‘Dünü unutmalı, bugünü yaşamalısınız. Zira dün ile bugün arasında bir kavga çıkarsa; yarını kaybedersiniz!’ BALZAC

‘Bilinmeyen Şaheser’, Balzac’ın çok fazla bilinmeyen bir eseridir. Kısa, hem de çok kısa bir risale, bir ressamın, Frenhofer isimli bir ressamın hikayesidir. Resim sanatını, ressamları, ressamların dünyasını merkezine alan hikaye, edebiyatçılardan daha çok ressamların, resim sanatı teorisyenlerinin ilgisini çekmiştir. Bu ilginin nedeni, romanlarında daha çok para, zevk ve iktidarın temel amaç olduğu dünyayı, bu dünyanın yozlaşmış insanlarını, onların özel hayatlarını, bu hayatlardaki dramları, insan ilişkilerini esas alan ve anlatan Balzac’ın bu küçük risalesinin önemi; bir sanat eserinin yaratılma sürecini, bu süreçte sanatçının yaratma, yani eserini meydana getirme konusunda yaşadığı sıkıntıları, çektiği sancıları eserin kahramanı ressam Frenhofer’in şahsında anlatmasıdır. Ama bundan çok daha önemli olan, hikayenin fantastik bir tarzda ve ‘soyut resim’ üzerine yazılmış olmasıdır. Eseri sanat tarihi açısından önemli kılan da bu özelliğidir.

Bu özellik, önemli olmakla, bu bağlamda sanat tarihi, resim sanatının tarihi yönünden bir devrim niteliği taşımakla birlikte, son derecede şaşırtıcıdır da. Şaşırtıcıdır, zira kitabın yazıldığı tarih olan Şubat/1832’de soyut resim daha henüz bilinmediği, bu tarz resim yapılmadığı halde, kendisi ressam olmayan, bu hikayeyi yazmadan önce sadece dönemin tanınmış klasik figür ressamı Gustave Boulanger’den resim teknikleri konusunda bilgi alan Balzac’ın, soyut resim üzerine olan bu eseri nasıl yazdığı, yazabildiğidir. Boulanger’in de soyut resim konusunda bir bilgisinin olmadığı göz önüne alındığında, her halde yukarıdaki sorunun cevabı Balzac’ın kendisine özgü yaratıcılığı olsa gerekir.

Doğada var olan nesneleri kullanmayan, bunun yerine ressamın kendi hayal gücünün yarattığı varlık ve nesneleri kullanan, fiziksel gerçekçiliğin ötesine geçerek ruhsal bir yaklaşımla, ressamın iç gerçekliğini yansıtan soyut resmin ortaya çıkış tarihi 20.yüzyılın başlarıdır.

Kendisini sanatla gerçekliği buluşturmaya adayan, mükemmelliği arayan, bu amaçla yaratıcılığın sınırlarını zorlayan ve bunun bedelini hayatıyla ödeyen bir dehanın, Frenhofer’in sanatının, sanat anlayışının hikaye edildiği eser, sadece Cézanne, Picasso gibi büyük ressamlara, yazar Henry James’e, yönetmen Jacques Rivette’ye değil, Karl Marx gibi büyük bir düşünüre de ilham vermiştir. Bununla da kalmamış, hemen her okuyanını varoluşsal bir sorgulamayla da karşı karşıya bırakmıştır.

Hayatı boyunca edebi eserlerle çok yakından ilgilenen Marx, damadı Lafarge’ın anlatımına göre, Balzac’ın bu eserini okumakla ‘bizzat kendisinin yaşadığı duyguları keşfettiğini’ söylemiş ve devamla şunları ifade etmiştir: ‘Bu eserde nesneler beynine nasıl yansıyorlarsa o şekilde onları tablosuna aksettirmek için yanıp tutuşan bir ressam görüyoruz. Tablo şu ya da bu şekilde sonuçta, ressamın kafasında kurduğu biçimde tam bir renk curcunasına dönüşerek gerçeğin en mükemmel sunumu haline geliyor.’

