Yargıç Holmes tarafından dile getirilen açık ve mevcut tehlike ölçütümü kullanmak suretiyle Smith Kanunu ve bu Kanuna dayanılarak Komünist Partisi üyesi 11 kişi hakkında verilen mahkûmiyet kararını Anayasa’ya uygun bulan kararı vermeye yöneltmiştir.
Aynı şekilde Türkiye’de Tek Parti döneminde salınan komünizm korkusu veya 1960 ve 1980 Askeri Darbeleri, 1971 Askeri Müdahalesi ile 28 Şubat’taki post-modern darbe öncesinde ve sonrasında ve yine şimdilerde kimi konularda yaratılan diğer korkulardır.
Türkiye’nin bu zor zamanlarında 1938 Harp Okulu Olayları ve buna dayalı olarak açılan dava sonunda Nazım Hikmet mahkum olup hapis yatmış, 1960 Darbesi sonrasında “doğal yargıç” ilkesine aykırı biçimde oluşturulan Yassıada Mahkemesi tarafından verilen karar sonrasında Başbakan Menderes, Maliye Bakanı Polatkan, Dışişleri Bakanı Zorlu idam edilmiş, 1971 Askeri Müdahalesi sonrasında Sıkıyönetim Mahkemelerinde yapılan yargılamaları sonunda Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan idam edilmiş, 1980 Askeri Darbesi sonrasında dönemin Başbakanı rahmetli Süleyman Demirel ile eski Başbakanlardan rahmetli Bülent Ecevit ve diğer parti liderleri gözaltına alınmış, Bülent Ecevit ve başkaca siyasiler hapis yatmış, idam edilenler olmuş, 28 Şubat post-modern darbesiyle demokratik yaşama müdahalede bulunulmuştur.
Korkunun egemen olduğu böyle dönemlerde, sadece devletin karar alma mekanizmaları değil, toplumun hemen her kesimi korkunun ve onun arkasındaki tehdidin esiri haline gelir ve bu suretle her türlü baskıcı politikanın uygulanması, özgürlüklerin kısıtlanması ve hatta ihlâl edilmesi hem kolaylaştırılır hem de haklılaştırılır. Korkunun egemen olduğu veya egemen kılındığı ya da egemen kılınmaya çalışıldığı böyle dönemlerde yükselen milliyetçi dalga ile birlikte bir yandan yerli ve yabancı düşmanlar yaratılır, diğer yandan ülkeyi ve toplumu bu düşmanlardan koruma görevini üstlenen siyasiler, partiler, dernekler ve insanlar ortaya çıkar. Böylece seferber edilen korku ve buna bağlı olarak yaratılan baskıyla toplumun sağduyusu köreltilir. İnsanların iradeleri saptırılır, düşüncenin özgür bir biçimde ifade edilmesi engellenir. Basın özgürlüğü kısıtlanır, bazen de tamamen ortadan kaldırılır, iktidarın güdümündeki sarı basın eliyle halkın zihni iğfal edilerek kirletilir, toplumun ve insanların bilgi edinme hakkı yok sayılır.
Oysa başta ifade özgürlüğü olmak üzere, diğer bütün hak ve özgürlükler, aslında bizden daha çok, bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi yaşamayan, bizden farklı inançları olanların, yani bize göre öteki olanın, olanların hak ve özgürlükleridir. Amerikalı siyaset bilimci William Conelly, kimliklerin oluşum sürecini araştırıp incelediği, “Identity Difference: Democratic Negations of Political Paradox” isimli kitabında, her kimliğin bir dizi farklılıkla bağlantılı olarak ve bu farklılıklardan bazılarının da yanlış, kötü, çirkin, akıldışı özetle, “öteki” olarak tanımlanması üzerine kurulu olduğunu, ötekinin tarih boyunca ve sürekli olarak doğru kimliği benimsemeye davet edildiğini, kabul etmeyenlerin fethedilip zorla dönüştürüldüğünü ya da susturulduğunu, dönüştüremeyenlerin veya susturulamayanların ise yok edildiğini ileri sürer.
