“CMK m.250 ile görevli/yetkili mahkeme” adı ile bilinen özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin ömürleri uzun olmadı. Devlet güvenlik mahkemelerinin devamı olan bu mahkemeler, Türk Hukuku’nda hiç kaybolmayan devletçi ve özel anlayışın bir yansıması olarak 1 Haziran 2005 ile 5 Temmuz 2012 tarihleri arasında yaşamlarını ve yargılama faaliyetlerini sürdürdüler. Usul kuralları çok farklı olmasa da, sıkıyönetim mahkemeleri ile devlet güvenlik mahkemelerinden gelen alışkanlıkların teamüle dönüşüp devam ettiği, bu sebeple de özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde görülen soruşturma ve kovuşturmaların şüpheli ve sanıklar bakımından zor geçtiği herkes tarafından bilinmekte idi.

Aslında bir ülkenin savcıları, hakimleri ve mahkemeleri pek değişkenlik göstermez. Tabii hakim/mahkeme güvencesi, bireyin uyuşmazlığa konu işlem ve eylemi tarihinde görevli ve yetkili olan hakim, mahkeme ve savcının değişmemesi, o uyuşmazlığın yargılamasını yapıp çözmesi gerekir. Ancak senin mahkemen – benim mahkemem, senin hakimin – benim hakimim, senin savcın – benim savcım anlayışı olduğu, tabii hakim/mahkeme güvencesi yerine, kanuni hakim/mahkeme güvencesi adı ile aslında güvencesi olmayan hak kabul edildiği sürece, Türk Yargı Sistemi düzelmeyecek, yargı birliği sağlanamayacak, dolayısıyla da yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı arafta ve tereddütlü kalmaya devam edecektir.

Özel yetkili savcılar, hakimler ve ağır ceza mahkemeleri; peşin gözaltı, kapsamlı arama, genel elkoyma, uzun süreli ve basmakalıp sözlere dayalı tutuklama, soruşturmaların savunma makamından gizlenmesi, yasak olduğu halde basın-yayın organları ile paylaşılması, bu yolla oluşturulan algı ve yargısız infaz, şüpheli veya sanık lehine delil toplayıp değerlendirmede yaşanan sorunlar, soyut talep ve gerekçelerle verilen koruma tedbiri kararları, hukuka aykırı delillerin kullanılması, sınırsız telefon ve ortam dinleme, teknik takip, soruşturma ve özellikle teknik takipler ile sonuçlarının kolluğun kontrolünde olması, “suç örgütü” kavramının kişi hak ve özgürlüklerini aşırı sınırlayacak şekilde uygulanması, savunma hakkını zedeleyen gizli tanıklığa aşırı itibar edilmesi, duruşmada geçen tüm konuşmaların sözlü yargılama usulüne uygun olarak her davada kayıt altına alınmaması, yargının ağır işleyişi, eşitlik, dürüst yargılanma hakkı ve takdir yetkisini kişi özgürlüğü hakkını birey aleyhine kullandıkları gerekçesiyle sürekli eleştirilmişlerdir. Karşı görüş ise özel yetkili savcılar, hakimler ve mahkemelerin; suç işleyenlerin yakalanıp adalet önüne çıkarılmak suretiyle cezalandırılmalarında, suçların önlenmesinde, bu yolla kamu düzeni, barışı, güvenliği ile kişi hak ve hürriyetlerinin korunması konusunda başarılı olduklarını ileri sürmüşlerdir. Kimisi de, bu mahkemeleri devletçi görüp, siyasi hareket etmekle, yargılama kurallarını gözardı edip kendi yargılama kurallarını oluşturarak, hukuku araç olarak kullanıp muhalif veya farklı görülen insanları meşru yolla sindirmekle itham etmiştir.

Demokratik hukuk toplumunun esası; açık görüşlülüğe, çoğulculuğa ve hoşgörülü olmaya dayanır. Demokratik hukuk toplumu sorunlarını, bir tarafı sindirerek değil tarafları uzlaştırarak çözer. Uyuşmazlık yaşayan toplum kesimleri ve bireyler menfaatlerde uzlaştırılmalı ve barıştırılmalıdır. Kamu kudretini kullanma yetkisine sahip kılınmış devlet, hukukun evrensel ilke ve esasları ışığında kabul edilen kuralları adaletli, doğru, dürüst, eşit ve hızlı uygulamak zorundadır. Toplumsal mutabakat, bu taahhüt karşılığında sahip olduğu kamu kudretini “devlet” adlı kamu tüzel kişiliğine vermiştir.

