Bugün herkesin eşit haklarının olduğu, hatta hakların bir kısmının evrensel/mutlak veya doğal olduğu düşüncesi genel kabul görmüş olsa da yaklaşık 300 sene önce kimse böyle düşünmüyordu.

Haklar tarihin bir noktasında inşa ettiğimiz insan eli değmiş kavramlardır. En nihayetinde insan icadıdırlar. Toplumsal hayatta öteki ile bir arada yaşamayı sağlarlar. “Öteki”nin olmadığı bir yerde “hak” bir şey ifade etmez, çünkü hakka ihtiyaç yoktur. Hak mücadelesi dediğimiz şey de esasında “öteki” ile aramızdaki “sınıra” dair verilen bir kavgadır.

Bu hakların sınırları çizilirken hakkın varlığının karşı tarafa kabul ettirilmesi de, varlığı kabul edilen bir hakkın uygulanmaması da kaçınılmaz olarak çatışmalara yol açar. Toplumsal hayatta bu çatışmalar karşılıklı ödünleşme ile uzlaşmaya dönüşür. Sadece bir tarafın ödün verdiği yerde uzlaşma değil tahakküm vardır.

Yani hak mücadelesi aslında bir arada yaşamak için girişilen kavgadır. Ve bu kavga çoğu zaman “güçler nispetinde” bir arada yaşamamızı mümkün kılacak bir uzlaşmayla sonuçlanır.

Değerlerin Tiranlığı ve Hakkın Zayıf Karnı: “Evrensellik”

Haklara dair sınırlar kurallarla çizilir. Kurallar tanım gerektirir ve tanımları da güçlü olanlar yapar. Tanımlar tanımı yapanın, yani güçlü olanın değer yargılarını ve iradesini yansıtır. Egemenlerin dini, etnik, ideolojik değer yargıları, hakların şekillenmesinde büyük rol oynar. Sıradan insanın hak konusundaki düşünceleri her zaman yaşadığı zamanın ve mekânın sınırları içerisindeki değer yargılarına göre şekillenir.

Tarihten gördüğümüz kadarıyla güçlüler bir değer hiyerarşisi inşa edip kendilerinden olmayanları “öteki” olarak görürler. Ötekileri de asla kendileri ile eşit görmezler. Yani aidiyet hissettiklerine hak gördüklerini, diğerlerine hak görmezler.

Carl Schmitt bu yüzden değerler meselesini hukuktan ve bilhassa anayasa hukukundan uzak tutmamızı söyler. Çünkü “değer” düşüncesinde kendisini iyi saklamış bir saldırganlık ikamet eder. İnsan bir şeyi değerli olarak tanımlarken zımnen başka bir şeyi de değersiz olarak tanımlamış olur. Bir şey daima başka şeylerin içinde ve başka şeylerle ilişkisinde değerli olur. Bir şey başka şeylerin içinde ve başka şeylerle ilişkisinde değer kazanıyorsa, bu onun karşısında başka şeylerin de değer kaybına uğrayarak, değersiz olduğu anlamına gelir. O vakit değerleri hukukun içine taşımak o değer karşısında başka her şeyi otomatikman değersiz kılar. Bu da değerli olanın değersiz olan üzerinde bir zulmüne/tiranlığına yol açar. Kısacası değerlerin olduğu yerde haklar gölgelenebilir.

Bir değerin savunucularının ezici bir çoğunluk olduğu yerde o değer kaçınılmaz olarak güç haline gelir. Bu değer etnik, dini ya da politik bir değer olabilir. Bir yerde, çoğunluğun paylaştığı değer başka değerler karşısında açık ara öne çıkarsa, o değer artık egemenlerin iradesini; sübjektif değer yargıları sanki objektif bir yapıya sahipmiş gibi mahkeme kararları biçimi altında hukuki kudretle donatır. İşte değerler, hakları böyle gölgeler. Değersizleştirilen, değerliye boyun eğer; çünkü değeri güçlü ve özgür olan belirler.

