Kimileri, ana dilde savunmanın nasıl ve hangi dilde yapılacağı ya da bu konuda bir resmi dilin kullanılması tartışmasına girilmemesi ve mahkeme önünde ana dille savunma yapabilmek dahil, ana dilini her yerde kullanabilme ve ana dili ile eğitim-öğrenim görebilme hakkının herkese tanınmasını ve 21. yüzyılın ikinci 10 yılında bu tür sorunlarla uğraşılmaması gerektiğini söyleyebilir.



Öncelikle belirtmeliyiz ki, bu düşünceye iştirak edebilmek ve bu tür bir düşüncenin kabulü yoluyla ülkede, dirlik, düzen, kamu hizmetinde devamlılığı ve birliği sağlayabilmek mümkün değildir. Teoride gerçekleşme ihtimali gözüken bir öneri, pratikte tahmin edilemeyen tahribatlara yol açabilir.

 
Bugün yaşanan ana dilde savunma sorununun gerçek sebebinin siyasi kaynaklı, savunmayı ve yargılamayı rahatlatıp kolaylaştırmak amaçlı olmadığını, aksine yargı sorunlarının üzerine yeni sorunlar ekleyeceğini herkes bilmektedir. İnsanların ve özellikle aynı ülke üzerinde yaşayanların birbirlerini anlayabilme ve aynı dil vasıtasıyla birbirlerine yaklaştırma yöntemlerini bulmak yerine, bu hususta tek millet olgusuna ters düşen anlayışa aykırı farklılaşmaya çalışmanın ne derece isabetli olduğunun takdirini sizin yüksek takdir ve değerlendirmenize bırakmaktayım. Türkçe'yi bilmeyen şüpheli veya sanığın, hangi ülkenin vatandaşı olduğuna ve kullandığı dilin tanınmış olup olmadığına bakılmaksızın ücretsiz tercümandan yararlanma hakkı elbette olacaktır. Önemli olan, suçlanan kişinin yargılamanın her aşamasında haklarını anlayabilmesi ve savunmasını yapabilmesidir. Ancak Türkçe bilen şüpheli veya sanık da, gerek yargılamanın sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi ve gerekse mahkemenin kullandığı dilin Türkçe olması sebebiyle savunmasını ve beyanlarını Türkçe sunmalıdır. Bunun yegane istisnası, Lozan Andlaşması ile Müslüman olmayan azınlıklara tanınmıştır.

 
“Azınlık” kavramı, “bir toplulukta kendine özgü nitelikler bakımından ayrı ve ötekilerden sayıca az olanlar, azlık” veya “bir ülkede ayrı soydan veya inançtan olan ve sayıca bulunan topluluk” anlamına gelmektedir. Ancak uluslararası toplumda ve milletlerarası andlaşmalarda, azınlıktan ne anlaşılması gerektiğini, kimleri kapsadığını ve sonuçlarını andlaşmanın tarafı olan devletler belirler.

 
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş dayanağı olan Lozan Andlaşması'nın 37 ila 45. maddeleri, hiç de bazı yazarların söylediği genişlikte herkese ana dilini mahkemelerde kullanabilme imkanını vermemektedir. Bu vermeme bir yasak olsa da, özünde ülke birliğine, yargının tekliğine, bir disiplin ile işleyişine ve egemen olan milletin iradesine hizmet eder. Lozan Andlaşması'nın “Azınlıkların Korunması” başlıklı 37 ila 45. maddeleri incelendiğinde azınlıktan, Müslüman olmayan (Rum, Ermeni ve Musevi yurttaşlar),  yani başka dine mensup Türk yurttaşlarının anlaşılması gerektiği ve bu andlaşmada azınlığın “din” esasına dayandırıldığı kolaylıkla anlaşılabilecektir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Lozan Andlaşması'ndaki imzası ve ortaya koyduğu irade nettir. Türkiye Cumhuriyeti, ırk esasına dayalı bir başkalaşmayı ve “azınlık” kavramını kabul etmemiştir.

 
Lozan Andlaşması'nın 38, 39, 40, 41, 42, 43, 44 ve 45. maddelerinde açık, tartışmasız ve net bir şekilde “Müslüman olmayan azınlıklar” ibaresine yer verildiği ve bu Andlaşmanın hiç de “din” esası dışında bir azınlık tanıdığı ve Lozan Andlaşması ile tanınan azınlıklar dışında kalan kişilerin Türkçe bildikleri halde mahkeme önünde ana dil kullanmalarına izin verildiği biçiminde anlaşılıp yorumlanamayacağını ifade etmek gerekir. Andlaşmanın 39. maddesinin 5. fıkrası, sadece Müslüman olmayan azınlık mensubu Türk vatandaşlarına mahkeme önünde ister kendi ana dillerinde ve isterlerse de Türkçe konuşabilme hakkını tanımıştır.

 
Bu tespiti, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 6/3-e hükmünü dikkate almaksızın ve Lozan Andlaşması'nın “Azınlıkların Korunması” başlıklı 37 ila 45. maddelerini ve özellikle 39/5 hükmünü dikkate almak suretiyle yapmaktayım. Bu sığ ve basit bir tartışma değildir. Tartışma konusu, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği, birliği ve bütünlüğü ile ilgilidir. Konuyu,  21. yüzyılın ikinci 10 yılı ile insan hak ve hürriyetleri kapsamına alıp tartışmak isteyenlere de en iyi cevabı, herkesin yere göğe sığdıramadığı ve Anayasa m.90/5 karşısında tartışmasız bağlayıcı olan İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 6/3-e hükmü vermektedir.

 
Biz hukukçular, elbette toplumun ihtiyaçlarına ve gerçeklerine duyarsız kalamayız. Ancak aynı zamanda biz hukukçular, hukuk kuralları ile de bağlıyız. Bu bizim en önemli taahhüdümüzdür. Karşı görüş geliştirmek isteyenlere; bir andlaşmayı, sözleşmeyi veya kanun hükmünü yorumlarken, onun birkaç kelimesini almak yerine, bir bütün olarak hukuk metninin amaç ve anlamına bakmalarını tavsiye ediyorum. Kurtuluş Savaşı'ndan çıkmış ve millet olabilmiş bir ülkenin kuruluş belgesi ve dayanağı olan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Andlaşması'nın anlam, amaç ve çekincelerine iyi bakmak ve anlamak gerekir. Bu Andlaşmanın hiçbir yerinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin dini azınlıklar dışında bir topluluğu azınlık olarak kabul ettiğini veya bu Andlaşma kapsamında azınlık olarak kabul edilmeyen vatandaşların, mahkeme önünde bildikleri Türkçe lisanı yerine ana dillerini kullanabileceğine dair bir düzenleme bulunmamaktadır. Tartışma konusu yapılan Andlaşmanın 37 ve 39/5 hükümleri, “Azınlıkların Korunması” başlığından ve azınlıklardan anlaşılması gerekenin “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk yurttaşları” ibarelerinden bağımsız değerlendirilemez.

 
Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti, bu tartışmayı bir değişiklikle sonlandırmak ve Türkçe bildikleri halde ana dillerini mahkemede kullanmak isteyenlere bu hakkı tanımak isterse, bunu da ancak uluslararası andlaşmalara ilişkin taahhüt ve çekinceler ile Anayasasında değişikliğe gitmek yolu ile yapabilir. Kanaatimce bu değişiklik yararlı olmaz, ancak bu konudaki takdirin de Millete ait olacağına ifade etmek isteriz.