‘Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.’ MEVLANA
Her yılın 07-17 Aralık tarihleri arasında arasındaki on gün, Mevlana Haftası’dır. Onun için Mevlana ile başlayacağım, onunla devam edeceğim.
‘Dinle! Ayrılıklardan nasıl şikayet eder şu ney, ayrılıkları nasıl anlatır, dinle;
Erkek ve kadın herkes ağlayıp inliyor feryadımdan; ağlayıp inliyor herkes beni kamışlıktan kestikleri gün başladığım feryadımdan…
Özlemimi ifade etmek için bir kalp istemedeyim, ayrılıktan parça parça olmuş, beni anlayacak bir kalp istemedeyim.
Hani vuslat zamanını arar ya aslından uzak düşen kişi, durmadan aslını arar ya hani! …
Her cemaatte ağlamam, her mecliste inlemem bundandır benim… İyilerle dost olmam da, kötülerle düşüp kalkmam da bundandır…
Herkes kendi zannınca dostum oluyordu benim, kendine yakın buluyordu çokları beni…
Ne çare hiç kimse araştırmadı içimdeki sırları, kimse anlamadı ayrılıktan, yalnızlıktan şikayetimi… Oysa sırlarım çığlıklarımdan hiç de uzak değildir benim…
Keskin bakar görür, dikkatle dinleyen duyar onları. Yazık, yazık ki, her gözde yok o nur, her kulakta yok o dikkat! …
Gizli değildir elbette ten candan ve can tenden gizli değildir. Lakin canı görmek için izin yoktur herkese…
Hava değildir neyden çıkan bu ses, ateştir. Her kimde bu ateş yoksa o kimse yok olsun. Neyin içini yakan da, meyin coşkusunu yaratan da aşk eseridir.
Ney, yârinden ayrılmış olanı teselli eder, yoldaş olur ona, musiki perdelerini yıkar aşığın, sırdaş olur ona…
Kim gördü ney gibi hem zehri hem panzehri; hem derdi, hem dermanı? … Kim gördü ney gibi özlemi, sarmaş dolaş olanı…
Kanlı yoldan söz eder hep ney; aşk yolunun, Mecnun’un gittiği yolun hikayelerini dillendirir hep…
Hani akılsızdır ya sırdaş olan akla, hani zordur ya müşteri bulmak kulaktan gayri dile…
İşte o haldeyiz ki üzüntümüzden günler uzar, sona ermesi gecikir günlerin. Günler mahrumiyetten ve ayrılıktan doğan ateşlerle dost olur, yani ateşlerle, yani yanmalarla geçer gider günler…
Geçip giderse varsın geçip gitsin günler; yok korkumuz ondan… Ey temiz ve mübarek olan, kamil insan sadece sen var ol yeter! …
Balıktan başkası onun suyuna kandı. Günler uzadıkça nasibi olmayanın rızkı gecikti.
Pişkinin halinden ne anlasın ki ham… Öyleyse sözü kısa kesmek gerek vesselam! …’
Okuyanların çok iyi bildiği üzere, yukarıda sunulu dizeler, Yüce Mevlana’nın ölümsüz eseri ‘Mesnevi’nin başında yer alan ve ‘Dinle Neyden’ ismini taşıyan 18 beyittir. Mesnevi’nin özünü oluşturan bu 18 beyit, Mevlana’nın kendi yazdığı tek metindir.
İçinizden kimileri, ‘başka konumuz veya sorunumuz kalmadı da dinleyecek bir tek ney, okuyacak bir tek – Dinle Neyden – mi kaldı?’ diye düşünebilirler. Onlar okumasınlar ve dinlemesinler. Benim ve benim gibi düşünenlerin esasen onlarla bir işi yoktur. Onlar için ‘sözü kısa kesmek gerekir.’
Ama insan olan, insanlığını unutmak istemeyen herkesin, ‘Dinle Neyden’i ara sıra okuması, ara sıra ney dinlemesi gerekir. Zira otuz kırk milyon kamışın içinden bir tane dar boğumlu ve etli kamıştan yapılabilen ney, doğanın insanlara sunduğu nefesli müzik aletleri içinde sesi en güzel, en içli, en duygulu, en hüzünlü olandır.
İnsan sesine en yakın müzik aleti olan ney, insan gırtlağı gibi dokuz boğumdan oluşur. İnsan vücudunda olduğu gibi neyde de dokuz delik vardır. Yani ney insan sesidir, insan olanın sesidir. Onun için insanın, insan olanın, insanlığını unutmak istemeyenin ara sıra ‘ney dinlemesi’, Yüce Mevlana’nın ‘Dinle Neyden’nini okuması gerekir.