Kendisi de bir bakıma ‘insanlık komedisini’ bıkıp usanmadan izleyen ve ona eşlik eden kaybetme duygusuna karşı duyarlı bir Balzac kahramanı gibi olan Marx, anlaşılmama korkusu içindeki dahi ressam Frenhofer’in karmaşık ve sürekli arayış içinde bulunan devrimci ruhuyla, kendi devrimci ruhu arasında benzerlikler bulduğundan olsa gerek, kadim arkadaşı Engels’e yazdığı mektupta Balzac’ın bu kitabını mutlaka okumasını tavsiye etmiş ve şunları yazmıştır:  ‘Zavallı ressam. Mükemmelliği ararken, kendi sanatını öldürdü. İnsan gerektiği yerde durmasını ve noktayı koymasını bilmeli, değil mi? Mükemmel, iyinin düşmanıdır. Balzac’ın, yaptıklarıyla hiçbir zaman yetinmeyen kahramanının ruhunu anlıyorum ben.’

Her ne kadar, korku duymuş ise de Frenhofer’in başına gelenler, Marx’ın başına gelmemiştir. Dili ağır da olsa, düşünceleri, öğretisi kimilerine karmaşık da gelse, iktisatta, sosyolojide, siyasette ezber de bozmuş olsa, bir kısım eserleri zor da okunsa, pek çok insan onu yanlış da anlasa, bazı insanlar onu hiç anlamasalar da birçok insan onu anlamış ve takdir etmiştir.

Dönelim Balzac’a ve onun nicelik olarak küçük, nitelik olarak büyük eseri ‘Bilinmeyen Şaheser’e.

Balzac’ın hikayesinin üç beş kahramanından birisi olan Frenhofer hayatını sanata, sanatın büyük zorluklarına adamış yaşlı bir ressamdır. Kendisi gibi sanatçı olan arkadaşları ısrarla onun uzun zamandan bu yana üzerinde çalıştığı ve herkesten sakladığı eserini görmek istemektedirler. Eserinin henüz tamam olmadığını, bitirmeye çok yaklaştığını söyleyen Frenhofer, sonunda bu ısrarlara dayanamaz ve kendi kadınının resmini ona göstermeye söz veren Poussin’in bu sözüne karşılık olarak ‘Hırçın Güzel’ isimli tablosunu, mevcut haliyle ressam arkadaşları Porbus ve Poussin’e göstermeyi kabul eder.

Frenhofer’in yaptığı portrenin üzerindeki örtüyü açtığı zaman Porbus ve Poussin gördükleri eser karşısında şaşkına uğrarlar. Çünkü çizgi ve renk karmaşası altında gördükleri ve tuvalin bir köşesinde zorlukla seçebildikleri şey bir kadının portresi değil, onun sadece ayağıdır. Porbus ve Poussin bu minicik ayağa hayran kalmış ve çok da şaşırmış olmakla birlikte, kadını tepeden tırnağa görememiş olmaktan dolayı ciddi şekilde hayal kırıklığına uğramışlardır. Frenhofer meslektaşlarının uğradıkları bu hayal kırıklığıyla ‘Bir kadının karşısındasınız, ama siz bir tablo arıyorsunuz’ diyerek dalgasını geçmiş ve sözlerine biraz da öfkeyle şöyle devam etmiştir: ‘Bu tuvalde öyle bir derinlik var ki, hava o kadar gerçek ki, bizi saran havadan ayırt edemiyorsunuz. Peki sanat nerede? Yitti gitti, kayboldu! İşte, bir genç kızın hatları, o hatların ta kendisi. Bedeni sonlandırır gibi görünen çizginin canlılığını, rengini iyi yakalamışım ama, öyle değil mi? Havanın içinde sudaki balıklar gibi olan nesneler de aynı fenomeni sergilemezler mi? Bu esere bakında hayran olun, konturlar zeminden nasıl da ayrılıyor? Size de elinizi bu sırtın üzerinden geçirebilirmişsiniz gibi gelmiyor mu? Gün ışığının nesnelerle bir araya gelişinin görsel etkilerini yedi yıl boyunca bunun için inceledim ben. Ya şu saçlar, bir ışık seliyle yıkanmıyor mu? …Aa, nefes aldı galiba!.Şu göğsü görüyor musunuz? Ah! Kim diz çöküp de tapınmak istemez ona? Etleri titreşiyor. Durun ayağa kalkacak.’

