29 Haziran 2024 tarihinde yazdığım Sigmund Freud’un Hayatı ve Eserleri başlıklı yazıda, Ernest Jones’un editörlüğünü yaptığı bu kitabı tercüme etmekte olduğumu ifade etmiş ve Amerikalı edebiyat eleştirmeni, kısa öykü yazarı, denemeci ve öğretmen Linoell Trıllıng’in, bu kitaba yazdığı ilginç ve önemli sunuş yazısını sizinle paylaşmıştım. 

Ne yazık ki, bu kitabın basımı ve yayımı konusunda telifle ilgili bazı sorunların çıkması üzerine, epeyce yol almış olmama rağmen kitabın tercümesine ara vermek zorunda kaldım. 

Çalışmak, makale ve kitap yazmak ile tercüme yapmak benim için büyük bir keyif ve entelektüel bir faaliyet olduğu için boş duramadım ve hemen Montessori’nin “Montessori Metodu” isimli kitabının tercümesine başladım ve kitabın neredeyse yarısının tercümesini yaptım. 

En geç önümüzdeki bir ay içinde tamamlamayı düşündüğüm kitap, çok önemli ve değerli kitapların yayımlandığı Dorlion Yayınevi tarafından basılacak ve yayımlanacak. 

Daha önce de birkaç kitabının tercüme ettiğim Maria Montessori İtalya’nın ilk kadın doktoru, pedagogu ve antropoloji profesörüdür. Eğitime, özellikle çocuk eğitimine büyük emek veren Montessori’nin kendi adını verdiği metot, her bir çocuğun bireyselliğine azami ölçüde uyan bir pedagoji anlayışına dayanmaktadır. Bu metoda göre O nedenle, çocuklar, kendi yönettikleri etkinlikleri, bizzat yaşayarak öğrenirler. İşbirliği anlayışına dayanan bu modelde oyun, öğrenmenin merkezinde yer alır. Montessori eğitiminde, çocuklar kendi öğrenimleri için yaratıcı seçimleri kendileri yaparlar. O nedenle, bu modelde öğretmen, sadece çocukların yaşlarına uygun olan faaliyetleri sunar, eğitim sürecini yönetir ve yönlendirir. O nedenle, bu model, çocuğun bireysel becerilerine ve ilgi alanlarına, bireysel öğrenme hızına ve karakter özelliklerine uygun bir pedagojik eğitimdir. Montessori bu eğitim modeline, 1899’da Roma’da zeka geriliği olan tüm çocukların yollandığı yeni orthophrenic okulundaki yöneticiliği sırasında edindiği deneyimle başlamıştır. Bu okulda eğitilen zihinsel engelli çocuklar, devlet yeterlilik sınavlarında normal zekalı çocuklara yakın bir başarı göstermişler, bunun üzerine Montessori, 06 Ocak 1907’de Montessori “Casa dei Bambini” ismini verdiği ilk çocuk evini kurmuştur. Montessori bu okulda engelli olmayan çocuklarla yaptığı çalışmalarında, çocukların nelerden hoşlandıklarını ve nelerden hoşlanmadıklarını tespit etmiş, yaptığı tespitlere göre çocuklar: ödüllerden, cezalardan, yetişkinler tarafından programlanmış eğitimden, oyuncaklardan, şekerlemelerden, öğretmen masalarından, toplu derslerden hoşlanmamakta; buna karşın özgür seçimden ve tercihten, hatalarını kendilerinin tespit etmesinden, hareket etmekten ve icraat yapmaktan, sessizlikten, sosyal ilişkilerinin kendileri tarafından kurulmasından, çevrenin düzenli ve temiz olmasından, özgür faaliyete dayalı bir disiplinden, kitapsız okuma ve yazmadan, alıştırmaların tekrarından hoşlanmaktadırlar. O nedenle, Montessori, kendi eğitim sistemini bu gözlemlerine ve tespitlerine dayanarak ve çocuktan yola çıkarak kurmuştur. (Kaynak: Montessori ve Kaynaştırma Eğitimini Geliştirme Derneği Web Sayfası)