Yargının siyasileşmesine/siyasileştirilmesine karşı bir hukukçu olarak, hukukun evrensel ilke ve esasları uyarınca neyin doğru, neyin yanlış olduğunu herkesin de bildiğine, ancak yargı ile siyasetin bağı kesilemediği için hukuk alanında birçok olumsuzluğun yaşandığına inanmaktayım. Yargı ile siyaset arasında kopmayan bağ, hukuk kurallarının düzenlenmesi Yargı ile siyaset arasında kopmayan bağ, hukuk kurallarının düzenlenmesi, asıl olarak da uygulanması sırasında sorunlara, en önemlisi de objektif ve sübjektif yargı tarafsızlığının zedelenmesine sebebiyet vermektedir.

Adaletin amaç, hukuk kurallarının bu amaca ulaşmak için eşit, dürüst ve iyi uygulanması gereken araç olduğu, birey - kamu yararı dengesinin gözetilmesi zorunluluğu dikkate alınmadığında, ortaya çıkan manzaranın hukuk düzenine, kişi hak ve hürriyetlerinin güvencelerine hizmet etmediği görülmektedir.

Sözün özü; yukarıda kısaca açıkladığım gerekçeler çerçevesinde özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin 5 Temmuz 2012 tarihinde sonlandırılan yetkileri bu defa tümden, bu mahkemelerin yerine kurulan Terörle Mücadele Kanunu (TMK) m.10 ile görevli/yetkili mahkemeler de kaldırılıp, bunların yerine benzer devletçi mahkemeler kurulacaksa, belki sorun bazı kişi, olay ve dosyalar yönünden çözülebilecek, fakat asıl meseleyi teşkil eden hukuk güvenliği hakkı, eşitlik ve adalette yaşanan kronikleşmiş sorunlar devam edecektir.

Akla gelen sorular;
1- 6352 sayılı Kanunun geçici 2. maddesinin 4. fıkrası kaldırıldığında ne olacak? 5 Temmuz 2012 tarihi öncesinde özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde açılan davalarda, gerek yerel mahkeme ve gerekse temyiz aşamasında olanlar duracak, özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin ve hakimlerinin görevleri tümü ile bittiğinden ve görev kamu düzeninden olduğundan, bu dava dosyaları yeni görevli ve yetkili mahkemelere gönderilecektir.

2-  Bu dosyalar hangi mahkemelere gidecek? Muhtemelen Türk Ceza Yargısı’nda genel – özel yetkili ayırımı kalkacak, yerine uzmanlığa, yani ihtisaslaşmaya dayalı mahkeme sistemi gelecek. Böylece, “yargı birliği” ilkesine uygun, herkesin aynı usul ve esaslarla yargılanacağı bir yargılama usulüne geçilecek. Devam eden dosyalar, başka mahkemeler ve hakimlerle görülecek. Ancak bir sorun da, yerel mahkemelerce kısa kararları verilen, fakat gerekçeli kararları henüz yazılıp imzalayan davalar ne olacak? Bir başka ifadeyle, birkaç gün sonra özel yetkili ağır ceza mahkemeleri ile TMK mahkemeleri kaldırıldığı takdirde, gerekçeli kararları yazılmadığı için bekleyen ve Yargıtay’a gönderilemeyen davalarla ilgili gerekçeli kararları kim yazacak? Kanun çıktığında, mahkeme ve hakimlerin yetkisi biteceği için gerekçeli karar yazımını tamamlayamazlar, yeni mahkeme ve hakimler de duruşmaya katılıp kısa kararları vermediklerinden, gerekçeli karar yazımında yer alamazlar. Örneğin, kamuoyunda “Ergenekon” adı ile bilinen davanın gerekçeli kararı, kısa karar üzerinden yaklaşık altı ay geçmesine rağmen yazılamamış, birçok tutuklu sanığın yargılandığı bu dava dosyası bu nedenle Yargıtay’a gönderilememektedir. Kanaatimizce, bu ve benzeri kararların yazımı hemen bitirilmeli veya gerekçeli karar yazımı beklenen davalarla ilgili geçici yasa hükmü öngörülmelidir. Yeni yasa beklentisi ve konunun netlik kazanmaması, aşağıda kısa açıklayacağımız üzere tutukluluk durumunu olumsuz etkilemekte ve bu sürecinin uzamasına yol açmaktadır. 

3- Bu değişiklik, tabii hakim/mahkeme güvencesini bozar mı? Prensip olarak bozar. Çünkü esas olan, herkesin suça konu fiili işlediği sırada yargılanması gereken hakim ve mahkeme önüne çıkarılmasıdır. Ancak Anayasa m.37’de kanuni hakim/mahkeme güvencesi kabul edildiğinden, olağanüstü yargı mercii kurulmamak, yargılanan ve yargılanacak kişilerin hak ve hürriyetlerini kısıtlamamak kaydıyla, şüpheli veya sanıkların sonradan kanunla kurulup yetkilendirilen mahkemelerin önüne çıkarılması Anayasaya aykırılık teşkil etmez.

