Yanılmamak ve bir hata yapmamak için herkes doğru insanı bulmak ister.  Ama pek çok insan, doğru insan olmak için kendisiyle hiç uğraşmaz.” Anonim.

Bir süreden beri, Kant felsefesinden hareket eden ve Kant’ın insan zihnindeki a priori /önsel kavramların doğal dünyaya şekil verme yollarıyla ilgili temel ilkelerini genişleten, bir kavramın çok sayıda tekil örnekten ve bireysel varlıktan soyutlama yoluyla elde edildiği görüşüne şiddetle karşı çıkan ve aynen Platon gibi, kavramın, bilgiyi düzenleyen bir araç olarak, tikellerin, bireysel nesnelerin sınıflandırılabilmesi için daha önceden var olduğunu savunan, Alman düşünür Ernst Cassirer’in, “An Essay On Man – An Introduction To A Philosphy of Human Culture/İnsan Üzerine Bir Deneme – İnsan Kültürü Felsefesine Bir Giriş” isimli kitabının İngilizceden Türkçeye tercüme edilmesi  üzerinde çalışmaktayım.   

Tercümesi tamamlandıktan sonra Dorlion Yayınevi tarafından basılacak ve yayınlanacak olan kitap iki bölümden oluşmaktadır. Kitabın Birinci Bölümü’nde, “İnsan Nedir?” başlığı altında: “İnsanın Kendi Bilgisini Tanıma Krizi”, “İnsan Doğası İçin Bir İpucu: Sembol”, “Hayvan Tepkilerinden İnsan Tepkilerine”, “Uzayda ve Zamanda İnsan Dünyası”, “Olgular ve İdealler” konuları ele alınıp incelenmekte; “İnsan ve Kültür” başlığını taşıyan İkinci Bölümünde ise: “İnsan Kültürü Açısından İnsan Tanımı”, “Mit ve Din”, “Dil”, “Sanat”, “Tarih”, “Bilim” konuları incelenmekte ve değerlendirilmektedir.

Her yönüyle esaslı, titiz ve özgün bir çalışma olan bu kitabın, ilgi çekici bölümlerinden birisini aşağıda sizinle paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum.  

İNSAN NEDİR?

1. İnsanın Kendi Bilgisini Tanıma Krizi

1. Öz-tanımanın/Kendini tanımanın, felsefi araştırmanın en yüksek amacı olduğu genel olarak kabul gören bir husustur. Farklı felsefi okullar arasındaki bütün ihtilaflarda, bu amacın değişmezliği ve sarsılmazlığı: bunun tüm düşüncenin Arşimet noktası ile sabit ve değişmez merkezi olduğu kanıtlanmıştır. Öyle ki, en şüpheci düşünürler dahi, öz-tanımanın/kendini tanımanın olabilirliğini ve bunun bir ihtiyaç olduğunu yadsımamışlardır. Yine bu düşünürler, şeylerin/nesnelerin doğasıyla ilgili genel ilkelere tam olarak güvenmemişlerdir. Esasen bu güvensizlik, sadece daha yeni ve daha güvenilir bir araştırma tarzını açmayı amaçlamaktadır. Buna göre, felsefe tarihinde şüphecilik, çok sık olarak kararlı bir hümanizmin karşılığı olmuştur. Harici/Dış dünyanın nesnel kesinliğinin yadsınması ve yok edilmesiyle, şüpheli umutlar ve beklentiler, insanın bütün düşüncelerini kendi varlığının gerisine atmıştır. İnsanın kendisinin beyan ettiği, öz-tanıma/kendini tanıma, insanın kendisini gerçekleştirmesinin ön önde gelen koşuludur. Ne var ki, kendi gerçek özgürlüğümüzün keyfini çıkarmak için bizi dış dünyaya bağlayan zinciri kırmaya çalışmamız gerekir. Montaigne’in, “La plus grande, chose du monde c’est de scavoir etre a soy/Dünyadaki en büyük şey kendini bilmek/kendine ait olmayı bilmektir ” demesi bunun içindir ve bundan dolayıdır.

