Oblomov, Rus yazar İvan Gençarov’un aynı adı taşıyan romanının sevimli kahramanıdır.

Aristokrat bir ailenin oğlu olan Oblomov’un en büyük özelliği ve hatta tek özelliği tembelliktir. Sahibi olduğu toprakların geliri ile yaşamını sürdüren, zamanının çoğunu evinde ve hatta yatağında geçiren, kıyafetlerini dahi uşağına giydirten Oblomov, tembelliğini, her şeye karşı duyduğu kocaman bir isteksizliğe kadar vardırır.

Sürekli hayaller kuran, ama bu hayallerini tembelliğinden dolayı hayata geçiremeyen, hemen her şeyden şikayet eden, tembelliğini hareketsizliğe, hareketsizliğini uyuşukluğa dönüştüren, uyuşukluğundan dolayı mektuplarını dahi açmayan, arazisinin yönetimini başkalarına devre­den, hayatından, hayata dair olan her şeyi kovalayan ve böylece tembelliğinin keyfini bozabilecek her şeyle bağını koparan Oblomov, bir tek şeyi, bir tek yükü, bir tek ağırlığı yok edemez. Varoluşunu.

Zira varoluş pek çok şeyin durdurulabildiği, ertelenebildiği, ıska geçilebildiği ve hatta vazgeçilebildiği hayatta, vazgeçilemeyen, kaçılamayan, kurtulunması mümkün olmayan tek gerçekliktir.

Varoluşu, Oblomov’un dramını anlatarak açıklayan ‘öteki’nin filozofu Emmanuel Levinas, bu konuyla ilgili olarak şöyle der: hayattan, hayatın gerçeklerinden kurtulmak, bu gerçeklerden kaçmak ve bunları hepten unutmak için, ne yaparsanız yapın, varoluştan, kendi varoluşunuzdan kurtulamazsınız. Zira varoluş, her zaman, her yerde, her koşulda, iptal edilmesi, feshedilmesi, yok edilmesi mümkün olmayan bir sözleşme gibi ve bütün ağırlığıyla size kendisini dayatır.

İnsanın kendi varlığının içine kıstırıldığını, ‘Var olmak, bir lütuf değildir, bir ağırlıktır’ diyerek açıklayan Levinas, bezginliği, uyuşukluğu ve tembelliği, toplumsal bir simge ya da nevroz belirtisi olmaktan daha çok ontolojik bir olgu olan Oblomov örneğini boşuna vermez. Ona göre bezgin, uyuşuk ve tembel bir insan olan Oblomov, aynı negatif özelliklere sahip diğer insanlar gibi varoluşu ile yüzleşir, varoluşu karşısında istemeden de olsa bazen geriler, bazen ilerler, ‘doktor’ der, ‘ilaç’ talep eder. Ama her ne derse desin, her ne talep ederse etsin, bunlar ona çare olmaz ve o kendi varoluşundan kaçamaz, kendi varlığından kurtulamaz. Çünkü insanın varlığı ve varoluşu kendi gölgesi gibi o insanı, her zaman, her koşulda ve her yerde takip eder.

Gençarov, sıra dışı bu eseriyle Oblomov’un şahsında Ekim Devrimi öncesindeki Rus aristokrasini resmeder. Ama öyle de olsa Oblomov evrensel bir karakterdir, hemen her toplumda ve bütün zamanlarda örneklerine çokça rastlanan bir figürdür. Ve hatta her birimizin içinde bir Oblomov, biraz Obromovluk vardır. Zira Oblomov ve Oblomovluk evrensel bir gerçeklik olan, insani bir olgu olan bezginliği, uyuşukluğu, tembelliği simgeler. Onun için Gencarov’un bu romanı, aslında sadece Obromov’un değil, aslında Oblomov’un şahsında Obomovluğun romanıdır.

Nitekim Lenin Oblomovlar ve Oblomovlukla ilgili olarak şöyle der: ‘Rusya üç devrim geçirdi, ama yine de Oblomovlar kaldı; çünkü Oblomovlar, sadece derebeyler, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler, komünistler arasında da vardır. Eğer toplantılarda, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov’un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu adam etmek için daha uzun zaman, onu yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir.

