I. TARİHSEL SÜREÇTE MEŞRU MÜDAFAA MÜESSESESİ

Meşru müdafaa, suçun tarihiyle paralel olarak gelişmiş bir hukuki müessesedir. Her ne kadar Antik Roma’da yaşamış filozof ve hatip Cicero, meşru müdafaa için, “Meşru müdafaa bir toplum kanunu değil bir doğa kanunudur” 1 dese de meşru müdafaa kavramının insan topluluklarının toplumsallaşmasının bir ürünü olduğunu söylemek mümkündür. Zira meşru müdafaa sadece yalın anlamıyla bir saldırıya karşılık verme zorunluluğunu ifade etmemekte, bunun ötesinde toplumsal normlar çerçevesinde yasaklı bir fiilin toplumsal normlara uygun kılınmasının bir aracı olma niteliğini taşımaktadır. Meşru müdafaa müessesesinin tarihsel arka planı da bu savı doğrular niteliktedir. Meşru müdafaaya dair ilk hukuki metinler bir insanın yaşam hakkına dönük haksız bir fiziki saldırıya uğradığı durumda vereceği karşılığın yaratacağı olumsuz neticelerden hukuki olarak korunmasına dair olmayıp mülkiyet hakkına dönük saldırılara ilişkindir. Burada tarihsel süreçte özel mülkiyetin gelişmesinin yarattığı sınıfsal ayrımların ve bu ayrımlar neticesinde gelişen orantısız toplumsal güç dengelerini, bu hukuki müessesesinin zenginliklerin korunmasının bir aracı olarak gündeme geldiğini düşündürmektedir. Nitekim Roma Hukukunda bazı şartlarda mala karşı meşru  müdafaanın kabul edilmesi ve 12 Levha Kanunu bazı “Furtum Manifestum” hâllerinde, yani gece vakti suçüstü hâlinde veya gündüz silah kullanarak hırsızlık fiili işleyen kimsenin öldürülebilmesine müsaade edilmesi de meşru müdafaa kurumunun özel mülkiyetin korunması isteminin bir sonucu olarak gündeme geldiğini göstermektedir. 2 3 Ortaçağ Avrupası’nda mala karşı meşru müdafaa büyük ölçüde kabul edilmese de 18. Yüzyıl sonlarına doğru kapitalizmin gelişmesiyle beraber mala karşı işlenen suçlara dair meşru müdafaa kurumu tekrar gündeme gelmeye başlamıştır. Günümüzde meşru müdafaa görece liberal hukuk sistemlerinin hâkim olduğu devletlerde mala karşı işlenmesini de kapsayabilecek biçimde daha geniş yorumlanırken Kıta Avrupası ceza hukuku pratiklerinde ise meşru müdafaayı daha dar bir biçimde yorumlama eğilimi hâkimdir.

II. TÜRK CEZA HUKUKUNDA MEŞRU MÜDAFAA

TCK m. 25/1, “Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hâl ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.” demek suretiyle meşru müdafaayı tanımlamıştır. Madde gerekçesinde ise “Maddenin birinci fıkrasında bir hukuka uygunluk ne­deni olarak meşru savunma düzenlenmiştir. Meşru savunma bakımından Tasarı şu koşulları saptamıştır: Bir kere her türlü hakka yönelik haksız bir saldırıya karşı meşru sa­vunmanın söz konusu olduğu belirtilmiş ve böylece kurumun, bazen anlam­sız ve sosyal gereklere aykırı düşecek derecede dar tutulmasının önüne ge­çilmesi istenilmiştir. Ayrıca, şu husus da belirtilmelidir ki, kişileri suç işlemekten caydıra­cak en etkin araçlardan birisi, suç işlediklerinde karşılık görebilecekleri en­dişesi olduğundan, meşru savunma hakkının böylece genişletilmesi, krimi­nolojik yönden caydırıcı etki de yapabilecektir. İkinci olarak meşru savunmanın “haksız saldırı” koşulu bakımından, “gerçekleşen haksız saldırı” ile “gerçekleşmesi muhakkak haksız saldırı” veya “tekrarı muhakkak haksız saldırı” aynı sayılmıştır. Böylece kişilerin haksız saldırılara karşı kendilerini korumaları olanağı daha da genişletilmiş olmaktadır. Savunmanın “saldırı ile orantılı biçimde” olması, yani saldırıyı defe­decek ölçüde olması, meşru savunmanın temel koşullarından birisi olarak kabul edilmiştir. Saldırıya uğrayan kişi, ancak bu saldırıyı etkisiz kılacak ölçüde bir davranış gerçekleştirdiği takdirde, meşru savunma hukuka uy­gunluk nedeninden yararlanacaktır.” Meşru müdafaa uluslararası hukuk metinlerinde de karşılığını bulmuştur. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. Maddesinde yaşama hakkı düzenlenirken “Her ferdin gayrimeşru cebir ve şiddete korunmasını sağlamak için” işlenen fiiller”, yaşama hakkının istisnası olarak kabul edilmiştir. Anayasa’nın 17. maddesinin 3. bendi “meşru müdafaa hali, yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi, bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanma veya isyanın bastırılması (…)(3) veya olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılmasına kanunun cevaz verdiği zorunlu durumlarda meydana gelen öldürme fiilleri, birinci fıkra hükmü dışındadır.” demek suretiyle bir hukuka uygunluk nedeni olarak meşru müdafaa kurumuna işaret etmiştir.

Meşru müdafaa, kanuni tanımından yola çıkılacak olursa temel olarak kişinin, kendini veya üçüncü kişileri haksız bir saldırıya karşı saldırıyı def’etmek saikiyle savunmasıdır.

III. MEŞRU MÜDAFAANIN KANUNİ ŞARTLARI

Saldırıya İlişkin Şartlar;