Bununla birlikte, bu meseleye karşı olan bu yaklaşım – içebakış yöntemi – septik şüphelere karşı kesin olarak güvenilir değildir. Modern felsefe, kendi varlığının kanıtının ele geçirilemez ve tartışılamaz olduğuna ilişkin ilke ile başlamıştır. Ancak psikolojik bilginin ilerlemesi, bu Kartezyen ilkeyi pek doğrulamamıştır. Zira günümüzde genel düşünce eğilimi,  yine karşı kutba yönelmiştir. Öyle ki, bugün sadece birkaç modern psikolog, bir iç gözlem yöntemini kabul veya tavsiye etmektedir. Bu psikologlar, genel olarak bize böyle bir yöntemin çok tehlikeli olduğunu söylemektedirler. Zira bu psikologlar, bilimsel bir psikolojiye mümkün olan tek yaklaşımın katı bir şekilde nesnel davranışçı bir tutum olduğu konusunda ikna olmuşlardır. Ne var ki, tutarlı ve radikal bir davranışçılık kendi amacına ulaşamaz. Bu tür bir davranışçı tutum, olası metodolojik hatalara karşı bizi uyarabilir, ancak insan psikolojisinin tüm sorunlarını/meselelerini çözemez. Tamamen içe dönük bir bakış açısını eleştirebilir veya bundan şüphe edebiliriz, ancak bunu bastıramayız veya ortadan kaldıramayız. Dahası, herhangi bir iç gözlem olmadan, duyguların, algıların, düşüncelerin anlık farkındalığı olmadan, insan psikolojisinin alanını da tanımlayamayız. O nedenle, sadece bu yolu izleyerek insan doğasına ilişkin kapsamlı bir görüşe asla ulaşamayacağımızı kabul etmemiz gerekir. Diğer taraftan, içebakış bize sadece insan hayatındaki bireysel deneyimimizin erişebildiği o küçük bölümü gösterir, ancak insan fenomenlerinin tüm alanını asla kapsayamaz. Eğer bu alana ait bütün verileri toplamayı ve birleştirmeyi başarabilirsek, bu durumda dahi, insan doğasının çok yetersiz ve parçalı bir resminin – sadece bir gövdenin – elimizde olması gerekir.

Aristoteles, tüm insan bilgisinin, insanın en temel eylem ve tepkilerinde kendini gösteren insan doğasının temel bir eğiliminden kaynaklandığını ifade eder. Duyuların hayatının tamamı, bu eğilim tarafından belirlenir ve onun tarafından emilir/emprenye edilir.

Bu çerçevede Aristoteles şunları yazar: “Bütün insanlar doğaları gereği bilmeyi isterler. Bunun bir göstergesi, duyularımızdan aldığımız hazdır; çünkü duyularımız yararlı olmalarından ayrı ve bağımsız olarak çok sevilirler. Ama her şeyden daha önce ve daha çok sevilen duyumuz görme duyusudur. Öyle ki, hiçbir şey yapmayacak olsak dahi, her şeyi görmeyi ister ve bunu tercih ederiz. Çünkü görme duyusu, en çok şeyler/nesneler arasında birçok fark olduğunu ve bu farkın ortaya çıkmasını bilmemizi sağlar.” (Aristoteles, Metafizik, Kitap A. 1980 21. W.D.Ross tarafından yapılan İngilizce tercümesi, The Works of Aristotle/Aristotle Eserleri – Oxford, Clarendon Press, 1924 – Cilt VII) Yukarıda yer verdiğimiz bu pasaj, Platon’unkinden farklı olarak Aristoteles’in bilgi anlayışının oldukça karakteristik bir özelliğini ortaya koyar. Öyle ki, Platon’un eserinde duyusal hayatın imkansız olduğu ifade edilmekle birlikte, bilgi arzusu, asla duyularımızdan aldığımız hazla kıyaslanmaz. Zira Platon’da duyuların hayatı, aklın hayatından oldukça geniş ve aşılmaz bir uçurumla ayrılır. Yine Platon’a göre, bilgi ve doğru, aşkın bir düzene, yani ebedi fikirler alemine aittir. Nitekim Aristoteles dahi, bilimsel bilginin sadece algılama eylemiyle mümkün olmadığı hususunda ikna olmuştur. Ama Aristotle, ideal dünya ile ampirik dünya arasındaki bu Platoncu ayrımı yadsıdığında bir biyolog gibi konuşur ve ideal dünyayı, bilgi dünyasının hayata dair terimleri açısından açıklamaya çalışır. O nedenle, Aristoteles’te, her iki alan konsunda da aynı kesintisiz sürekliliği buluruz. Doğada olduğu kadar insan bilgisinde de yüksek biçimler, alt biçimlerden gelişir. Duyu algısı, bellek, deneyim, hayal gücü ve akıl ortak bir bağla birbirine bağlıdır; bunlar, en yüksek yetkinliğe insanda ulaşır, ancak bunlar bir şekilde hayvanlar ile tüm organik hayat biçimleri tarafından paylaşılan tek ve aynı temel etkinliğin farklı aşamaları ve farklı ifadeleridir.