Esasen Conelly’nin anılan kitabının tanıtımında ve takdiminde ifade edildiği üzere; “farklılıkların bir tehdit unsuru olarak algılanması sonucunda ortaya çıkan süreç, kişinin ya da grupların diğerini ötekileştirmesi sonucunu doğurur. Zira ötekileştirme ‘ben’ ve ‘biz’ dışındakilerin olumsuz olarak algılanması demektir. Ötekileştirme sadece egemen grup tarafından başkalarına yönelik olarak yapılmaz, aynı zamanda egemen olmayan gruplar tarafından güçlü gruba karşı da yapılabilir. Bu nedenle insanlık tarihi boyunca öteki ya da diğeri şeklindeki tasavvur varlığını sürekli olarak sürdürür. Dahası, bu tasavvur, öteki ile olan ilişkinin temel belirleyicisi olur. Ancak bir arada yaşamanın ve ötekini ötekileştirmemenin ön koşulu, herkesin kimliklerine saygı gösteren, onların temel hak ve özgürlüklerini tanıyan ve bu konudaki taleplerini ciddiye alan bir anlayışa sahip olmakla ve bunu uygulamakla mümkün olabilir…”
Conelly’nin tarihi, siyasi ve felsefi bağlam içinde ele alarak reel siyaset alanına taşıdığı bu olguyu Amin Maalouf, “Ölümcül Kimlikler” isimli incelemesinde şiirsel bir dille şöyle anlatır; “…seçmek durumunda bırakılıyorlar, zorlanıyorlar dedim, kim tarafından mı? Sadece her çeşidinden fanatikler ve yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafımdan da, aramızdaki herkes tarafından, gerçekten de hepimizin içinde kök salmış bu düşünce ve ifade alışkanlıkları yüzünden bütün bir kimliği öfke ile ilân edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o sığ, o yobaz kolaycı yaklaşım yüzünden, içinden katiller böyle imal ediliyor diye haykırmak geliyor…”
Hemen herkesin ortak söylemi, aklının süzgecinden geçirmeden benimsediği, kendi dilinde yeniden ürettiği, kendini yaptığı iş ile değil irk, inanç, köken, ideoloji gibi aidiyetlerle tanımladığı ötekinin filozofu olan Emanuel Levinas’ın nitelemesiyle “söylemeyi, tali, söylediğini daha önemli gören toplumlarda insanlar ulusal, etnik kimlikler, sınıfsal kimlikler, dinsel kimlikler, laik kimlikler, cinsel kimlikler, grup kimlikleri, parti kimlikleri, cemaat kimlikleri gibi her türden ve düzeyden kimliklerin kuşatması altındadırlar…” Onun için bu konumdaki insanlar, ideoloji merkezli, sınıf merkezli, din merkezli, grup merkezli, parti merkezli, iktidar merkezli, cemaat merkezli, devlet merkezli düşüncenin ve söylemin marjlarına çok kolay bir şekilde itilirler.
Birey olarak hepimizin günlük, ortak yaşama olan sevgi bağını tehlikeye atan, bizleri disiplin altına almaya çalışan, bize göre öteki olan diğerinin ontolojik statüsünü ve farklılığını, farklı olma hakkını, seçme özgürlüğünü tanımayan, bizi kendisine çağıran, çağırmakla da yetinmeyip kendisini bize doğru diye dayatan bu anlayış, dünyanın başkaca yerlerinde olduğu gibi bizim ülkemizde de ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere diğer bütün hak ve özgürlükler üzerinde yaşanan krizin en önemli nedenidir.