Fransız edebi eserleri üzerinde çalışmalar yapan Amerikalı akademisyen Deborah A.Harter, Balzac’ın eserine ‘Betimsel Kırılmanın Erotiği: Balzac’ın Bilinmeyen Şaheseri’ne Işık Tutmak’ adıyla kaleme aldığı önsözde şunları yazar: “Anlatısal gerçeklik bir bakıma ortaya çıkış aşamasından itibaren sorunlarla yüklüdür; stratejik bir düzende imgelerin şifrelerinin stratejik bir biçimde çözümü ancak kısmen mümkün olur. Yazarın sözle betimleme sürecinde bir dünya yaratması ve bütünlüğünü yeniden sağlamak üzere aktarmaya girişmeden önce zaten parçalara ayrılması gereken şeyi tarif etmesi gerekir. Mekanda, anlatıda yan yana getirilebilen nesneleri gözünün önünde canlandırmakla sınırlı resmin doğasından gelen yaratıcı sürecin aksine, Gotthold Lessing’in 1766 tarihli Laokoon adlı eserinde belirttiği üzere, sadece zaman içerisinde birbirini takip eden şeyler kesin bir dille ifade edilebilir. Lessing’e göre, şair önce tek tek parçalarına bakıp onları peş peşe ortaya dökmek suretiyle bir nesneyi olduğu gibi canlandırabilir. Ressamın tek bir bakışla algıladığını şair bize azar azar anlatır ama biz son mısraa geldiğimizde ekseriyetle ilkini çoktan unutmuş oluruz. Üstelik yazarınkinden çok farklı olan ressamın çalışması, bazı görüş açılarından dolayı yazarın üstlendiği zorlukların önemini vurgulamaya yarar…Pek çok yazarın, özellikle Balzac’ın romanlarında kullandığı betimleme sanatının ayrıntılı şekilde anlattıkları, anlatılan şeylerin aklımızda kalmasını sağlar.  Yazarın burada izlediği strateji, nerede ve nasıl olursa olsun elinden geldiğince bizdeki parçalanma duygusunu gidermektir. Diğer yandan fantastik anlatı, süreç olarak betimlemeyi es geçer. Birbirinden kopuk kurucu anların cazibesine kapılır. Resmin tamamlanmasından önceki kararsızlık evrelerini vurgular…Fantastik anlatı görüntünün kendisi kadar görünmeye başlayana da hayat verir, bu, bir bütünü dirilttiği gibi, parçalarını da canlandırır. Alice’e bir görünüp bir kaybolan Lewis Carroll’un gülücükler saçan kedisinde olduğu gibi, fantastik anlatı, imgelerin çabucak belirmesine izin vermeyi reddetmesiyle kederli okurlarında boş umutlar uyandırırken, ara sıra tekinsiz, bedeninden ayrılmış gülücükler göstermekten zevk alır. Balzac’ın Bilinmeyen Şaheser adlı yapıtı bu fenomeni kusursuzca gözler önüne seren eserlerindendir. Hikayenin kahramanı olan yaşlı ressam Frenhofer mekanda yan yana dizilmiş imgeler üzerinde çalışır, ama burada, onun fırça darbeleriyle…onları nasıl resmettiği konu edilir. Sadece bir ressamın hayal edebileceği nitelikteki nihai hedefi, ince ayrıntıları işleyerek azar azar ortaya çıkarma merakına dayanmaktadır, işte ressam bu merakı sayesinde, onun tuvali giderek bir kurmaca metne dönüşür…Bu hikayenin ihtişamı, yalnızca sanatta erişilmesi gereken bir doygunluk, hayat vermek anlamına gelen bir tamamlama ihtimali olduğunda ısrar etmesinden dolayı değil, aynı zamanda parçadan alınan hazzı, zekice bütün arayışın içine gizlenmiş bir hazza dönüştürmesinden ileri gelmektedir. Frenhofer’in şaheserine gelince, işte o sadece bazıları için bilinmeyen tek mükemmel parça olabilir. Nasıl kafa yorarsak yoralım, Frenhofer izlerini kurnazca örterek ressam dostlarına yalnızca kendi Hırçın Güzel’inden bir esinti bırakmıştır. Nasıl Frenhofer yanında yetiştiği üstadı Mabuse’nin sırlarını ona ifşa etmeden öldüyse, Frenhofer’de onun ölümüne ‘Ah Mabuse, ah üstadım, sen bir hırsızmışsın, giderken hayatı da yanında götürmüşsün meğer!’ diyerek feryat eder. Benzer bir tavırla Frenhofer’i yaratan anlatıcı da en başından beri bu figürü güç bela canlandırabildiğinden şikayet eder ve sonunda daha resim tamamlanmadan, Porbus’da, Poussin’de, okur da son defa onu göremeden onu yok eder. Frenhofer’in yarattığı kadını Porbus’un ve Poussin’in göremedikleri o feci günün ertesinde, Porbus bir kez daha yaşlı ressamı ziyarete gittiğinde ‘tuvallerini yaktıktan sonra onun öldüğünü’ öğrenir. Betimleme ve hikaye düzeyinde, hem dil hem de resim alanında metnin imgeleri fena halde eksik kalırken, öykünün kendisi de eksiklikler rüzgarına kapılıp kaybolur.”