a. Bir Saldırının Bulunması

Meşru müdafaadan bahsedilebilmesi için kanunda tanımlı olan “Gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırı”nın söz konusu olması gerekir. Bu saldırı icrai veya ihmali bir insan hareketi şeklinde olabilir. Örneğin fail belirli bir şekilde hareket etmek mecburiyetinde olup hareket etmeyerek mağdurun hareket özgürlüğünü kısıtlıyorsa burada ihmali suretle işlenmiş bir saldırıdan bahsetmek mümkündür. 3 4 Yargıtay, somut olayda ihmali surette olsa dahi saldırının varlığının meşru müdafaa hükümlerinin uygulanmasını gerektirir sebep teşkil edeceğini ifade etmektedir. Nitekim Yargıtay 1. Ceza Dairesi 1995/2520 E. , 1995/3237 K. sayılı kararında; “Olay gününden önce sanığın reşit olmayan kızını kaçırıp alıkoyarak kızlığını da bozan maktülün, olay günü de sanığın evine gelip, konut dokunulmazlığını bozduğu gibi, sanığı tehdit edip, evin pencere ve camlarını da kırdığı ve saldırgan davranışlarına devam ettiği sırada, sanığın silahsız maktule av tüfeğiyle ateş edip öldürdüğünün dosya içeriğinden açıklıkla anlaşılması; ayrıntıları Ceza Genel Kurulunun 28.12.1987 gün ve 524/695 sayılı kararında açıklandığı gibi, konut dokunulmazlığı saldırıya uğrayan sanığın bunu korumaya ve sağlamaya yönelik hareketlerinin yasal savunma şartları içinde mütalaa edilmesi gerekmekle birlikte, açıklanan olay içinde sanığın savunmada aşırılığa kaçtığının kabulü ile, TCK.nun 448, 50, 59. maddelerinin uygulanması suretiyle cezalandırılmasına karar verilmesinde zorunluluk olduğu halde, yazılı şekilde hüküm kurulması yasaya aykırıdır” demek suretiyle meşru müdafaaya konu olan saldırının ihmali surette de işlenebileceği, somut olayda konut dokunulmazlığını ihlâl şeklinde gerçekleşen ihmali fiille işlenen saldırı üzerinden ifade etmiştir. Keza, belirli bir yükümlülüğün ihmali de meşru savunma yönünden saldırı kabul edilebilir. Örneğin, gözaltı süresi dolmasına rağmen hukuka aykırı bir şekilde nezarette tutulmaya devam edilen kimsenin durumu böyle olup burada haksız saldırının varlığı yadsınamaz. 5 6 Yine Yargıtay Ceza Genel Kurulu 1987/524 E. , 1987/695 K. sayılı kararında; “Olayda yakınıcı ve yanındakiler sanığın konut dokunulmazlığına karşı haksız bir saldırıda bulunmuşlardı. TCY. 49. maddesinde "Gerek kendisinin, gerek başkasının nefsine veya ırzına vukubulan haksız bir taaruzu filhal defi zaruretinin bahis olduğu mecburiyetle.. işlenilen fiillerden dolayı faile ceza verilemez." hükmü konulmuştur. O halde meşru müdafaadan söz edebilmek için haksız bir saldırı olmalı ve bu saldırı kişinin veya başkasının nefsine veya tehlikeye konulmasıdır. Burada "nefis" kavramını açmak gerekirse; mehaz İtalyan Ceza Kanununda "kendisi" kavramı yerine kullanıldığını görmekteyiz. "kendisi" kavramı kişinin, vücut tamlığı, kişi güvenliği, sağlığı, kişisel özgürlüğü, şeref ve onur duyguları gibi kavramları kapsamaktadır.

Öğretide de "nefis" kavramı yukarıda açıklandığı şekilde kabul edilegelmektedir ( Dönmezer-Erman, U. Alacakaptan, F.Erem, Ö.Tosun'dan aktaran Turhan Tufan Yüce, Ceza Hukuku Dersleri, 1982, Sh. 255-257 ).

Sanık, konut dokunulmazlığını geceleyin bozan ve bunda direnen yakınıcı ve yanındakilere tabanca çekerek evini terketmelerini sağlamıştır. TCY. 193. maddesinde öngörülen suç hürriyet aleyhinde işlenen cürümler arasında düşünülmüş ve konut dokunulmazlığı kişiler için bir çeşit hürriyet niteliinde görülerek, kişiye sıkı sıkıya bağlı bir hak olarak kabul edilmiştir. Maddenin özünde konutun fizik varlığı ve mal niteliği değil, kişilerin güvenlik içinde barınabilecekleri bir yuva özelliği öngörülerek bu kavramın güven ve huzuru korunmak istenmiştir. Aksi düşünülseydi bu suçun mal aleyhindeki cürümler bölümündeki yer alması gerekirdi.

Konut dokunulmazlığını kişi hürriyetleri arasında kabul etmek zorunluluğu karşısında, konut dokunulmazlığı saldırıya uğrayan sanığın bunu koruma ve sağlama yönelik hareketleri TCK. 49. maddesinde öngörülen meşru müdafaa sınırları içinde kalmaktadır. Öyle ki sanık kendisini savunurken tabanca çekmekle yetinmiş, ateş dahi etmeyerek, haklı savunmasında aşırılığa kaçmadan taarruzu defetmek gayri bir gayesi bulunmadığını göstermiştir. demek suretiyle konut dokunulmazlığını ihlâl eden saldırgana karşı, suç teşkil eden fiilinde ısrar ederek konuttan ayrılmama şeklindeki ihmali davranışıyla haksız saldırıyı devam ettirdiği sürece, saldırıyı def’etmek amacıyla saldırıda bulunulmasının meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine işaret etmiştir.

Bu bağlamda başlayacağı muhakkak olan bir saldırıyı başlamış, bitmiş olmasına rağmen tekrarından korkulan bir saldırıyı sona ermemiş saymak zorunludur.  Yine burada saldırının vücut bulup bulmadığı hususuna ilişkin ayırıcı kıstas saldırının hazırlık hareketlerine başlanıp başlanmadığıdır. Örneğin A’nın kendisini öldürmek üzere plan yapan ve silah tedarik eden B’yi sokakta karşılaşması hâlinde öldürmesi durumunda meşru müdafaa hukuka uygunluk sebebinden yararlanması mümkün değilse de B’nin hazırlık hareketlerini icra etmeye başladığı noktada, örneğin kendisini öldürmek üzere evine silah ile girmeye çalıştığı sırada A’nın B’yi öldürmesi hâlinde kasten öldürme fiiline ilişkin aktif bir saldırı olmasa dahi meşru müdafaa durumunun varlığını kabul etmek gerekir. 7 Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu 1995/213 E. , 1995/271 K. sayılı kararında; “Maddi olayda; polis tarafından aranmakta olan maktül, arkadaşları ile birlikte saat.ll.00'de içki içmeye başlamış, saat 22.00 sıralarında sanığın lokantasına giderek içki içmeye devam etmişlerdir. Saat 24.00 sıralarında lokantaya gelen sanık, masaya davet edilmiş ve öldürülenle tanıştırılmıştır. Sanığın yanlışlıkla içki yerine su bardağını kaldırmasına kızan maktül, aşağılayıcı sözler söylemiş, durumu izah etmek isteyen sanığa hakaret ederek kızmıştır. İçki masasından kalkmak isteyen sanığa engel olmuştur. Maktülün şoförü, bir ara arabaya giderek getirdiği küçük çantayı ölene vermiştir. Devamlı tabancasının kabzasını okşayan maktül, yanında oturanlara "ben bu adamı vuracağım, cezasını vereceğim" demiş, arkadaşları kendisini sakinleştirmeye çalışmışlardır. Ayağa kalkan maktül, kendisine yol vermek isteyen sanığın göğsüne vurup oturmasını söylemiş ve masadan 2-2,5 metre uzaklaştığında, geri dönerek tabancasını çekip ateş etmiş, ancak tabancası tutukluk yapmıştır. Öldürüleceğinden korkan sanık, tabancasını çekmiş ve dört el ateş etmiştir. Yaralanan maktül, ilk tedavisinden sonra hastaneye götürülürken yolda ölmüştür. Olayın akışı ve işlenmesindeki özellikler ile maktülün kişiliği, sanığın olay sırasındaki ruhi durumu, ölenin davranışları ve her an ateş etme ihtimalinin bulunması nedeniyle öleni etkisiz hale getirmek amacıyla birden ziyade ateş edildiği nazara alındığında, zaruret sınırının aşılmadığının kabulü gerekmektedir.” demek suretiyle somut olayda, silahın tutukluluk yaptığı ve saldırının başlamadığı hâlde saldırının başlamasının kaçınılmaz olduğuna kanaat getirmiş ve meşru müdafaa hükümlerinin uygulanmasına karar vermiştir.