4- Devam eden davalarda tutuklu yargılanan sanıkların durumu ne olacak? Şu an bir netlik olmadığından, “arafta kalma” durumunun yaşandığını söyleyebiliriz. Bu sorun, 5 Temmuz 2012 tarihinin öncesinde de gündeme gelmişti. Yargıda yaşanmaması gereken bu tür belirsizlikler, maalesef sıkıyönetim, devlet güvenlik mahkemeleri ile özel yetkili ve TMK ile yetkili ağır ceza mahkemelerinin kurulup kaldırıldığı dönemlerde gündeme gelmiş ve gelecektir. Umarız Türkiye Cumhuriyeti, hukuk aklının yolundan hareket ederek, “yargı birliği” ilkesine uygun şekilde tüm yargı makamlarını bir çatı altında toplayıp, bağımsız ve tarafsız yargının aynı usul ve esaslarla herkesi yargılayacağı bir sistemi benimseyerek, yargı yetkisi alanında yaşanan önemli sorunları aşma iradesini gösterir. Aksi halde, 5 Temmuz 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6352 sayılı Kanunla bulunan tuhaf ve geçici çözüm türü bir yöntemle, sadece bazı kişi ve davalar yönünden sorun çözümüne girilir, fakat asıl mesele kalıcı olmaya devam eder.

6352 sayılı Kanunun geçici 2. maddesinin 4. fıkrası ile TMK m.10 yürürlükten kaldırılıp, usul ve esas hükümleri Türk Ceza Kanunu ile Ceza Muhakemesi Kanunu’na aktarıldığında, Ceza Muhakemesi Kanunu ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin tutuklama tedbiri ile ilgili hükümler, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi’nin tutuklama tedbiri ile ilgili verdiği bireysel başvuru kararlarında ortaya koyduğu ölçütler dikkate alınmalı, tutukluluklara bihakkın (şartsız olarak) veya adli kontrol tedbiri altında bir an önce son verilip sanıkları serbest bırakılmalı ve tutuksuz yargılanmanın önü açılmalıdır. Bu uygulama, yalnızca medyatik kişi ve davaları dikkate alarak yapılmamalı, herkesin kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının aynı derecede korunmasının zorunlu olduğu gözardı edilmemelidir. Herkes, hukuk önünde eşittir.

Tutuklama tedbirinin devamının gerekli olduğu hallerde, örneğin tutukluluk süresi bir yılın altında olup da tutuklama şartlarının varlığının tartışmasız olduğu durumlarda ise, bu hususların net bir şekilde kararlarda gösterilmesi kaydı ile tutuklama tedbirinin sürdürülmesine karar verilmelidir. Çünkü devam eden davaların yeni mahkemelere aktarılması, Yargıtay’da temyiz incelemesinde bulunan dava dosyalarının yeni mahkemelere dönüşü, tüm bu dosyaların incelenmesi zaman alacağından, mümkün olduğu kadar yargılamanın esası olmayan tutuklama tedbirine son verilmesi ve sanıklara tutuksuz yargılanma hakkının tanınması gerektiğini düşünmekteyiz. Kasten insan öldürme, cebir – şiddete dayalı nitelikli yağma, insan kaçırma, cebir – şiddet ve tehdidin kullanıldığı terör suçlarının yargılama konusu yapıldığı davalarda tutukluluk süresi bir yılı geçmeyen sanıklar hariç olmak üzere, diğer sanıkların bir an evvel tutukluluklarına son verilmesi isabetli olacaktır. Bu geçici çözümün yanında, Türk Hukuku’nun süratli ve/veya tutuksuz yargılama yapma sorununu, hem yasal çerçevede ve hem de uygulamada çözmesi gerektiği tartışmasızdır.

5- Eski özel yetkili mahkemelerce görülüp de Yargıtay’ın temyiz incelemesinden geçip de kesinleşen davaları ise, geçici 2. maddenin 4. fıkrasının yürürlükten kaldırılması etkilemeyecektir. Bu düzenleme, kamuoyunda Balyoz, Şike adı ile bilinen davaların kesinleşen kısımları, bu davalarla ilgili ortaya koyulan birçok usul ve esas itirazına rağmen etkilemeyecek, bu kesinleşen kararların infazı gerçekleşecektir. Ancak bu kararlar, olağanüstü kanun yolu adı ile bilinen Başsavcılık itirazı, klasik yargılamanın yenilenmesi ve Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru ile değişebilir. Bunun için de, başvuruların bir an önce esastan incelenip, yasal çerçevede öngörülen şartların gerçekleşmesi gerekir. Bunun dışında, “zorunlu yargılamanın yenilenmesi” gibi olağan hukuk düzeninde kabul göremeyecek yöntemle kesinleşen kararlara müdahale edilmesi doğru değildir. Bu yolla, hata düzeltmek yerine daha fazla hataya yol açılması gündeme gelir. Nasıl yargı makamı Anayasayı ve kanunu tanımadığını söylemez ise, kanun koyucu da Türk Milleti adına verilen yargı kararlarını iptal edemez ve yok sayamaz.


 
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)