Aslında yaratıcılığın özel bir türü olan her sanat ürünü bir karşılaşmadan, bir buluşmadan doğar. Bu sadece resim için değil, şiir için de ve yaratıcılığın diğer biçimleri için de böyledir, yani doğrudur. Karşılaşma olmadığında, buluşma gerçekleşmediğinde sanatçının dili de, kalemi de, notası da tutulur. Hemen her zaman iki kutup arasında bir buluşma olan karşılaşmanın nesnel kutbu, her zaman bu iki kutup arasında bulunur. Bu buluşmadaki öznel kutup sanatçının kendisidir. Nesnel kutup da sanatçının dışında, onun uzağında ve ondan bağımsız değildir aslında. O kutup da sanatçının dünyayla, kendi dünyasıyla buluşmasıdır. Zira dünya kutbu kişinin yaratıcılığının en önemli ve ayrılmaz parçasıdır. Sanatçının ruhunun, yaratıcılığının harekete geçmesi için elbette bir insanla, bir nesneyle, bir olayla karşılaşması gerekir. Ama kendi dünyasıyla buluşmayan, dış dünyada gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını kendi iç dünyasıyla bir araya getiremeyen ve dolayısıyla bilincini bunlar üzerinde yoğunlaştıramayan insan yaratamaz. Bunu yapabilmesi için insanın da, her şeyden önce kendisini araması, kendi içine doğru yolculuklar yapması gerekir.

Bütün bu nedenlerle, genelde bütün ressamlardan, özelde Balzac’ın ressamı Frenhofer’den, doğayı veya bir insanı ya da bir nesneyi resmetmesini, fotoğraf makinesinin resmettiği gibi resmetmesini beklememek gerekir. Zira ressam için doğa, kendi iç dünyasıyla gerçek dünyayı buluşturan, yani bu buluşmada aracılık işlevi yapan bir ortamdır. Ressam kendi iç ve dış dünyasını açımlayan bu dili kullanarak, gördüğünü kendi hissettiği ve algıladığıyla harmanlayarak eserini meydana getirir. Yani ressamın yaptığı, kendi iç dünyasıyla ilişkisinin altında yatan psikolojik ve ruhsal koşulları açımlamaktır. Bu aynı zamanda, ressamın yaşadığı dönemin, tarihin o dönemindeki insanların duygu durumunun bir yansımasıdır. Soyut resmin en büyük ustası olan Picasso’nun savunmasız İspanyol kenti Guernica’nın faşist güçler tarafından bombalanmasını resmettiği Guernica isimli tablosu yukarıda ifade edilen tespiti doğrulayan en somut örnektir.