Somut olayda saldırıyı başlatanın tespit edilebilmesi, meşru müdafaaya dayanarak hüküm kurulabilmesi için zaruriyet arz etmektedir. Karşılıklı saldırının bulunduğu durumda her iki taraf açısından meşru müdafaa hükümlerinin uygulanması gerektiği, aksi uygulamanın “şüpheden sanık yararlanır.” ilkesine tezat teşkil edeceğine dair doktrinde ağırlık kazanmış bir görüş mevcuttur. 8 9 Yargıtay’ın ise saldırıyı başlatanın belli olmadığı durumlara ilişkin meşru müdafaa hükümlerinin uygulanmaması, sanıklar hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanması gerektiği yönünde kararları vardır. Yargıtay 3. Ceza Dairesi, 20.02.2011, 2009/18239 sayılı kararında; “Sanık Sevgihan ile mağdur Radife arasında çocukların kavga etmesi meselesinden dolayı tartışma çıktığı, çıkan tartışmaya sanık Sevgihan’ın kardeşi Servet ile mağdur Radife’nin yeğeni olan sanığın da katıldığı, sanığın olayda silahtan sayılan taş ile mağdur sanık Sevgihan’ı yaraladığı, sanık Sevgihan’ın da silahtan sayılan bıçakla mağdurlar Nur Banu ve Radife’yi yaraladığı, dolayısıyla her iki tarafın da olayda silah kullandığı, görgü tanığı olmayan olayda, olayın başlangıç nedeninin her iki tarafça farklı anlatıldığı buna göre sanık hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanması gerektiği halde sanık hakkında atılı suçtan mahkumiyet kararı verilerek haksız tahrik hükümlerinin uygulanması gerekirken meşru savunmanın varlığı kabul edilerek yazılı şekilde ceza tertibine yer olmadığına karar verilmesi”ni yasaya aykırı bulmuştur.

b. Saldırının Haksızlığı

TCK m. 25/1’de açıkça görüleceği üzere kanun koyucu meşru müdafaayı tanımlarken saldırının haksız olmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Burada “haksız” terimi bir yönüyle kişinin kanuni hakkının kullanılması durumları dışında olanı, bir yönüyle de hukuka aykırı olma durumunu ifade etmektedir. Burada saldırının haksızlığı meşru müdafaa açısından yeterli olarak görüldüğünden saldırının failinin “haksızlık bilinci” ile hareket edip etmediğinin yani irade yeteneğinin, cezai ehliyetinin bulunup bulunmadığı hususu meşru müdafaa açısından irdelenmesi gereken bir husus olmasa failin cezai ehliyetinin bulunmadığı hususunun anlaşılması hâlinde karşı saldırının bu çerçevede sınırlı olması gerektiğinin değerlendirilmesi gerekir. Dolayısıyla saldıranın cezai ehliyetinin olmaması hususu, karşı saldırıyı meşru müdafaa kapsamından çıkarıp hukuka aykırı kılmasa dahi karşı saldırıya ilişkin meşru müdafaada sınırın aşılması durumunun daha özenli irdelenmesini gerektirir bir durum teşkil etmektedir.

Burada değerlendirilmesi gereken bir diğer husus haksız saldırıya kasten neden olan ve kendi aleyhine bir meşru müdafaa hukuka uygunluk nedeni yaratan kişinin meşru müdafaa kapsamında kalan saldırıya ilişkin kendisini savunmasının hukuki değerlendirilmesidir. Örneğin, fail tarafından darp edilmekte olan kişiye ilişkin, üçüncü kişinin meşru müdafaa hâlinde saldırıya son vermek amacıyla bıçak çekmesi durumunda failin kendisine havaya doğru atış yapsa dahi tabancayla ateş etmesi bu bağlamda meşru müdafaa olarak değerlendirilemeyecektir. Lakin bu örnekte, üçüncü kişinin saldırının sona ermesi hâlinde bıçağı kullanarak kasten yaralama suçunun hazırlık hareketlerini icra etmesi durumunda meşru müdafaa sınırları aşıldığı için failin tabancasıyla havaya ateş etmesi ile yarattığı tehlikelilik hâli meşru müdafaa hukuka uygunluk nedenininden yararlanacaktır.

c. Saldırının Bir Hakka Yönelmiş Olması

Meşru müdaa 765 sayılı Kanunun 49. maddesi 2. fıkrasında şu şekilde tanımlıdır; “Gerek kendisinin gerek başkasının nefsine veya ırzına vukubulan haksız bir taarruzu filihal defi zaruretinin bais olduğu mecburiyetle işlenilen fiillerden dolayı faile ceza verilemez.” Kanun metninde açıkça yazıldığı üzere 765 sayılı Kanun döneminde meşru müdafaa hâli dar bir kapsamda değerlendirilmekte ve yaşam hakkı, cinsel dokunulmazlık hakkı gibi haklar dışındaki haklara, örneğin mülkiyet hakkına yönelmiş saldırılar bakımından meşru müdafaa hâli çoğunlukla kabul edilmemekteydi. Lakin 5237 sayılı Kanun meşru müdaafa durumunu “hakka yönelmiş haksız saldırı” hâlinde geçerli saymak suretiyle daha geniş yorumlamıştır. Burada hak kavramı sınırlandırılmamış olup hakkın hukuken korunmakta olan bir hak olup olmadığı, hakkın ihlâlinin cezai yaptırıma bağlanmış olup olmadığı hususları meşru müdafaanın var olup olmadığı noktasında kıstas teşkil etmemektedir. Kanun koyucu, hakları sınırlı olarak saymak yoluna gitmemiş dolayısıyla hakka yönelmiş haksız saldırı tanımı üzerinden hukuken anlamlı görülebilecek ve belli bir önemi haiz her türlü hakka yönelmiş haksız saldırıya dönük def’etmek amaçlı uygulanacak fiilin meşru müdafaa kapsamında hukuka uygunluk nedeninden yararlanması amaçlanmıştır. Burada önemli olan husus, korunmaya çalışılan hak ile meşru savunma fiili ile hedef alınan hak arasında orantılılık bulunması durumudur.