Eğer bu biyolojik görüşü benimsersek, insan bilgisinin ilk aşamalarının sadece dış dünyayla ilgilenmek olduğunu beklememiz gerekir. İnsan, tüm acil ve doğrudan ihtiyaçları ve pratik çıkarları yönünden kendi fiziksel çevresine bağlı ve bağımlıdır. Bu bağlamda, insan, kendisini sürekli olarak çevreleyen dünyanın koşullarına kendisini uyarlamadan yaşayamaz. O nedenle, insanın entelektüel ve kültürel yaşamına doğru attığı ilk adımlar, yakın çevresine olan bir tür zihinsel uyum sağlamayı içeren eylemler olarak tanımlanabilir. Ancak insan kültürü ilerledikçe ve çok geçmeden insan yaşamının zıt bir eğilimiyle karşılaşırız. Öyle ki, insan bilincinin en erken parıltısından itibaren, insanı, bu dışa dönük görüşe eşlik eden ve bunu tamamlayan içe dönük bir hayat noktasında buluruz. İnsan kültürünün gelişimini bu başlangıçlardan ne kadar uzağa götürürsek, bu içe dönük görüş de o kadar ön plana çıkar gibi görünür. Böylece insanın doğal merakı yavaş yavaş yön değiştirmeye başlar. Bu büyümeyi, insanın kültürel yaşamının hemen hemen tüm biçimlerinde görebilir ve inceleyebiliriz. Öyle ki, evrenin ilk mitolojik açıklamalarında her zaman ilkel bir kozmoloji ile yan yana olan ilkel bir antropoloji buluruz. Zira dünyanın kökeni sorunu/meselesi, insanın kökeni sorunuyla/meselesiyle ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiştir. Din, bu ilk mitolojik açıklamaları ortadan kaldırmaz. Aksine, mitolojik kozmolojiyi ve antropolojiyi, bunlara yeni bir şekil ve yeni bir derinlik vererek korur, bu aşamadan sonra artık insanın “kendini bil-mesi” sadece ve mutlak olarak teorik bir ilgi şeklinde düşünülmez. Zira bu aşamadan sonra insanın “kendini bil-mesi” artık sadece bir merak veya spekülasyon konusu değildir; zira bu insanın temel yükümlülüğü olarak ilan edilmiştir. Bu ahlaki gerekliliği ilk aşılayanlar büyük dini düşünürler olmuştur. Bunu takiben dini hayatın bütün yüksek biçimlerinde, “Kendini bil” düsturu kategorik bir buyruk, nihai bir ahlaki ve dini yasa olarak kabul edilmiştir. Bu buyrukla biz, bütün değerlerin yeniden değerlendirilmesini algıladığımız ilk doğal içgüdünün ani bir şekilde tersine döndüğünü hissederiz. Bu gelişimin bireysel adımlarını, dünyadaki tüm dinlerin tarihlerinde, bu bağlamda Yahudilikte, Budizm’de, Konfüçyüsçülükte ve Hıristiyanlıkta gözlemleyebiliriz.

Aynı ilke, felsefi düşüncenin genel evrimi için de geçerlidir. Yunan felsefesi, en erken evrelerinde, sadece fiziksel evrenle ilgili görünmektedir. Yine bu evrede felsefi araştırmanın diğer tüm dallarına açıkça kozmoloji egemendir. Bununla birlikte, hemen hemen her bireysel düşünürün aynı zamanda yeni bir genel düşünce tipini temsil etmesi, Yunan zihninin derinliğinin ve kapsayıcılığının önemli bir özelliğidir. Milesian Okulu (çn: M.Ö 6.yüzyılda İyonya aydınlanması ile kurulmuş bir düşünce okuludur. Bu okul, felsefe tarihinde hem felsefenin başlangıç evresini oluşturur, hem de doğa felsefesi olarak adlandırılan felsefi eğilimin öncüsüdür. Bu okul ilk sistemli düşünmeyi ve varoluşu temellendirme çabalarını ortaya koymuştur) fiziksel felsefe ile ilgili iken, Pisagorcular matematiksel felsefeyi keşfetmişler, mantıksal felsefe idealini ilk tasarlayanlar ise Eleatic düşünürler olmuştur. (çn: Şeylerin kökeniyle değil, şimdi olduğu gibi şeylerin dünyasının ilkeleriyle ilgilenen, araştırmalarını değişim sorunu etrafında odaklayan ve bu sorunun çözümünde Varlık ve Oluş nosyonlarını tanıtan, böylece spekülasyonları kesinlikle metafizik bölgelere taşıyan düşünürler) Yine kozmolojik ve antropolojik düşünce arasındaki sınır çizgisinde olan  Heraklitos, bir doğa filozofu olarak konuşmasına ve “antik fizyologlar” arasında bulunmasına rağmen, insanın sırrını incelemeden onun sırrına girmenin imkansız olduğuna ikna olmuştur.   Ona göre, eğer hakikate tutunmak ve bunun anlamını anlamak istiyorsak, insan olarak, insanın öz-tefekkür talebini ve ihtiyacını karşılamamız gerekir. O nedenle, Heraklitos’a göre, bu, onun kendi felsefesinin tamamını karakterize eden iki sözcükle, “edizesamen emauton/kendimi aradım” sözcükleriyle mümkün olur. (Diel’de Fragman 101, Die Fragmante der Vorsokratiker/Sokrates öncesi fragman, W.Krantz tarafından edit edilmiştir. 5. Baskı, Berlin, 1934, I, 173)