Hukuk devleti üzerine açtığı tartışmalarla Hitler’in nasyonal devlet teorisinin oluşmasına önemli katkılar yapan Alman Hukukçu Carl Smith’in ifade ettiği biçimiyle “dost, düşman”, günümüz Türkiye’sindeki uyarlanış biçimiyle, “bizden, sizden”, “aydınlık, karanlık”, “sağcı, solcu”, “laik, anti-laik”, “yurtsever, vatan haini”, “cumhuriyetçi, ikinci cumhuriyetçi”, “çağdaş, yobaz”, “Kürt-Türk”, “Türk-Ermeni”, günümüz Amerikan yönetimine uyarlanış biçimiyle “Hıristiyan-Müslüman”, “Yahudi-Filistinli”, “Batılı-Doğulu”, “Beyaz-Siyah” ve bu gibi ayrımlara dayanan ve kategorik zıtlaşmalar üzerine kurulu bulunan bu anlayış, karşılıklı suçlamalara, gerginliğe, itişe kakışa, gürültüye, giderek kavgaya ve zorbalığa, ötekini yok etmeye yönelik politikalara işlerlik kazandırmakta, bundan geçinenleri beslemekte, başta siyasi iktidarlar olmak üzere diğer güç odaklarının ve siyasi otoritelerin kişisel ve sübjektif yanılmazlıklarını ve yanlış olan kendi doğrularını mutlaklaştırmalarına, haklılaştırmalarına ve böylece yanlış ve tehlikeli buldukları diğer görüşleri yasaklamalarına imkan vermektedir.
Zor zamanların yarattığı bu türden krizleri aşabilmek için Conelly, yasaklayıcı değil tartışmacı, kapalı değil açık, otoriter değil demokratik bir kimlik siyaseti izlemeyi önerir ve bize hem kendimizin ve hem de dünyanın belirsizliğinin farkında olmayı, hoşgörüyü, çoğulculuğu, bir arada yaşama niyetini öne çıkarmayı, kendimize ironi ile ve belli bir mesafeden bakmayı, ötekine özen göstermeyi içeren etik bir yol haritası verir.
Bu yol haritasına uygun davranmadığımız, kendi benliğimizin ötesine geçip ötekini tüm farklılığı ile kabul etmediğimiz takdirde özgürlüğümüzü, sadece özgürlüğümüzü değil, vicdanımızı, aklımızı ve giderek insanlığımızı eksiltir ve hiç farkına varmadan bir tahakkümden bir başka tahakkümün kucağına itiliriz. Ötekini yok etmekle, ötekine göre tanımladığımız kendimizi de yok ederiz. Bütün bunların bedelini ise sevgiden, aşktan, barıştan, içtenlikten, güvenden, güvenlikten, hukuktan, adaletten, demokrasiden, özgürlüklerden, şarkıdan, şiirden, neşeden yoksun iğreti hayatları yaşayarak öderiz.
İşte, Sayın Sevcan Sönmez, “Filmlerle Hatırlamak/Toplumsal Travmaların Sinemada Temsil Edilişi” isimli bu değerli eserinde, “travma temsili hakkındaki kuramsal literatürden yararlanarak son dönem Türkiye sinemasında bu yöndeki çabaları tek tek filmler üzerinden irdeliyor, travmalarla toplumsal olarak yüzleşebilmek için sinemadan ne bekleyebileceğimizi araştırıyor” ve şu isabetli tespiti yapıyor “Bir toplumda siyasal baskı ve şiddet yaygınlaşmışsa, korku ve ötekileştirme toplumda belirgin bir biçimde ön plandaysa, çoğunluk bunu normalleştirmiş ve iktidar bunu meşrulaştırmışsa, bunun kaynağı hemen her zaman, ciddi travmaların yaşandığı kirli bir geçmiştir. Bu geçmişin hayaletleri her an her yerde geziniyor; kalabalık meydanlarda, bayram günlerinde, büyük toplantılarda ya da sıradan günlük karşılaşmalarda…”