Burada belirtmek gerekir ki kamu düzenin korunması devlete ait bir görev ve yetki alanı olduğu için bireylerin bu alana ilişkin meşru müdafaa açısından koruma faaliyeti icra etmesi hukuka uygun değildir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, genel kamu düzenini ihlâl eden saldırının bireylerin haklarına da tecavüz edip etmediği hususu olup aktüel haklara sirayet eden bir saldırı hâlinin meşru müdafaa imkânını yaratacağı hususu tartışmasızdır. 10

d. Saldırının Halen Sürüyor Olması

Meşru müdafaaya ilişkin kanuni tanım, doktrindeki görüşler saldırı ile savunmanın aynı zaman dilimi içerisinde gerçekleşmesi gerektiğine işaret etmektedir. Yani mağdurun kendisini müdafaa amaçlı icra ettiği fiilin saldırı ile eş zamanlı olarak gerçekleşmesi gerekir. Başlaması olasılık dahilinde olan bir fiile karşı meşru müdafaa kabul edilmezken başlaması ihtimali kuvvetli olan, reaksiyon gösterilmediği hâlde saldırının def edilmesinin imkânsızlaşacağı durumda icra edilen fiilin ise meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmesi gerekeceği açıktır. Bu duruma işaret eden 1931 tarihli İtalyan Ceza Yasası "Saldırının değil ondan doğan tehlikelerin halen var olmasından" söz etmiştir.

 Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 1998/176 E. , 1998/276 K. sayılı kararında; “Olay günü sanık ve eşinin çalıştığı tarlanın yakınında  maktul ve annesinin de çalıştığı, bir el silah sesi duyulması üzerine, sanığın kayınpederi Ali’nin çalıştığı yere kendi tüfeğini de alarak koştuğu, olay yerine geldiğinde kayınpederinin vurulmuş olarak kanlar içerisinde yerde yattığıi maktul Mustafa Özkul’un da elinde tüfek olduğu halde sanığın kayınpederinin yanında beklediği, sanık tarafından henüz kayınpederinin öldüğünün bilinmediği, kayınpederine yönelik saldırının tekrarlanması olasılığının bulunduğunu, ayrıca maktulün, kolaylıkla silah kullanabilecek yapısı nazara alındığında; sanığa karşı saldırısının başlamasının muhakkak ve başladığı takdirde savunmayı olanaksız hale getireceği, bu şekilde saldırıya ilişkin koşulların gerçekleştiği, savunma ile saldırı arasında oran ve savunmada zorunluluk olduğu, bu oluşa göre sanığın öldürme fiilini yasal savunma koşulları altında işlediği anlaşıldığından, yerinde olmayan yerel mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.” demek suretiyle başlaması muhakkak ve başladığı takdirde savunmayı imkânsız hâle getirecek saldırının def edilmesinin meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmesi gerektiği hususuna dikkat çekmiştir. Yine Yargıtay Ceza Genel Kurulu 1991/1-4 E. , 1991/39 K. sayılı kararında; “Ancak, saldırının halen varlığını geniş manada anlamak ve başlayacağı artık muhakkak olan bir saldırıyı başlanmış, keza bitmiş olmasına rağmen tekrarından korkulan bir saldırıyı da henüz sona ermemiş saymak zorunludur ( Manzini, 343; Ranieri, 146; Magiore, 308; Antolisei, 212; R.De Lestang, No: 101 ). Saldırının bilfiil başlaması beklenecek olursa, bir çok hallerde savunma etkisini kaybetmiş olur. Örneğin, elindeki tüfeği ihtara rağmen bırakmayan bir kimse saldırıya başlamış sayılacağı gibi hasmını yere yıkan kişinin bu saldırısını daha ileri derecelere götüreceği anlaşılmakta ise yine saldırı sona ermiş sayılmaz ( Maggiore, 308 ). 1931 tarihli İtalyan Ceza Yasası "Saldırının değil ondan doğan tehlikelerin halen var olmasından" sözetmiştir. Henüz başlamamış bir saldırı da tehlike teşkil edebilir ve sona eren bir saldırının tekrar edilmesi tehlikesi de bulunabilir ( Pannain, 534; R.De Lestang, No: 101 ; Logoz, Art. 33, No: 2 a ). … Dosya içeriğine göre, sanık tarafından yapılmış hiçbir haksız hareket olmadığı halde, geceyarısı sarhoş olarak eve gelen maktul; sanığa karşı müessir fiilde bulunmuş, zorla livata yapmıştır. Çırılçıplak dışarı atılan sanığın pencereden içeri girmesi üzerine fiilini tekrarlamak istemiştir. Sanık, nefsine vaki saldırı üzerine sanığın yüzüne kızgın yağı dökmüş ve peşinden odaya giderek boğazını sıkmıştır. Ortada hiç bir şey yokken saldıran maktulün, yandıktan sonra yeniden ve daha şiddetli biçimde saldırması kuvvetle muhtemeldir. Tekrarından korkulan bir saldırı sözkonusudur. Nefse yönelik saldırının tekrar edilme tehlikesi bulunduğundan, tecavüz önlenememiştir. Sanık "Yandım" diyerek odaya giden maktulün, gelerek kendisini öldüreceği korkusuyla hemen peşinden odaya gitmiş ve onu öldürmüştür. Bu nedenle olayda yasal savunma sınırları aşılmamış ve fiil, yasal savunma koşulları içerisinde işlenmiştir.” demek suretiyle başlayacağı muhakkak olan bir saldırının başlanmış, keza bitmiş olmasına rağmen tekrarından korkulan bir saldırıyı ise sona ermemiş saymak gerektiğine işaret etmiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2000/1-22 E. , 2000/27 K. sayılı kararında; “Ancak, “saldırının halen varlığını” geniş manada anlamak ve başlayacağı artık muhakkak olan bir saldırıyı başlamış, keza bitmiş olmasına rağmen “tekrarından korkulan” bir saldırıyı da henüz sona ermemiş saymak zorunludur. Örneğin, elindeki bıçağı uyarıya rağmen bırakmayan bir kimsenin saldırıya başlamış sayılacağı, hasmını yere yıkan kişinin, saldırılarını daha ileri derecelere götüreceği anlaşıyorsa saldırı sona ermiş sayılamaz. Henüz başlamamış saldırı tehlike teşkil edebilir ve “sona eren bir saldırının tekrar edilmesi tehlikesi de” bulunabilir.” demek suretiyle yine bu hususa dikkat çekmiştir. Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 28.02.2011 tarih ve 2008/579 E. , 2008/1043 K. sayılı kararıyla; “ Sanık Aziz’in kızı Nuray’ın olay tarihinden yaklaşık iki gün kadar önce aralarındaki problemler nedeniyle maktul eşi Erdpğan tarafından babasının evine bırakıldığı, eşi Nuray’ı tekrar evine götürmek isteyen maktulün olay tarihinde gece saat 24.00-24.30 sularında sanığın evine geldiği, eşini geri götürme isteğine olumsuz cevap aldığı, kendisini geçirmek amacıyla avluya çıkan kayınvalidesi Hasibe’yi arabasından aldığı av tüfeğiyle ateş ederek öldürdüğü, sonrasında eve doğru yönelen maktulün evin kilitli kapısını tekmeleyerek açmaya çalıştığı ve av tüfeğiyle ateş ederek sanığı sol el ve sağ diz bölgesinden yaraladığı, maktulün ateş etmeye devam etmesi üzerine sanığın evinde bulundurduğu av tüfeğiyle kapıda meydana gelen açıklığa doğru ateş ederek maktulü öldürdüğü olayda; sanığın, kendisine yönelmiş gerçekleşen ve tekrarı muhakkak olan haksız saldırıyı o andaki hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetme zorunluluğu ile eylemini meşru savunma koşulları altında gerçekleştirdiği ve sanığın kapıyı açtıktan sonra evinden çıkarak dışarıda bulunan maktule ateş ettiğinin de somut delilinin bulunmadığı, böylelikle meşru savunmada aşırıya kaçılmadığı anlaşıldığından, 5237 sayılı TCK.’nun 25 ve CMK.’nın 223. maddeleri uyarınca sanığın beraatine karar verilmesi yerine, delillerin takdirinde hata ile yazılı şekilde cezalandırılmasına karar verilmesi… yasaya aykırıdır.” şeklinde olup aynı hususlara işaret etmektedir. 