Frenhofer’de kendi meslektaşlarına beğendiremediği ‘Hırçın Güzel’ isimli tablosunda bunu, yani ‘yaratıcılığın sahte biçimi olan yüzeysel estetizmi değil, onun otantik biçimini, yani bir şeye varlık kazandırma sürecini ve bunun can alıcı ayrımı olan yapmacıklı halini değil, sanat ile esas sanat arasındaki ayrımını’ ortaya koymuştur. Klasik resim anlayışının sahibi ve esiri olan, yeniliğe kapalı oldukları için Frenhofer’in soyut tablosunun değerini ve anlamını kavrayamayan, kavrayamadıkları için de ezberleri bozulan Porbus’un ve Poussin’in onun tablosu karşısında takındıkları tavrın nedeni, sanatçı kıskançlığı değil, budur aslında. Yani tam da Deborah A.Harter’ın önsözünde söylediği şeydir, yani ‘betimsel kırılmanın erotiğidir’. Frenhofer’in eserinden her ikisinin de haz duymamasının nedeni, onun çok zeki bir biçimde hazzı sanatçı olarak kendi arayışının içine gizlemiş olmasıdır. Zira Frenhofer’in şaheseri hem onlar hem de onlar gibi düşünenler için bilinmeyenin mükemmel bir parçadır. Porbus’un ve Poussin’in, Frenhofer’in tablosunu anlayamamalarının, takdir edememelerinin asıl nedeni budur.

Frenhofer’in sorunu ise, her sanatçı gibi kendisi iledir. Yani Marx’ın söylediği şeydir. Yani mükemmeli aramaktır. Hem bu nedenle hem de kendisini aşmak için durması gereken yerde durmaması, noktayı nereye ve ne zaman koyacağını, daha da önemlisi mükemmelin iyinin düşmanı olduğunu bilmemesidir.

Aslında hayatta böyle değil midir? Yani hayat aslında bir şeye varlık kazandırmak için onu yalan ve yapmacıklı haliyle değil, gerçek haliyle yaşamak, onun hakkını vermek için yaratmak ve üretmek değil midir? Sadece ve sadece yaratıcı edimle, yani üretmekle, yani bir şey veya bir şeyler yapmakla, ölümlü olmanın ötesine geçmek değil midir hayat? Sanatçıların, arkalarında eser ya da eserler bırakanların ölümsüz olmaları bundan dolayı değil midir? Ama ne yazık ki, pek çok insan hayatı böyle anlamıyor, böyle de yaşamıyor. Çünkü hiçbir şey yapmıyor, hiçbir şey üretmiyor, sadece ve sadece var oluyor, var olmak için ya da bir şey olmak için yaşıyor.

Burada bir nokta koyalım ve yaratıcılığı bir cesaret olarak tanımlayan Amerikan psikolojisinin ve varoluşçu psikoterapinin önde gelen isimlerinden Rollo May’in ‘Yaratma Cesareti’ isimli özgün eserinden ödünç alarak yazmaya devam edelim;

“…Skakespeare’in 64.Sonesinin sonundaki dört mısrada anlatılan düşünceyi alalım: ‘Böylece yıkımlar bana düşünmeyi öğretti/Zamanı geldiğinde aşkımı götüreceğini/Bu düşünce ölüm gibi bir şeydir, değiştirilemez/Yalınızca ağlar, yitirmekten korktuğuna sahip olduğu için ağlar.’

Eğer siz de toplumumuzun mantığını kabul etmek üzere yetiştirildiyseniz, sorarsınız: Niçin aşkına sahip olduğu için ağlasın? Neden aşkının keyfini çıkartmıyor? Mantığımız bizi durmadan uymaya, yani deli bir dünyaya ve deli bir yaşama uymaya itiyor. Daha da kötüsü, kendimizi burada Shakespeare’in ifade ettiği deneyimin engin derinliklerini anlamaktan engellenmiş oluyoruz.