Güzellikleri, iyilikleri bulması ve bilmesi için, nefsini terbiye etmesi, arzularına dur diyebilmesi ve böylece bedenini/varlığını temizleyebilmesi için ‘Dinle Neyden’i okuması, ney dinlemesi gerekir.
‘Hikmet sahiplerinden biri şöyle anlattı: Kırda bir karga ile leyleğin birlikte koşup uçtuklarını gördüm. Hayret ettim ve aralarındaki ortak özellik nedir diye merakla onları izledim. Sonra yanlarına yaklaşınca gördüm ki ikisi de topal.’ Ney dinleyenlerin, neyin sesiyle insanın, dostluğun, sevginin derinliklerine inebilenlerin, nefsini terbiye edenlerin, ruhunu temizleyenlerin ortak özelliklerine işaret etmek için anlattım Yüce Mevlana’nın bu küçük hikayesini.
Bu insanların bir diğer ortak özelliği de yine Mevlana’ya göre: ‘Akıl, aşk ve candır. Bu üçü üçgendir. Her derde çare, her yaraya merhemdir.’
Akıl, kimi kör inançların veya insana yolunu şaşırtan ön yargıların değil, işe yaramaz kimi gelenek ve adetlerin hiç değil, sadece ve sadece yaşanan deneyimlerin yol göstericisi ve değerlendiricisidir. Eğer deneyimlerimiz aynı zamanda bilgimiz ve fikirlerimiz ise, ki öyledir, akıl da bunun rehberidir. Onun için Mevlana ‘Fikir ona derler ki bir yol açsın/Yol ona derler ki bir gerçeğe ulaşsın’ der.
Zira aklımız özgürlüğümüzdür, özgür irademizdir, vicdanımızdır, bizim düşünme ve bilme aracımızdır. Kısaca akıl bizi hizaya sokan, yontan, adam eden yetidir. Öyle olduğu için Mevlana şöyle der: ‘İnsan akılla adam olur; Saçı sakalı ağarmakla değil! O talihe, o devlete ümit kılı sığmaz; O devlet, umutla, ricayla bulunmaz. Akıllı kişi dünyanın gamını yemez, nimetini yer. Bilgisizler ise pişmanlık içinde bundan mahrum kalırlar.’
Mevlana’nın deyişiyle ‘akıl ona derler ki, bir yol açsın. Yol ona derler ki; Allah’a varsın.’ O yol bizi iyiye, doğruya, güzele, aydınlığa götüren yoldur. O yol dinsel anlamda samimi inanmışlıkla aydınlanan, sıkıntı içindeyken dahi neşeli olma hali olan tasavvuftan beslenen, insanın kendi içsel zenginliğiyle bütünleşen ve güzelleşen ‘Tanrısal Aşk’a giden yoldur.
Nasıl dünyevi aşk iki yalnızlığın değiş tokuş edilmesi, hayatın ve kişisel varoluşun hissedilmesi ise, ‘Tanrısal Aşk’ da yalnızlığımızın sığınağı, korunağı, dayanağıdır. Bilmekten, bulmaktan ve olmaktan oluşan insan hayatının son aşamasıdır. Mevlana’nın dizeleriyle aşk: ‘Anam aşk, babam aşk / Peygamberim aşk, Allah’ım aşk / Ben bir aşk çocuğuyum / Bu aleme aşkı ve sevgiyi söylemeye geldim’ demektir, diyebilmektir.
Peki, akılla, aşkla birlikte her derde çare, her yaraya merhem olan ‘can’ kimdir? ‘Can’ insandır. Yani ben, sen o, yani bizleriz. ‘Çok insan gördüm, üzerinde elbisesi yok; çok elbise gördüm, içinde insan yok’ diyor Mevlana. ‘Can’ üzerinde elbisesi olup da içinde insan olmayanlar değildir. Üzerinde elbisesi olmayan ama insan olanlardır.
‘Çıplak geldik; giyindik, soyunduk, gidiyoruz.’ Gitmeden önce ne mi yapalım? ‘Canında bir can var, o canı ara/Beden dağında bir mücevher var/O mücevherin madenini ara/A yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara/Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara’ diyor Mevlana. O halde marifet ‘insan olarak doğmak değil, insan olarak yaşamak ve insan olarak ölmektir.’ ‘Kendini bil-mektir’ Esasen bunlara ‘can’da bunlara denir!
İtalyan yazar Giovani Papini’nin ‘Gog’ isimli kitabında hayatını anlattığı Gog, Karun kadar zengin bir adamdır. En büyük hobisi ve merakı yeni ve farklı kuramları yaratan ve geliştiren bilge insanlarla konuşmaktır. Neredeyse bütün servetini bu hobisine ve merakına tahsis etmiştir. Gog’un en fazla ilgisini çeken kuramlardan birisi ‘görecelik kuramı’dır. Bu kuramı öğrenmek için büyük bir servet ödeyerek Einstein ile görüşmeye gider. Kendisinin felsefeden, bilimden, fizikten, kimyadan anlamadığını, binlerce yıllık insan düşüncesinin vardığı en son nokta olan görecelik kuramını öğrenmek istediğini, Einstein’dan bu kuramı anlayabileceği bir dille anlatmasını ister.