Burada özellikle dikkat çekilmesi gereken husus, saldırı tamamen bittikten sonra, tekrarı kuvvetli bir ihtimale dayanmıyorsa, saldırıya uğrayananın saldırıyı gerçekleştirene dönük suç teşkil eden fiilllerinin haksız tahrik bağlamında değerlendirilmesi gerekeceği hususudur. Bu durum, hukuk düzeninin ihkak’ı hak yasağı çerçevesinde saldıranın suç teşkil eden fiiline ilişkin cezai yaptırıma maruz kalması gerekse dahi bunun saldırılan tarafından tatbikine göz yumulmayacağı, zor uyguluma noktasındaki şiddet tekelinin devletin nezdinde olduğu, icra edileceği ve devredilemeyeceği noktasındaki temel ilkesel bakışının doğal bir sonucudur. Bu hususa ilişkin Yargıtay 1. Ceza Dairesi 2008/2454 E. , 2008/3995 K. sayılı kararında; “Maktulün 2004 yılı Kasım ayında sanığın zorla ırzına geçerek hamile kalmasına ve bu nedenle kürtaj yapılmasına neden olduğu, daha sonraki tarihlerde de maktulün zorla sanığın ırzına iki kez geçtiği, olay gününden bir gün önce maktulün eşi ve çocuğunu sanığın anne ve babasıyla ile birlikte kaldıkları eve ziyarete geldikleri, olay günü sabah saatlerinde sanığın anne ve babası ile maktulün eşi ve çocuğunun dışarı çıkmalarından sonra evde yalnız kalan sanığın maktule telefon açarak görüştüğü, daha sonra aralarında karşılıklı telefon görüşmeleri olduğu ve bir süre sonra da maktulün eve geldiği, yanında omzunda asılı vaziyette av tüfeği bulunduğu; sanık ile ahırın önünde karşılaştıklarında maktulün sanığı ahıra doğru çekmek istediği, sanığın karşı koyduğu, aralarındaki itişme sırasında maktulün omzundaki av tüfeğinin yere düştüğü, tefeği yerden alan sanığın maktule doğrultarak “üzerime gelme beni rahatsız etme” diye söylediği buna rağmen maktulün üzerine gelmeye devam etmesi üzerine av tüfeğiyle bir el ateş ederek vurup öldürdüğü olayda, sanığın eyleminin tahrik altında öldürme suçunu oluşturduğu, olayda başlangıçta meşru savunma koşulları olmasına rağmen maktule ait av tüfeğini ele geçiren ve bu şekilde saldırıyı defetme imkânı bulunan sanığın maruz kaldığı önceki günkü olayların ve olay anında maktulden kaynaklanan haksız davranışlarının etkisiyle ağır tahrik altında atılı suçu işlediği ve bu nedenle tahrik altında adam öldürme suçundan hüküm kurulması gerekirken yazılı şekilde eylemin yasal savunma sınırları içerisinde işlendiğinin kabul edilmesi” hukuka aykırı bulunmuştur. Burada konuyla ilgili irdelenmesi gereken bir diğer husus, maktulün olayların gelişim sürecini beyan edebilmesinin imkânsızlığı nedeniyle olay örgüsünün sanığın hikâyesi üzerinden tek taraflı olarak dinlenebildiği, her ne kadar sanığın “şüpheden sanık yararlanır.” ilkesi gereği belirttiği hususlara ilişkin hukuki açıdan lehine olan unsurlardan aksini gösterir bir durum yoksa vicdani kanaate göre yararlandırılması gerekse de maktulün kendini ifade edemediği durumda, sanığın her söylediğinin doğru kabul edilmek suretiyle maktul aleyhine bir cezasızlık hâli yaratılması vicdani ölçülere ve hukuka aykırı olacaktır. Burada, yaşam hakkına dönük vahim saldırının, saldırının ve yöneldiği hakkın ehemmiyeti ile doğru orantılı olarak ciddiyetle irdelenmesi, sanığın anlatımı ile yetinilmemeli, sanığın meşru müdafaa veya haksız tahrik hükümlerinden faydalanmak amacıyla anlatımını bu doğrultuda şekillendirebileceği göz önünde bulundurulmalı ve ölüm neticesini doğuran hadisenin cezasızlık durumuyla örtülmesinin önüne geçilmelidir.

Savunmaya İlişkin Şartlar;

a. Savunmada Zorunluluk Bulunması

Kanun koyucu, TCK m. 25/1’de “defetme zorunluluğu” şeklindeki ibareyle meşru müdafaaya ilişkin savunmada zorunluluk bulunmasını kanuni bir şart olarak belirlemiştir. Burada zorunluluk kıstasına ilişkin belirlemede ceza yargıcının birden fazla unsuru göz önünde bulundurması zaruridir. Savunmanın haklı ve zaruri kabul edilebilmesi için saldırılan kişinin başka türlü saldırıdan kurtulma imkânının bulunmaması gerekir.

Burada değerlendirilmesi gereken bir diğer husus savunmaya dönük olarak izlenen yöntemin ve kullanılan aracın bahse konu haksız saldırıyı net bir biçimde sona erdirmeye yeterli olmasıdır. Sadece haksız saldırıyı durdurmaya dönük değil aynı zamanda haksız saldırının durdurulması sırasında saldırıya uğrayan kişinin emniyetinin azami ölçüde korunmasının sağlanması savunma yönteminin ve aracının değerlendirilmesi noktasında göz önünde bulundurulması gereken bir diğer husustur.