Ne var ki, bir anlamda erken Yunan felsefesine içkin olmasına rağmen, bu yeni düşünce eğilimi Sokrates’in zamanına kadar tam olarak bir olgunluğa ulaşmamıştır. O nedenle, Sokratik düşünceyi, Sokrates öncesi düşünceden ayıran dönüm noktasını, insan sorununda/meselesinde buluruz. Kendisinden öncekilerin teorilerine asla saldırmamış veya bunları eleştirmemiş olan Sokrates, yeni bir felsefi doktrin getirme niyetinde de değildir. Bununla birlikte, Sokrates, tüm eski sorunları/meseleleri yeni bir fikir merkezine yönlendirdiği için, bu sorunlar/meseleler yeni bir ışık altında görülür. Öyle ki, Yunan doğa felsefesinin ve Yunan metafiziğinin sorunları/meseleleri, Sokrates’ten sonra, birdenbire, insanın tüm teorik ilgisini çekecek gibi görünen yeni bir sorunla/meseleyle gölgede kalmıştır. Ama yine de Sokrates’te bağımsız bir doğa teorisi veya bağımsız bir mantıksal teoriyle ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Ve hatta o aşamada daha sonraki etik sistemlerin geliştirildiği anlamda, tutarlı ve sistematik bir etik teorimiz de mevcut değildir. Bu durumda, geriye tek bir soru kalmaktadır: o soru da insan nedir sorusudur? Sokrates her zaman nesnel, mutlak, evrensel bir hakikat idealini korumuş ve savunmuştur. Ama onun bildiği ve tüm araştırmalarının atıfta bulunduğu tek evren, insanın kendi evrenidir. Onun felsefesi, – eğer bir felsefesi varsa – kesinlikle antropolojiktir. (çn: Genel olarak insan ve toplum bilimi inceleyen bilim dalı); Platonik diyaloglardan birinde, Sokrates, öğrencisi Phaedrus ile yaptığı bir söyleşide resmedildiği şekilde anlatılır. Bu Platonik diyalogda anlatıldığı üzere, Sokrates ile Phaedrus birlikte yürümektedirler. Kısa bir süre sonra birlikte Atina kapılarının dışında bir yere gelirler. Gelinen yerin güzelliğine hayran kalan Sokrates, çok övdüğü bu manzaradan ziyadesiyle memnundur. O noktada, Sokrates’in bir rehber tarafından kendisine gösterilen şeye bir yabancı gibi davranmasına şaşıran Phaedrus araya girer ve Sokrates’e “Hiç sınırı geçtin mi?” diye sorar. Sokrates, verdiği cevaba sembolik bir anlam katar ve “Benim iyi arkadaşım, benim söylediğin hakikattir” der ve şöyle devam eder: “Umarım bunun sebebini duyduğunda beni bağışlarsın. Ben bir bilgi aşığıyım, bu şehirde yaşayan insanlar benim öğretmenimdir, fakat ağaçlar ya da ülke öyle değildir.” (Plato, Phaedrus 230A-Jowett’in tercümesi)