Einstein biraz düşündükten sonra ‘Bakın’ der ve şöyle devam eder; ‘Bizim bulduğumuz gerçek sizin anlayacağınız dille şudur; Bir şey kıpırdıyordu.’ Bu yanıt karşısında binlerce dolar ödediği için kazık yediğini düşünen Gog, binlerce yıllık insan düşüncesinin vardığı en son noktanın ‘bir şey kıpırdıyordudan’ ibaret olmasına şaşar ve hayal kırıklığıyla Einstein’ın yanından ayrılır.
Yaşamın kendisi olsun, içerisinde küçücük bir nokta, bir virgül bile olmadığımız evren olsun, onun bir parçası olan doğa olsun, doğadaki her türden madde olsun, hemen her şey sürekli bir akış, bir kıpırdanma, bir yenilenme, bir değişim halindedir. Einstein’ın özlü ifadesiyle evrendeki her şey: ‘bir şey kıpırdıyordudan’ ibarettir.
Bunun bilincinde ve farkında olduğu için ‘Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz’ diyor Anadolulu Heraklit. Daha doğudan Budha şöyle sesleniyor: ‘Her merhaba yeni bir vedanın başlangıcıdır. Hayatta hiçbir şey kalıcı değildir.’ Çok daha sonra değişimin felsefesini yapan Marx ‘değişmeyen tek şey değişimdir’ diyor. Ve yine çağlar ötesinden bir ses, bir ışık olan, ‘bir şey kıpırdıyordu’nun bilincinde ve farkında olan Mevlana şöyle sesleniyor insanlığa; ‘Şu; hem var, hem yok olan dünyadan/Azar azar yoklar gittiler, varlar geliyorlar/Eski mallar satanların nöbeti geçti/Biz yeni şeyler satıyoruz/Bu pazar bizim pazarımız.’
Evet! Eski mallar satanların; yazar, gazeteci ve ekonomist Osman Ulagay’ın ifadesiyle; anlamak değil, sarsılmak isteyenlerin, aklı başında, kırmayan, dökmeyen, kimseyi yaftalamayan analizlerden, siyasetin özünü oluşturan eleştirel düşünmekten değil, içi boş beylik kimi laflardan hoşlananların, ucuz polemiklerin, fast food tarzı fast düşüncelerin, vurdu mu ses getiren açıklamaların, elini masaya vuranların, kimi manifestoların, kodu mu oturtan bildirilerin, aşama aşama, sindire sindire, içselleştire içselleştire değişmeyi isteyenlerin, dünyada ve Türkiye’de yaşanan değişimlerin hemen hiçbirisinin farkında olmadıkları için yıllardır hep aynı şarkıyı, aynı ezberi tekrarlayanların devri bitti.
Artık yeni şeyler satanların, Mevlana’nın dizeleriyle: ‘Her gün bir yerden göçmek ne iyi/Her gün bir yere konmak ne güzel/Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş/Dünle beraber gitti cancağızım/Ne kadar söz varsa düne ait/Şimdi yeni şeyler söylemek lazım’ diyenlerin devri başladı.
Ama bu yeni şeyler satanların da, ister siyasetçi olsun, ister bürokrat, ister orada burada yönetici olsun, iş adamı veya işçi olsun, gazeteci ya da sade insan olsun, her insanın, Mevlana’nın dediği gibi olması gerekir, yani:
‘Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol-ması,
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol-ması,
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol-ması
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol-ması,
Tevazu ve alçak gönüllükte toprak gibi ol-ması,
Hoşgörülükte deniz gibi ol-ması,
Ya olduğun gibi, ya göründüğün gibi ol-ması’
gerekir.
Değil ise ne mi olur? Fareler cirit atar ortalıkta ve Mevlana’nın dediği olur en sonunda. Yani;
‘Dünya harmanından buğday toplayıcılarız biz; fakat kaybolmada topladığımız bütün buğdaylar.
Aklımızı başımıza aldığımız yok hiç. Anlamıyoruz nedense azalan buğdayın ambara giren fareden, şu düzenbaz fareden olduğunu…
Fare ambarımızı delmiş… Ve hile harap etmiş buğdayımızı…
Ey Hak’kı isteyen can! Öncelikle kurtulmanın çaresini ara ambara giren şu fareden, sonra buğday toplamaya çalış…’