Hepimizin böyle yaşantıları oldu mutlaka, ama ne yazık ki eğilimimiz bu deneyimlerin üstünü örtmeye yöneliyor. Baktığımız güz ağacı göz alıcı renkleriyle öyle güzeldir ki, gözlerimizin yaşardığını hissederiz; ya da duyduğumuz müzik öylesine hoştur ki varlığımızı bir hüzün bürür. Ağacı hiç görmemiş ya da müziği hiç duymamış olmanın belki daha iyi olduğu, bu soysuz düşünce, bilincimize sürünerek sokulur. O zaman bu huzur kaçıran paradoksla yüzleşmemiş oluruz – zamanın gelip aşkımı götüreceğini – bilmenin paradoksuyla; sevdiğimiz her şey ölecek. Oysa insan olmanın özü budur, dönmekte olan bu gezegenin üzerinde var olmakta olduğumuz şu kısa anda, zamanın ve ölümün sonunda hayatın hepimizden hakkını alacağı gerçeğine karşın bazı insanları ve şeyleri sevebiliriz. Kısa anı uzatmayı arzulamak, ölümümüzü biraz daha ertelemek anlaşılabilir mutlaka. Ancak bu erteleme, duraklamaya ve sonunda savaşı yitirmeye bir bağlanmadır aynı zamanda.

Bununla birlikte, ancak yaratıcı edim ile ölümümüzün ötesine ulaşabiliriz. Bu, yaratıcılığın böylesine önemli olmasının ve yaratıcılık ile ölüm ilişkisinin yüzleşmemiz gereken bir sorun oluşunun nedenidir…”

Benim de bu blogda yayınladığım yazıları yazmamın, bunların bir kısmını ‘Bir Gözyaşı, Bir Gülümseme‘ adıyla kitaplaştırmamın, 2000’li yılların başında, o tarih itibariyle dünyanın en son anayasaları olan Rusya Federasyonu ve Çek Cumhuriyeti Anayasalarını Türkçeye çevirmemin, başkaca tercümeler yapmamın,  anılarımı ‘Fîhi Mâ Fîh/İçindekiler İçindedir’ adıyla kitaplaştırmamın ve başkaca kitaplar yazmamın, bir şey olmak adına değil, bir şeyler yapmak adına bulunduğum görevlerde pek çok hizmetler yapmamın nedeni de, hem bunlar hem de evrensel bilgiye katkı yapmak, bunlara ilgi duyanlara referans olmaktır.

Yani kendi yaratıcı edimim, kendi rizom olarak kabul ettiğim bu çalışmalarımı, bugüne ve yarına, yani benden sonra gelecek olanlara hizmet etsin diye arkamda bırakmak, her geçen gün biraz daha yaklaştığımı hissettiğim kendi ölümümün ötesine geçmek, hayatın, hayatımın hakkını vermek, yaratıcılık ile ölüm ilişkisinin yüzleşmesini sağlamak, geleceğe doğru yaşamak, gelecekte yaşamaktır!

Bu tam da Ataol Behremoğlu’nu Türkçeye tercüme ettiği Lermantov’un şu güzel dizelerinde yazdığı gibi bir şeydir; ‘Hayır, ilgi beklemiyorum ben/Hüzünlü sayıklamalarına ruhumun/ Alışkınım el çekmeye isteklerimden/Eski günlerinden beri çocukluğumun/Yazdıklarımdan, söylediklerimden ve yaptıklarımdan da bir şey beklemem/Fakat isterim ki yıllar sonra/Kısa, fakat isyancı bir ömürden/Bir iz kalsın onlarda/Kim bilir, belki günün birinde/Tüm sayfaları hızla geçerken/Takılıp kalacaksınız bu dizelere/Mırıldanarak: ‘Haklıymış gerçekten’/Belki o sevinçsiz şiir uzun süre/Durduracak üstünde bakışlarınızı;/Bir mezar taşının yol üstünde/ Durdurması gibi yabancıyı.

Öyle olup olmayacağını, ‘ne içinde, ne de büsbütün dışında olduğumuz zaman’ gösterecek elbette.  Zira ‘gelecek uzun sürer.