Kaynak olarak gösterilen “Montessori ve Kaynaştırma Eğitimini Geliştirme Derneği Web Sayfası”nda yer alan ve aşağıda aktarılan bilgilere göre Montessori Metodu, esas itibariyle kişiliğin oluşumu üzerine kurulu olan bir metottur. Nitekim Maria Montessori bu anlayışını: “Eğitimde metot değil, insan kişiliği göz önüne alınmalıdır.” sözleriyle ifade etmektedir. Bu metoda göre, çocuk, özeldir, tektir, kendine özgü bir varlıktır. Çocuk etrafındaki maddesel dünyayı özümser ve bu yolla gelecekte yetiştireceği kendi kişilik modelini kendisi biçimlendirir. Bu modele göre “çocuk, insanlığın mimarıdır.” Bu mimarlar farkında olmadan içlerindeki inşa planına uyarak kendi ritimleri doğrultusunda kendilerini geliştirmeye çalışırlar. Bu gelişmeye yetişkinler etki edemezler, çünkü yetişkinler inşa planını bilmezler, dolayısıyla bir yetişkinin zamansız müdahalesi ya bu inşa planını tahrip eder ya da yanlış bir istikamete yönlendirir.

Montessori Eğitiminin temel taşlarından birisi iyi hazırlanmış çevredir. Çocuklar hazırlanmış bu çevredeki Montessori materyallerinden, bireysel ilgi ve eğilimlerine göre bağımsız seçim yaparlar. Montessori okullarında çocuklar, istedikleri materyalle, istedikleri zaman, istedikleri yerde ve istedikleri şekilde çalışırlar. Çocuklara istedikleri kadar tekrar etme olanağı sunulur. Erken öğrenen yeni bir çalışmaya geçebilir, çünkü öğrenmede herkesin farklı bir ritmi vardır. Materyallerdeki hata kontrolü çocuğun kendi hatasını bulmasıyla gerçekleşir. Buna bağlı olarak çocuğun başka birisinin uyarısına, onayına ve düzeltmesine ihtiyacı yoktur. Zira bu model, çocuğun kendi kendisini düzeltmesine olanak sağlar. Dolayısıyla bu modelde yetişkinden bağımsız olmak doğal olarak gerçekleşir. Çocuğun güçlü bir karakterde yetişmesini sağlamak için “bir bakıma, fiziksel ve ruhsal bir hijyene” ihtiyaç vardır. Bu durumda yetişkinlerin görevi çocuğun içindeki yeteneği ve gizil gücü uyandırmak ve çocuğu gelişim sürecinde desteklemektir.

Özetle, Montessori metodunun özü, çocuğa önceden hazırlanmış bir çevrede kendi kendini geliştirebileceği şekilde hareket ve faaliyet özgürlüğü tanımayı amaçlayan, spontane bir şekilde oluşan ve gelişen bir metot ve sistem anlayışıdır. 

Buna göre Montessori Modeli, çocuğa hazırlanmış bir çevrede kişiliğini oluşturması için özgürlük tanıyan; çocuğun kişiliğinin gelişim sürecini destekleyen; çocuğun gerek kendisi, gerekse toplum için en iyi şekilde geliştirilmesini amaç edinen; çocuğun kendi onuruyla bireyselleşmesini ve sosyalleşmesini önemseyen; insan ve birey merkezli bir eğitim modelidir.

Çağdaş eğitim anlayışının ve modelinin, bireyin bedensel, bilişsel, duyuşsal yönleriyle bir bütün olarak ele alınmasını öngörmesine ve her yönüyle, bu bağlamda, gerek kendisi gerekse toplum için en iyi ve en dengeli şekilde eğitilmesini ve geliştirilmesini amaç edindiği, bu amaçla öğrencilerin psikolojik, sosyal, fiziksel yönleri itibariyle bir bütün olarak ve sürekli bir şekilde gelişmelerine, toplumla uyum içinde mutlu ve üretken olmalarına yardım etmek olduğu dikkate alındığında, bu eğitim anlayışının ve modelinin, diğer eğitim anlayışları ve modelleri ile ve özellikle Montessori Modeli ile örtüştüğü aşikardır.

Montessori’nin bu kitabının Türkçeye tercüme edilmesinin nedeni ve amacı da, eğitim ve öğretimle ilgili bir model oluşturulması konusunda çalışanlara bir ufuk açmaktır.