Saldırıyı sona erdirecek ve saldıran kişinin saldırı fiilini tekrarlamasını kati surette engelleyecek savunma yöntemi yani yeterli savunma imkânı tercih edilmelidir. 11  Buna en hafif vasıtanın kullanılması kuralı denilmektedir. Saldırı bıçakla def edilebilirken silah kullanılması durumu bu kurala aykırılık teşkil ederek mevcut durumu meşru müdafaa kapsamı dışına çıkaracaktır. Lakin kişinin daha az zarar verici bir savunma aracını kullanması durumu kendisi açısından risk yaratacak ise bu durumda en hafif vasıtanın kullanılması kuralı geçerli olmayacaktır. Saldıran kişinin etkili bir biçimde yumruk attığı durumda, saldırılan kişinin muşta kullanarak bilfiil kavga içerisine girmesi yerine tabancayı doğrultmak suretiyle kendisini müdafaa etmesi örneğinde bu durum tartışılabilir. Nitekim hukuk düzeninin saldırılan kişi açısından bu tarz bir rizikonun alınmasını beklemesi söz konusu olamaz. Yine saldıran kişinin bıçak kullandığı durumda, saldırılan kişinin bıçak yerine tabanca kullanması hâli, meşru müdafaada bulunananın kendisi açısından riziko almayı istememesi anlaşılır bir durum olduğundan savunmayı meşru müdafaa sınırları dışına çıkarmayacaktır.

b. Savunmanın Saldırıya ve Saldırana Karşı Yapılması;

Meşru müdafaa kapsamındaki, saldırıyı durdurmaya dönük savunmanın, saldırının bir sonucu olması ve saldırana karşı yapılmış olması gerekir.

c. Savunmanın Saldırı ile Orantılı Olması;

5237 sayılı Kanun’un gerekçesinde meşru müdafaaya ilişkin orantılılık bahsinde şu tanımlara yer verilmiştir; “Saldırı ile orantılı biçimde olması, yani saldırıyı defedecek ölçüde olması, meşru savunmanın temel koşullarından birisi olarak kabul edilmiştir. Saldırıya uğrayan kişi, ancak bu saldırıyı etkisiz kılacak ölçüde bir davranış gerçekleştirdiği takdirde, meşru savunma hukuka uygunluk nedeninden yararlanacaktır.” Bu hüküm bahsinde, sadece kullanılan araç değil, somut olayda kullanılan aracın saldırıyı durdurma ve saldırıya uğrayanın azami ölçüde emniyetini sağlama hususu noktasında zaruriyetidir. Örneğin yumruk sallayan birine karşı silah kullanmak orantılı olmayacaktır. Ancak saldırıya uğrayan kişinin görece çelimsiz, güçsüz olması hasebiyle kendini koruyamayacak olması hâlinde karşı tarafı caydırma, saldırıya son verme amaçlarıyla silah kullanımı noktasında meşru müdafaa hususu tartışmaya açılabilir. Yine saldıran kişinin profesyonel dövüşçü olduğu durumda, saldırıya uğrayan kişinin fiziki gücüyle bahse konu saldırıyı sona erdiremeyeceği durumda silah kullanması durumu için de bu husus geçerlidir. Dolayısıyla meşru müdafaada orantılılığın, doktrinde basit bir biçimde araçlar arasındaki etkililik açısından orantılılık açısından tartışılması ve uygulamada tatbiki yetersiz olup somut olay nezdinde saldırıyı def’etmek açısından gerekli ve yeterli aracın ne olduğu noktasında ayrı ayrı irdelemelerin yapılması gerekeceği açıktır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu 1990/1, 1990/366-5 K. sayılı kararında; “…Farklı olmakla birlikte aynı ölçüde etkin olan araçlar arasında nispet var sayılmalıdır. Saldırganın kullandığından daha etkin bir aracı, saldırıyı önleyecek biçimde kullanmış olan kimsenin, nispet koşuluna aykırı davranmış olduğu söylenemez. … Ölenin balta ile sanığın nefsine yönelik saldırıya geçtiği… sanığın , saldırı ile savunma arasında dengeyi geçmeyecek biçimde karşı koymak sureti ile tabanca ile ateş edip..” şeklinde kurmuş olduğu hükümde baltaya karşı tabancayla karşılık verilmesini, meşru müdafaada orantılılık bağlamında geçerli varsaymıştır. Bu kararda araçların etkililik açısından kıyası neticesinde orantılılık olduğuna kanaat getirilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, salt kullanılan araçlar açısından yapılan kıyaslamanın yeterli olmayacağı, somut olay nezdinde araçların etkiliklerinin, saldırganların saikleriyle beraber değerlendirilerek hüküm kurulması gerektiği, elinde balta tutan sabit bireye dönük, 10 metre öteden tabancayla ateş açmak suretiyle saldırıda bulunulmasının araçların etkilik kıyasının ötesinde bir irdeleme gerektireceği açıktır.

İkincil olarak değerlendirilmesi gereken husus, saldırıya uğrayan hak ile meşru müdafaa kapsamında saldırılan hak arasında orantılılık bulunmasıdır. Saldırının yöneldiği hakkın, meşru müdafaa kapsamında uygulanacak savunmanın yöneldiği hakka göre daha önemsiz veya eşit düzeyde önemli olmalıdır. Örneğin bu bağlamda, mülkiyet hakkı ile hayat hakkı arasında bir orantılılık olduğu söylenemez.

KASTEN ÖLDÜRME SUÇU BAĞLAMINDA MEŞRU MÜDAFAA SINIRININ AŞILMASI

TCK m. 27/2; “Meşru savunmada sınırın aşılması mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza verilmez.” demek suretiyle meşru müdafaada sınırın aşılması hâlinde ceza uygulanmayacak durumları sıralamıştır. Buna göre kişinin meşru müdafaa ile korunabilecek bir hakkının bulunması, saldırıya ilişkin şartların bulunması, savunmaya ilişkin şartlardan “ölçülülük ya da orantılılık” şartının, savunma lehine ihlâl edilmesi ve sınırın aşılmasının mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmesi durumunda cezai yaptırıma gidilmeyecektir. Bu durumda, kişinin, maruz kaldığı saldırı karşısında içine düştüğü heyecan, korku veya telaş dolayısıyla davranışlarını yönlendirme yeteneğinin ortadan kalkması söz konusu olacağından, meşru müdafaada sınırın aşılmasından dolayı kusurlu sayılmayacağı kabul edilir. Zira kişi sırf maruz kaldığı saldırının etkisiyle, “heyecan, korku veya telaşa” kapılarak meşru müdafaada sınırlarını aştığında bu maddeden yararlanabilecek, buna karşılık saldırının etkisi yanında, saldırıdan kaynaklanmış olsa bile, öfke gibi nedenlerle sınır aşıldığında ise aynı korumadan faydalanılması söz konusu olmayacaktır. Başka bir deyişle, failin amacı, saldırının def’edilmesinden çok, kin duygusunu tatmine yönelik ise meşru müdafaada sınırın aşılması değil, ancak haksız tahrik söz konusu olabilecektir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2012/1-1557 E. , 2014/233 K. sayılı kararında; “Savunmanın, meşru savunma şartlarında başladığı, ancak orantılılık ilkesinin ihlal edilmesi sebebiyle meşru savunmanın gerçekleştiğinin kabul edilemeyecek olmasına göre bu durumda, 5237 Sayılı T.C.K.nun 27. maddesinde düzenlenen "sınırın aşılması"nın söz konusu olup olamayacağının değerlendirilmesi gerekmektedir. Sanığın, mağdurun göğüs bölgesine doğru tabancayla ateş ettiği ve sınırın kastla aşıldığı sabit olduğuna göre, maddenin 1. fıkrasının olayda uygulanma şartlarının bulunmadığı açıktır.