Romanın diğer kahramanı olan Stoltz, çocukluğundan bu yana Oblomov’un en iyi arkadaşıdır. Oblomov’un aksine Stoltz, çalışmayı seven disiplinli bir insandır. Rusya’da doğup büyümüştür, ama Alman bir ailenin çocuğu olduğu için Alman gelenekleriyle yetiştirilmiştir. Bu yetişme tarzından dolayı sorumluluk almayı bilen, çalışan, üreten, kendi kendine yeten bir insandır.  Bu özelliklerinden dolayı Stoltz değişen, sürekli olarak kendisini yenileyen dünyaya ve hayata uyum sağlamakta hiç zorluk çekmez.  O nedenle, romanda Oblomov karakterinin karşısına Stoltz karakterinin konulması boşuna değildir. Böyle yapmakla Gencarov, çalışmayan, üretmeyen, kendisini yenilemeyen ve dolayısıyla gelişen ve değişen dünyaya ayak uydurmakta zorlanan Rus milliyetçiliğinin ve Slavcılığının ürettiği Oblomovluğa karşı cephe alır ve Stoltz’un şahsında o dönemin Rusya’sını ve Rus insanını eleştirir.

Bu aslında bir Doğu-Batı karşılaştırmasıdır. Öyle ki Gençarov, bir yandan Oblomov’un şahsında Doğunun samimi ve sevimli insan karakterini, bu insanın tembelliğini, miskinliğini anlatırken, diğer taraftan Stoltz’un şahsında Batı insanının çalışkanlığını, üretkenliğini, verimliliğini, disiplinini, ama soğukluğu ile duygusuzluğunu anlatır. Bu yönden yaklaşıldığında romanda ve Oblomov’un şahsında, sadece Rus insanının değil, Türkiye’de dahil olmak üzere Doğu ve Ortadoğu insanının portresi çizilir.

Romanın yazıldığı günden bu yana geçen yaklaşık 150 yıl içerisinde Rusya, Sovyetler Birliği süreci ve deneyimi de dahil olmak üzere, Oblomovlarla ve Oblomovlukla epeyce mücadele etmiş, bu amaçla pek çok atılımlar yapmış, bu konuda ve alanda pek çok inişler, çıkışlar yaşamıştır. Öyle ki, zaman olmuş tepeye, tepelere çıkmış, gün gelmiş dibe vurmuş, sonra yeniden toparlanmıştır. Şimdilerde o Rusya, ABD ve Çin ile birlikte dünya devi durumundadır.

Batan bir imparatorluğun mirasçısı olarak Türkiye’de, yeni kurulan Cumhuriyetle birlikte ve Büyük Atatürk’ün önderliğinde Doğulu ve Ortadoğulu bir ülke olmayı reddeden, çalışmayı, üretmeyi erdem kabul eden, kendisine Batıyı örnek ve referans olarak alan yeni bir toplum inşa etme çabası içine girmiş, bu konuda oldukça da mesafe almıştır. Ama bugün gelinen nokta itibariyle Türkiye’nin bunda çok da başarılı olduğunu söylemek sanırım pek mümkün değildir.

Evet, yollar, köprüler, metrolar, tüneller, fabrikalar yapılmış ama Türkiye zihniyet olarak, insan malzemesi olarak çok ama çok gerilere gitmiştir. Öyle ki, günümüz Türkiye’sinde pek çok alanda yeteri kadar üretim olmadığı gibi hizmet de yoktur. Nitekim seksen beş milyonluk Türkiye, on milyonluk İsveç ya da dünün fakiri olan Tayvan, Singapur, Hong Kong, Güney Kore kadar ne mal, ne hizmet, ne teknoloji, ne marka ve ne de fikir üretebilmektedir. Yeteri kadar teknoloji, marka, mal ve hizmet üretiminin olmaması topluma enflasyon, fikir üretiminin olmaması ise, entelektüel fukaralık olarak geri dönmektedir.

Neden mi? Pek çok şeye yatırım yapıldığı halde en önemli hammadde olan insana yatırım yapılmadığı, insana yatırımın en önemli aracı olan eğitimde bilimi ve çağdaşlığı esas almadığı, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştiremediği, sağlıklı bir toplum düzeninin sağlanması ve sürdürülmesi konusunda feodal artıkları ve anlayışları tasfiye edemediği, köylü olarak kalamadığı gibi kentli de olamayan kurnaz ve rantiyeci kasabalılık ruhunu toplumda egemen kıldığı ve en önemlisi hukuku egemen kılamadığı ve hatta yadsıdığı, demokrasiyi bir hayat biçimi ve kültürü olarak değil de, sadece iktidara gelmenin ve iktidarda kalmanın aracı olarak gördüğü ve öyle uyguladığı için! Toplumda çağın anlayışından ve ihtiyaçlarından habersiz olan, kendisini yenilenen ve değişen dünyaya ve hayatın gerçeklerine uyarlayamayan çok sayıda Oblomovlar ve bir varoluşluk trajedisi olan Oblomovluk ruhu egemen olduğu için!