Sayın Sönmez, kitabında, “Toplumsal Travmaların Sinemada Temsil Edilişi” konusunda, Türkiye’nin zor zamanları olan 6-7 Eylül olaylarını, Varlık Vergisi Kanunu, mübadele süreci ve sonrasında yaşananları, darbelerle yoğrulmuş ve yorulmuş bu topraklarda yaşanan 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, Çorum Katliamını, Maraş Katliamını, Gazi Mahallesi olaylarını, Dersim’i, Sivas Katliamını, işkence edilerek öldürülen gazetecileri, Gezi Parkı olaylarını, Güneydoğu’da yıllardır yaşanan binlerce faili meçhul cinayetleri, işkence edilip sokaklara terk edilen insanları, kaybolan ve yıllarca ne ölüsü ne dirisi bulanabilen ailelerin çektiği acıları, bu bağlamda Cumartesi Annelerinin çığlıklarını, etnik kökeni, dini kimlikleri, ya da cinsel yönelimleri nedeniyle baskıya ve zulme uğrayan insanların hikayelerini ele alıyor ve Sayın Mithat Sancar Hocadan ödünç alarak adını “geçmişle hesaplaşma filmleri” olarak koyduğu Reis Çelik’in “Işıklar Sönmesin”, Tomris Girtitlioğlu’nun “Salkım Hanım’ın Taneleri” ile “Güz Sancısı”, Uğur Yücel’in “Yazı Tura”, Ömer Uğur’un “Eve Dönüş”, Özcan Alper’in “Sonbahar”, Levent Semerci’nin “Nefes”, Sedat Yılmaz’ın “Press”, Özcan Alper’in “Gelecek Uzun Sürer” isimli filmlerini tek tek ele alarak, bu filmleri toplumsal bellek ve travma literatüründen yararlanarak inceliyor ve bu filmlerde sinematografik olarak meselelerin ve zor zamanların nasıl temsil edildiğini ve anlamlandırıldığını hem araştırıyor hem de sorguluyor. Dahası bu filmlerden yola çıkarak, travmaların sinemada temsili ile toplumsal belleğin yeniden kurgulanmasında temsil stratejilerinin nasıl bir işlev gördüğünü, travmanın psikolojik süreçlerini ve toplumsal boyutunu, toplumsal belleğin iktidar ve ideolojiyle olan ilişkisini, sinemanın travma anlatısında hangi temsil biçimlerini kullandığını, bu filmlerde söylemin nasıl inşa edildiğini irdeliyor.
Sayın Sevcan Sönmez ifadesiyle bellek, “insanın en önemli zihinsel işlevlerini yerine getirebilmesi için, anıları, bilgiyi, her çeşit yaşantıyı ve deneyimi kaydeden ve gerekli olduğunda bunları ortaya çıkaran bir depodur.”
Kişinin kendisine ait olan ve kişiyi zaman zaman rahatsız eden kişisel bir bellek olduğu gibi, toplumunda bir belleği, bu bağlamda toplumsal bir bellek de vardır. Esasen bir toplumda ne kadar çok kimlik, grup ve kurum varsa, o kadar da kolektif ve toplumsal bir bellek vardır. Toplumsal veya kolektif bellek, toplumdaki kimliklerin, grupların ortak anılarını, geçmiş deneyimlerini, yaşantılarını, acılarını, sevinçlerini, mutlu, mutsuz anlarını kapsar. Toplumun geçmişte yaşadığı acıları bir daha yaşamaması, bu acılardan ders çıkarması için, yaşananların unutulmaması ve unutturulmaması, bu bağlamda toplumsal ve kolektif belleğin diri kalması gerekir. Bunun sağlanmasında en iyi ve en yararlı araç hiç kuşkusuz kitaplardır, romanlardır, hikayelerdir, filmlerdir.
Sayın Sönmez, bu araçlardan filmleri, yukarıda tek tek isimlerini verdiğim 1996-2011 yılları arasında yapılmış Türk filmlerini ele alıyor ve bize, hem kendimizi hem de bizi yönetenlerin yönetme biçimlerini anlatıyor.
Sonuç itibariyle Sayın Sevcan Sönmez’in, Türkiye’de bir ilk olan bu değerli eseri, gerçekten okunmayı hak eden, birçok yönüyle eğitici ve öğretici olan, “travmalarla toplumsal olarak yüzleşebilmek için sinemadan ne bekleyebileceğimizi araştıran” sıra dışı bir eserdir. Okumanızı öneririm.