Tercümesini yapmakta olduğum bu kitap, yukarıda çerçevesini sunduğum Montessori Metodu’nun gerek felsefesini gerekse biçimini anlatan temel bir kitaptır. 

Aşağıda bu kitabın “Bağımsızlık” başlığını taşıyan önemli ve ilginç bir bölümünü sunuyor ve size iyi okumalar diliyorum.  

BAĞIMSIZLIK

Bağımsız olmadığı sürece hiç kimse özgür olamaz: bu nedenle çocuğun bireysel özgürlüğünün ilk aktif tezahürleri öyle yönlendirilmelidir ki, bu etkinlik aracılığıyla çocuk bağımsızlığa ulaşabilsin. Aslında küçük çocuklar sütten kesildiği andan itibaren bağımsızlığa doğru ilerlerler.

Peki sütten kesilmiş çocuk nedir? Sütten kesilmiş çocuk anne göğsünden bağımsız hale gelmiş çocuktur. Sütten kesilen çocuk böylece tek besin kaynağı yerine çeşitli yiyecek türleri bulacaktır; artık onun için geçim araçları çoğalmıştır, öyle ki, çocuk ilk başta mutlak olarak tek bir beslenme biçimiyle sınırlıyken, sütten kesilme ile birlikte bir dereceye kadar yiyeceğini seçebilir.

Ama çocuk daha henüz yürüyemediği, yıkanıp giyinemediği ve açık ve kolay anlaşılır bir dille bir şeyler isteyemediği için hâlâ bağımlıdır. O nedenle, bu dönemde çocuk büyük ölçüde herkesin kölesidir. Ama üç yaşına geldiğinde çocuğun kendisini büyük ölçüde bağımsız ve özgür kılabilmesi gerekir.

Ne var ki, bağımsızlık kavramının en yüce değerini henüz daha bizim tam anlamıyla özümsememiz mümkün değildir, bu içinde yaşadığımız toplumsal yapının daha hâlâ köleliğe dayalı olmasından kaynaklanmaktadır. Hizmetçilerin var olduğu bir uygarlık çağında, bir hayat biçimi olan bağımsızlık kavramının özgürce kök salması ve gelişmesi mümkün değildir. Ve hatta kölelik döneminde bile özgürlük kavramı çarpıtılmış ve karartılmıştır.

Aslında hizmetkarlarımız bizim bağımlılarımız değildir, çünkü onlara bağımlı olan biziz.

O nedenle, böylesine derin bir insani yanılgıyı ve bunun genel etkilerini ahlaki bir alt seviyede olma durumu olarak hissetmeden, bunu toplumsal yapımızın bir parçası olarak evrensel temelde kabul etmek mümkün değildir. Biz çoğunlukla kimse bize emretmediği ve biz başkalarına emrettiğimiz için bağımsız olduğumuza inanırız; ama bir hizmetçiyi yardımına çağırma ihtiyacı duyan asilzade, aslında kendi seviyesizliği ve kalitesizliği nedeniyle bağımlıdır. Patolojik bir olgu nedeniyle çizmelerini çıkaramayan bir felçli ve çizmelerini çıkarmaya cesaret edemeyen bir prens, gerçekte toplumsal bir olgu olarak aynı duruma indirgenmiştir.

Kölelik fikrini kabul eden ve insanın insana hizmet etmesinin bir avantaj olduğuna inanan herhangi bir millet, köleliği bir içgüdü olarak kabul eder ve onun için aslında hepimiz kendimizi kolaylıkla dalkavukluğun hizmetine teslim ederiz ve buna nezaket ve yardım severlik gibi övgü dolu isimler veririz.

Aslında hizmet alan kişinin bağımsızlığı sınırlıdır. Kanımızca bu kavram, yani bağımsızlık kavramı geleceğin insanının saygınlığının temeli olacaktır; “Ben aciz olmadığım için bana hizmet edilmesini istemiyorum.” İnsanların kendilerini gerçekten özgür hissedebilmeleri için bu fikrin ve anlayışın edinilmesi ve yerleşmesi gerekir.