Ne var ki, Platon’un Sokratik diyaloglarını incelediğimizde, hiçbir yerde onun yeni sorunla/meseleyle ilgili olarak doğrudan bir çözümünü bulamayız. Öyle ki, Sokrates bize, sadece bireysel insan niteliklerinin ve erdemlerinin ayrıntılı ve titiz bir analizini verir. Bu niteliklerin doğasını belirlemeye ve bunları tanımlamaya çalışır: ona göre bunlar iyiliktir, adalettir, ölçülülüktür, cesarettir vb. gibi şeylerdir. Ama Sokrates asla bir insan tanımına girişmez. Bu görünüşteki eksiklik, ona neden ve nasıl bu kadar uzaktır? Acaba Sokrates, sorunun/meselenin derinliğine ve gerçek özüne asla nüfuz etmeden, sorunun/meselenin sadece yüzeyini çizmesine izin veren dolambaçlı bir yaklaşımı kasten mi benimsemiştir? Ama burada yine her yerde olduğundan daha fazla, Sokratik bir ironi olduğundan şüphe etmemiz gerekir. Öyle ki, soruna/meseleye yeni ve beklenmedik bir ışık tutan ve bize Sokratik insan anlayışına dair olumlu bir iç görü sağlayan tam da Sokrates’in bu olumsuz yanıtıdır. Zira biz insanın doğasını, fiziksel şeylerin doğasını algılayabildiğimiz şekilde keşfedemeyiz. Fiziksel şeyler nesnel özellikleri açısından tanımlanabilir ve sadece insan bilinci açısından tarif edilebilir ve tanımlanabilir. Onun için bu olgu, olağan araştırma yöntemlerimizle çözülemeyecek şekilde ve tamamen yeni bir sorunu/meseleyi ortaya çıkarır. Zira burada ampirik gözlem ve mantıksal analiz, bu terimlerin Sokrates öncesi felsefede kullanıldıkları anlamıyla eksik ve yetersiz kalmaktadır. Çünkü biz insanın karakterini ancak insanlarla olan yakın ilişkimizde kavrayabiliriz. İnsanı anlamak için aslında insanla yüzleşmemiz, onunla tam anlamıyla yüz yüze görüşmemiz gerekir. Dolayısıyla burada ki sorun/mesele yeni bir nesnel içerik değil, Sokrates felsefesinin ayırt edici özelliği olan yeni bir düşüncenin etkinliği ve işlevidir. O güne kadar entelektüel bir monolog olarak düşünülen felsefe, artık bir diyaloga dönüştürülmüştür. O nedenle, insan doğasının bilgisine artık ancak diyalojik (çn: Monologun tam tersidir ve karşılıklı etkileşim üzerine kurulu bir anlamlaştırma düşüncesi demektir) veya diyalektik düşünce yoluyla yaklaşabiliriz. Oysa daha önce hakikat, bireysel düşünürün çabasıyla kavranabilen ve kolayca aktarılıp başkalarına iletilebilen bir tür hazır şey olarak algılanan bir şeydir. Ancak Sokrates artık bu görüşe katılmamaktadır. Platon, Devlet isimli eserinde, “doğuştan kör olan bir adama görme gücünü vermek nasıl imkansız ise,  bir insanın ruhuna hakikati yerleştirmek de imkansızdır” diye yazar. Platon’a göre hakikat, doğası gereği diyalektik düşüncenin ürünüdür. O nedenle, hakikat, öznelerin karşılıklı sorgulamalarındaki ve yanıtlamalarındaki sürekli işbirliği dışında elde edilemez. Zira hakikat, ampirik bir şey/nesne değildir ve o nedenle, hakikat toplumsal bir eylemin sonucu olarak anlaşılmalıdır. İşte bu, “İnsan nedir?” sorusuna karşı verilen yeni ve dolaylı bir cevaptır. O nedenle, insan, sürekli olarak kendisini arayan, kendi varlığının her anında varoluşunun şartlarını ve sınırlarını incelemek ve irdelemek zorunda olan bir yaratık olarak ilan edilmektedir. Bu incelemede, insan hayatına yönelik bu eleştirel tutum, insan hayatının gerçek değerini oluşturmaktadır. Plato, Apology (çn: Sokrates’in Savunması) isimli eserinde, Sokrates’in  “Sorgulanmamış bir hayat, yaşamaya değmez” dediğini yazar. (Plato, Apology, 37 E) Buna göre, insanı, kendisine rasyonel bir soru sorulduğunda rasyonel bir cevap verebilen varlık olarak tanımladığını söyleyerek, Sokrates’in bu sorundaki/meseledeki düşüncesini özetleyebiliriz. O nedenle, Sokrates’e göre, insanın hem bilgisi hem de ahlakı, ancak bu çerçeve içinde kavranır. Bu temel yeti, yani kendisine ve başkalarına yanıt verme yetisi itibariye insan, “sorumlu” bir varlık ve ahlaki bir özne haline gelir.