Kanun koyucu tarafından sadece meşru savunmaya dair olarak kabul edilen ve anılan maddenin 2. fıkrasında düzenlenen mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelen sebeplerle sınırın aşılmasının olayda uygulanmasının söz konusu olup olamayacağına gelince; ticari taksi şoförlerine yönelik olarak özellikle geceleri gerçekleştirilen yağma ve öldürme olaylarının sanığın üzerinde olumsuz bir psikolojik etki oluşturmuş olması, olay tarihi itibariyle 61 yaşında olan sanığın yirmili yaşlarda bulunan maktul ve arkadaşlarının kendisine zarar vereceklerinden korkmuş bulunması, olay sırasında parkta olup tarafları ayırmak için gelen ve maktulün mahalleden arkadaşları olan tanıkların da maktul ve arkadaşlarıyla birlikte kendisine saldıracaklarını düşünmesi göz önüne alındığında, meşru savunmada sınırın mazur görülebilecek bir heyecan, korku ve telaşla aşıldığının kabulü zorunludur. Sanığın, maruz kaldığı saldırının etkisiyle içine düştüğü psikolojik hal sebebiyle heyecanlanması, paniğe kapılması ve hatta korkması, bunun sonucunda da meşru savunma sınırını aşması hayatın olağan akışında beklenebilecek bir durum olup, somut olayda T.C.K.nun 27. maddesinin 2. fıkrasının uygulanma şartları gerçekleşmiştir.” Görüleceği üzere Yargıtay, somut olan nezdinde, ilgili saldırının sınırı aşan saldırgan açısından uyandıracağı psikolojik durumları, tarafların yaşlarını, yaşlarının fiziksel kuvvetlerine etkisini, mesleki risk faktörlerini ve geçmişte yaşanan olayları da ele almak suretiyle ayrı ayrı değerlendirmiş ve hüküm kurmuştur.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2012/1-1286 E. , 2013/264 K. sayılı kararında; “Aynı yaşta olup, aynı köyde yaşamakta olan mağdur ve sanık arasında olaydan bir yıl kadar öncesine dayanan husumetin olduğu, olay günü hayvanlarını sulamak amacıyla yoldan geçmekte olan sanığa köy kahvehanesinde oturan mağdurun ters ters baktığı, sanığın hayvanlarını suladıktan sonra dönüşü sırasında mağdurun bu kez önüne geçerek; "geçen sene yediğin dayaktan akıllanmadın herhalde" dediği, sanığın üzerine saldırarak onu yere yatırdığı ve yerde üzerine çıkarak vurmaya ve boğazını sıkmaya başladığı, bu sırada mağdurun kardeşi B.'ın da mağdura yardım ederek sanığın ayaklarını tuttuğu, sanığın tüm çabasına rağmen saldırıdan kurtulmayı başaramadığı, sanığın üzerinde bulunan mağdurun, boğazını sıkmak ve vurmak suretiyle saldırısını devam ettirdiği, sanığın devam eden saldırıdan kurtulmak amacıyla köy hayatında yanında bulundurmasının mutad olduğu 8 cm. uzunluğundaki çakı bıçağını sağ cebinden tek eliyle çıkarıp açtığı ve üzerinde bulunan mağdura rastgele sallaması sonucunda mağdur B.'ın sol koltuk altı bölgesinden yaralandığı, mağdurun üzerinden kalkmasını sağlamak için sanığın çakı bıçağını bu kez mağdurun bacağına doğru salladığı, mağdurun dizinde çizik oluşturacak şekilde yaralanma meydana geldiği, sanığın bu şekilde yaralanan mağdur B.'ın altından kurtulduğu, yaralanması nedeniyle saldırısını sona erdiren mağdur B.'a karşı sanığın engel bir neden olmamasına rağmen eylemini devam ettirmediği ve olay yerinden uzaklaştığı, mağdurun sol arka taraftaki göğüs boşluğuna nafiz ve akciğer yaralanması nedeniyle hayati tehlike geçirecek, sol diz bölgesindeki çizik şeklindeki yaralanması nedeniyle de basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralandığı, sanığın olaydan beş gün sonra kendiliğinden gelerek teslim olmasından sonra alınan adli raporunda; boyun bölgesinde yaygın iyileşmiş sıyrık izleri, sağ kulak arkasında şişlik, sol omuzda ekomotik alanlar, bel bölgesinde iyileşmeye başlamış ekimozlar, başın arka kısmında ağrı ve hassasiyet tespit edildiği anlaşılmaktadır. … Kanun koyucu tarafından sadece meşru savunmaya ilişkin olarak kabul edilen ve anılan maddenin 2. fıkrasında düzenlenen mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelen nedenlerle sınırın aşılmasının olayda uygulanmasının söz konusu olup olamayacağına gelince; sanığın aralarında geçmişe dayalı husumet bulunan mağdurun kendisine saldırarak yere yatırması, vurmaya ve boğazını sıkmaya başlaması, mağdurun kardeşi Burak'ın da ayaklarından tutması nedeniyle tüm çabasına rağmen ellerinden kurtulamaması göz önüne alındığında, meşru savunmada sınırın mazur görülebilecek bir heyecan, korku ve telaş ile aşıldığının kabulü zorunludur. Sanığın, maruz kaldığı saldırının etkisiyle içine düştüğü psikolojik hal nedeniyle heyecanlanması, paniğe kapılması ve hatta korkması, bunun sonucunda da meşru savunma sınırını aşması hayatın olağan akışında beklenebilecek bir durum olup, somut olayda TCK'nun 27. maddesinin 2. fıkrasının uygulanma şartları gerçekleşmiştir.” demek suretiyle sanıkla mağdur arasında geçmişe dayalı husumet bulunması, sanığın iki kişinin saldırısına uğraması ve bütün bunların yarattığı olası sonuçları değerlendirmiş ve sanık lehine TCK m. 27/2 hükümlerinin uygulanması gerektiğine karar vermiştir.