Herhangi bir pedagojik eylem, eğer küçük çocukların eğitiminde etkili olacaksa, bu, çocukların bağımsızlık yolunda ilerlemelerine yardımcı olmalıdır. O nedenle, biz çocukların yardımsız yürümeyi, koşmayı, merdiven inip çıkmayı, düşen nesneleri kaldırmayı, kendi kendine giyinip soyunmayı, yıkanmayı, açık bir şekilde konuşmayı ve kendi ihtiyaçlarını açıkça ifade etmeyi öğrenmelerine yardımcı olmalıyız. Çocukların kendi bireysel amaç ve arzularını tatmin etmelerini mümkün kılacak yardımı onlara yapmalıyız. Çünkü bütün bunlar bağımsızlık eğitiminin bir parçasıdır.

Biz alışkanlık olarak çocuklara hizmet ederiz; ama bu sadece onlara karşı bir kölelik hareketi değil, aynı zamanda tehlikeli bir harekettir, çünkü bu hareket çocukların yararlı, spontan faaliyetlerini boğma eğiliminde olan bir harekettir. Biz çocukların kukla gibi olduğuna inanma eğilimindeyiz, onun için onları oyuncak bebekmiş gibi yıkayıp besliyoruz. Bir şeyi yapmayan çocuğun, o şeyi yapmayı bilmediğini düşünmeyiz. Oysa çocuk bunları yapmak zorundadır, zira doğa onu çeşitli etkinlikleri sürdürmesi için fiziksel ve bunların nasıl yapılacağını öğrenmesi için de entelektüel araçlarla donatmıştır. O nedenle, bizim çocuğa karşı görevimiz, her durumda, doğanın onun için gerçekleştirmeyi amaçladığı yararlı eylemleri kazanmasına yardımcı olmaktır. Çocuğuna kaşığı kendisi tutmayı ve onunla ağzını bulmayı öğretmek için hiç çaba harcamadan onu besleyen ve kendisi yemeyen anne, çocuğu bakmaya ve nasıl yaptığını görmeye davet eder. Ama bu anne iyi bir anne değildir. Çünkü bu anne çocuğunun temel insanlık onurunu zedelemekte ve ona sanki bir oyuncak bebekmiş gibi davranmaktadır, oysa çocuk, doğası gereği onun bakımına emanet edilmiş bir insandır.

Bir çocuğa kendi kendine yemek yemeyi, kendi kendine yıkanmayı, giyinmeyi öğretmenin, çocuğu kendi başına beslemek, yıkamak ve giydirmekten çok daha meşakkatli, yorucu, sonsuz sabır gerektiren bir iş olduğunu kim bilmez? Ama bunların ilki bir eğitimcinin işidir, ikincisi ise bir hizmetçinin kolay ve hor görülen işidir. Bu sadece anne için kolay olmakla kalmaz, aynı zamanda gelişen yaşamın yolunu kestiği ve engeller koyduğu için çocuk için de çok tehlikelidir.

Böyle bir tutumun ebeveyn açısından nihai sonuçları gerçekten çok ciddi olabilir. Çok fazla hizmetçisi olan büyük beyefendi, sonunda gerçekten onların kölesi olana kadar onlara giderek daha fazla bağımlı hale gelmekle kalmaz, aynı zamanda hareketsizlik nedeniyle o beyefendinin kasları zayıflar ve o beyefendi sonunda doğal hareket kapasitesini kaybeder. Zira ihtiyaç duyduğu şey için çalışmayan, onu başkalarına emreden kişinin zihni ağırlaşır ve uyuşur. Eğer böyle bir adam bir gün kendi konumunun farkına varır ve bağımsızlığını bir kez daha yeniden kazanmak isterse, o zaman bunu artık yapacak gücü olmadığını anlayacaktır. Eğer çocuklarının kendilerine ait olan özel gücü bağımsız olarak ve hakkıyla kullanmaları isteniyorsa, ayrıcalıklı sosyal sınıfların ebeveynlerine bu tehlikeler anlatılmalıdır. Zira gereksiz yardım, doğal güçlerin gelişmesi konusunda gerçek bir engeldir.

Doğulu kadınların pantolon, Avrupalı ​​kadınların ise jüpon giydikleri bir olgudur. Bu kadınlardan birincisine, ikincisine göre daha fazla, eğitimlerinin bir parçası olarak hareket etmeme sanatı öğretilmektedir Kadına yönelik böyle bir tutum, erkeğin sadece kendisi için değil, kadın için de çalışmasına yol açmaktadır. O nedenle, kadın doğal gücünü ve faaliyetini boşa harcamakta ve kölelik yaparak çürümektedir. Bu durumda kadın sadece bakım ve hizmet görmekle kalmamakta, aynı zamanda bir insan olarak var olma hakkı gereği sahip olduğu bireyselliğiyle de küçültülmekte ve küçümsenmektedir. O kadın, toplumun bireysel bir üyesi olarak artık önemsiz bir şeydir. Böylece ve giderek kadın, yaşamın korunmasına yönelik tüm bu güç ve kaynaklardan yoksun hale gelir. Bunu şu şekilde örneklendirmek istiyorum: Bir baba, anne ve çocuğun bulunduğu bir araba köy yolunda ilerlemektedir. Silahlı bir eşkıya, “Ya paran, ya canın” sözüyle arabayı durdurur. Bu durumda arabadaki üç kişi çok farklı şekillerde hareket eder. Eğitimli bir nişancı olan ve tabanca taşıyan adam, derhal tabancasını çeker ve eşkıya ile yüzleşir. Sadece kendi bacaklarının özgürlüğü ve hafifliğiyle donanmış olan çocuk çığlık atar ve kaçmaya çalışır. Ne yapay ne de doğal olarak hiçbir şekilde silahlı olmayan kadının (çünkü hareket için eğitilmeyen uzuvları etekleri tarafından engellenir), korkuyla nefesi kesilir ve baygın bir şekilde yere yığılır.

Bu üç farklı tepki, üç bireyin her birinin özgürlük ve bağımsızlık durumuyla yakın ilişki içindedir. Bayılan kadın, pelerini dikkatli şövalyeler tarafından kendisi için taşınan, düşen herhangi bir nesneyi hemen alıp her türlü çabadan kaçınan kadındır.

Hizmetçilik ve bağımlılık tehlikesi, sadece çaresizliğe yol açan “yaşamın faydasız tüketilmesinde” değil, aynı zamanda normal insanın üzücü sapkınlığını ve yozlaşmasını açıkça gösteren bireysel özelliklerin gelişmesinde de yatmaktadır. Baskıcı ve zalim davranışları hepimizin aşina olduğu örneklerle anlatıyorum. Baskıcı alışkanlık çaresizlikle yan yana gelişir. Bu, başkalarının çalışmasıyla üstün gelen kişinin duygu durumunun harici işaretidir. Onun için efendisinin hizmetçisine karşı zorba olduğu sık sık görülür. Bu, efendinin köleye karşı olan ruhudur.

Çalıştığı ortamın genel faaliyetlerini kontrol etme ve yönlendirme yeteneğinden dolayı, sadece çok sayıda ve mükemmel iş üretmekle kalmayıp aynı zamanda atölyesinde tavsiyelerde de bulunabilen akıllı ve yetenekli bir işçiyi hayal edelim. Bu durumda çevresinin efendisi olan insan, başkalarının öfkesi karşısında gülümseyebilecek ve bir şeyler yapma yeteneğinin bilincinden gelen, kendine olan büyük ustalığını gösterebilecektir. Bununla birlikte, bu becerikli işçinin evinde, çorbanın kendi damak tadına uymaması ya da çorbanın kararlaştırılan zamanda hazır olmaması halinde karısını azarladığını bilmek bizi hiç şaşırtmayacaktır. Çünkü o evinde yetenekli bir işçi değildir; Buradaki vasıflı işçi, ona hizmet eden ve onun yemeğini hazırlayan karısıdır. O işçi verimli ve güçlü olduğu için, sadece kendisine hizmet edildiği yerde otoriterdir, sakin ve hoş bir adamdır. Oysa o işçi, çorbasını nasıl hazırlayacağını öğrenirse mükemmel bir insan olabilir! Yaşamdaki rahatlığı ve gelişimi için gerekli olan tüm eylemleri kendi çabasıyla gerçekleştirebilen insan, kendisini fetheder ve bunu yaparken yeteneklerini de çoğaltarak birey olarak kendisini mükemmelleştirir.

O nedenle, gelecek nesli güçlü erkeklerden yaratmalıyız, bununla bağımsız ve özgür insanları kastediyoruz.