Yargıtay 1. Ceza Dairesi 2015/19 E. , 2015/3784 K. sayılı kararında; “ Oluşa ve dosya kapsamına göre; Sanık ... ile maktül ... tanık ... ile birlikteliklerinin olduğu, olaydan yaklaşık bir yıl önce tanık ...'in maktülden gizli olarak sanık ...'nin evine gittiği ve orada ... ile birlikte oturdukları esnada maktülün eve gelerek sanık ile tanığın birlikte oturduğunu gördüğü ve sanık ile maktül arasında bu nedenle husumet oluştuğu; Olay günü tanık ... ile maktülün birlikte kendisine ait evde oturduğu sırada tanık ...’e ait telefona mesaj geldiği, maktülün gelen mesajı tanık ...'den sorduğunda...'in teyzesi ile ilgili olduğunu söylediği, ancak maktül ile tanık ...in tartışmaya başladıkları ve maktülün tanık ...’e tokat atması üzerine de tanığın kendisine ait olan evden ayrıldığı, kullanmakta olduğu telefonunu o esnada evde bıraktığı ve maktülün de evde bırakılan bu telefona bakarak biraz önce tanığa gelen telefonla bağlantılı olarak sanık ...'ye cep telefonundan mesaj çekerek "Onun bunun sevdiği insana bulaşmanın elbet bir bedeli vardır, onun yoksa namusu, ben sorarım, ama sonu çok kötü olacak, kart pezevenk görüşeceğiz seninle sen daha G.. Ş..'i tanımıyon ama son hakkını da kullandın artık af yok sen yalvar hadi" diye tehdit ettiği, akabinde akşam saat 22:00 sıralarında da sanığın evine gittiği, önce zile bastığı ancak sanığın kapıyı açmadığı, bunun üzerine kapıya omuz atarak zorla içeriye girmeye çalıştığı, bu esnada sanığın yaşlı olması ve yalnız yaşaması nedeniyle evde dolu vaziyette hazır bulundurduğu av tüfeğini yanına alarak kapıya yöneldiği,… Sanığın kendisine mesaj çekerek ölümle tehdit eden, akabinde yaşadığı eve saat 22:00 sıralarında gelip zorla içeriye girerek, elindeki cam parçası ile saldırmaya çalışan maktülü, içinde bulunduğu korku ve endişenin etkisiyle av tüfeği ile ateş ederek öldürmesinde, sanığın maktül için onu bekleyerek yapmış olduğu özel bir hazırlığın bulunmayışı, yine husumet veya intikam duygusuyla hareket ettiğine ilişkin bir delilin olmayışı, olayın yeri, zamanı sanık ile maktülün kullandığı vasıtalar, yaşları ve fiziki durumları nazara alındığında, sanığın kendisine yönelmiş, gerçekleşen ve tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anki hal ve şartlara göre, saldırıyla orantılı bir şekilde defetme zorunluluğunda bulunmasına rağmen, bu sınırı mazur görülebilecek bir heyecan, korku ve telaşla aştığı anlaşıldığı halde, TCK.nun 27/2 ve CMK.nun 223/3-c maddeleri uyarınca ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmesi yerine, yazılı şekilde delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek, TCK.nun 81, 29, 62 maddelerinden hüküm kurulması” bozmayı gerektirmiştir. Görüleceği üzere; Yargıtay somut olayda yine, sanıkla maktul arasındaki yaş farkının doğuracağı fiziksel güç orantısızlığını, olay yerinin sanığın evi olmasını ve sanığın konut dokunulmazlığı hakkının ihlâlini sanık lehine değerlendirmiştir. Sanığın somut olayda kendisinden genç ve kuvvetli olan maktule karşı, cam kırığına görece son derece orantısız olan av tüfeğini kullanarak maktulü öldürmesini, saldırının sanığın evine tecavüz hâlinde gerçekleşmiş olması ve sanığın görece daha zayıf bir alet kullanarak hayat hakkına yönelecek olası bir rizikoyu kabullenmesinin beklenemeyeceği gerçeğiyle beraber değerlendirmiş ve sanık lehine TCK m. 27/2 hükümlerinin uygulanmasına karar vermiştir.

Yine Yargıtay 1. Ceza Dairesi, 2007/5329 E. , 2008/1382 K. sayılı kararında; “Kız kardeşinin kocası olan sanıkla uzun zamandan beri husumeti bulunan maktulün, omzunda av tüfeği, elinde tabanca olduğu halde, saat 18.00 sıralarında, araçla eşi ve çocuğu ile birlikte evine gitmekte olar sanığın önüne çıktığı, tabanca ile sanığa ateş etmeye başladığı, maktulün elindeki tabancanın kurusıkı olduğunu bilmeyen sanığın, meşru savunma koşulları içinde, maruz görülebilecek heyecan, korku ve telaşa kapılarak araçta bulunan kayınpederine ait ruhsatsız tabancayı aldığı, araçtan indiği, önce havaya, daha sonra da silahlı saldırının devamı sırasında, tabanca ile maktule iki el ateş ettiği, bu atışlar sonucu maktulün göğüs bölgesinden ve yüzünden isabet alarak öldüğü olayda; 5237 sayılı Yasa'nın 27/2. maddesi uyarınca ceza verilmesine yer olmadığı kararı yerine, yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi”ni hukuka aykırı bularak bozmuştur. Görüleceği üzere somut olayın yukarıda belirttiğimiz kıstaslar ile irdelenmesi ile sanık lehine hüküm kurulmuştur.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2013/1-26 E. , 2013/150 K. sayılı kararında; “Maktûlün gece saat 04.00 sıralarında sanığın eşi ve üç çocuğu ile birlikte yaşadığı eve girmesi ve Ramazan isimli bebeklerini kucağına almış olması şeklindeki eylemi sanığa ve ailesine yönelik haksız bir saldırı niteliğinde ise de; sanığın eşinden bıçak istemesi ve polise haber verilmesinin ardından, bebeği bırakıp elbise dolabında saklanan ve kaçma dışında başka bir amaç gütmeyen maktûlün saldırısı sona ermiş, fakat sanık maktûlün kaçmasını engellemek amacıyla onu sağ kalçasından bir bıçak darbesi ile yaralayarak Adli Tıp Kurumu raporuna göre ölüm nedenlerinden biri olan eylemi gerçekleştirmiştir. Elbise dolabında saklanan, daha sonra doğrudan kaçmak için pencereye yönelen maktûlün sanığa yönelik herhangi bir hamlesinin de olmadığı olayda mazur görülebilecek bir korku, panik ya da heyecanın tesiri ile meşru müdafaada sınırın aşılmasından söz edilemeyeceğinden, 5237 sayılı TCK’nun 27. Maddesinin 2. fıkrasının uygulanma şartlarının oluştuğu söylenemeyecektir.” demek suretiyle haksız saldırının sona ermiş olması, haksız saldırının yöneldiği hak ile savunma fiilinin yöneldiği hak arasındaki orantısızlık durumunun TCK m. 27/2 bağlamında hükmün uygulanması noktasında kıstas teşkil edeceğini ifade etmiş ve buna göre hüküm kurmuştur.

-------------------------------------

1 Gözübüyük, Abdullah Pulat, Modern Ceza Hukukunda Mal İçin Meşru Müdafaa, Adalet Dergisi, Yıl:1942, S: 3, s. 589, dn. 2.

2 Honig, Richard ( Çev: Av. Dr. Şemseddin Alp) Roma Hukuku, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ebüzziya Matbaası, İstanbul 1938, s. 284

3 Artuk, Gökçen, Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 2014, s. 380

4 Maurach, Reinhart, Deutches Strafrecht, Algemeiner Teil, 4. Auflage, Karlsruhe 1971, s. 308

5 Artuk, Gökçen, Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 2014, s. 385

6 Ebert, Udo, Strafrecht, Allgemeiner Teil, 3 Baskı, Heidelberg 2001, s. 72

7 Artuk, Gökçen, Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 2014, s.384

8 Koca, Mahmut- Üzülmez, İlhan, Türk Ceza Kanunu Genel Hükümler, 2012, s.247

9 Hakeri. Hakan, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 15 Baskı, 2013, s.260-261

10 Artuk, Gökçen, Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 2014, s.388

11 Artuk, Gökçen, Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 2014, s. 391