İnsanların doğuştan gelen haklarını evrensel bir değer olarak sunan ve bu anlamda insan hakları teorisine büyük katkıda bulunan John Locke, evrensel bir değer olarak insan hakları fikrini ortaya atarken aynı zamanda köle ticareti yapan bir firmanın ortaklarındandı. Bugün Locke’u tutarsızlık ve ikiyüzlülükle suçlayabiliriz, fakat kendi kültürünün ve kendi kültürel değerlerinin sınırları içinde kaldığı için Locke’u ahlaken mahkûm etmek aslında hiç de makul değildir. Locke’un değerleri, Locke’un teorisindeki insan haklarını gölgelemiştir; bunun için Locke’u kimse suçlayamaz.

Hakların Değişimi, Dönüşümü ve Genişlemesi

Hakların alanı, nerede başlayıp nerede bittiğine dair sınırlar sürekli yeniden çizilir. Hakların ele alınışı ve tanımlanması daima dinamik bir süreçtir. Bu anlamda haklar olmuş bitmiş, tamamlanmış bir şey olmaktan çok, sürekli oluş halinde ve dönüşüm içindedir. Tarihin akışı içinde her momentte yeniden şekillenirler.

İki insanın bir araya geldiği her yerde hakların mutlaka tanımlanması ve düzenlenmesi gerekir.  Bugünden geçmişe bakıldığında eski zamanların hak düzenlemeleri çok yetersiz, çok zayıf, hatta çok sınırlı görünse dahi; aslında her dönemde, her çağda, her sınıftan insanın mevcut koşullar ölçüsünde birtakım hakları vardır. Ama modern zamanlarda biz bu hak tanımının çok daha detaylandığına ve çok daha genişlediğine şahit oluyoruz. Elbette her dönemde insanların birtakım haklara sahip oldukları söylenebilir, fakat bu haklar hiçbir zaman içinde yaşadığımız modern dönemdeki bireyin haklarıyla mukayese götürmez.

Haklardaki değişimin sebebi kuşkusuz hayatı yaşayış ve tecrübe ediş şeklimizdeki farklılaşmadır. İnsanlığın bilgisi ve etkileşimi arttıkça ve toplumsal hayat hızlanıp karmaşıklaştıkça hakkın kapsamı da genişler.

Pek çok faktöre bağlı olan değişim, hele de hak söz konusu olduğunda hiçbir zaman toplumun bütün unsurlarının desteğiyle gerçekleşmez. Fakat apaçık olan vakıa, her türlü değişimin haklarda da bir değişiklik yaratacağıdır. İnsanlık tarihinde olaylar kimi zaman yavaş ve derinden, kimi zaman hızlı ve yıkıcı biçimde cereyan eder. Yavaşlığın hüküm sürdüğü dönemlerde hak konusundaki değişim de hissedilmeyecek denli yavaş ve durağan gerçekleşir. Temel üretim ve ilişki biçimlerinin değişmediği yüzyıllar boyunca iktidarın, kölelerin, yabancıların, kadınların haklarında da pek bir değişim görülmez. Ama temel maddi koşullar ve ilişki biçimleri köklü bir değişime girdiğinde daha önce hiç akla bile gelmemiş haklar gündeme gelir, çatışmaya yol açar, kabul görür ve nihayetinde de iktidarlar bunları tanımak zorunda kalır.

Günümüz, hepimizin hayatlarını öyle veya böyle etkilemeye başlayan yeni bir değişim çağına tanıklık ediyor. Küresel eşitsizliklerin ve gittikçe daha fazla bir şekilde iklim sorunlarının yarattığı göç olgusuyla birlikte özellikle kalkınmış ülkelerde bambaşka zorunlu ve öngörülemeyen karşılaşmalar ortaya çıkıyor. Enformasyon çağının zaten yaratmış olduğu etkileşim şimdi bir de fiziksel karşılaşmalarla ve yüzleşmelerle daha da karmaşık bir hal alıyor.

Bunun haklar konusunda sadece Batıda değil, bu karşılaşmaların yaşandığı her yerde ve her kültürde farklı sonuçlar ve çetrefilli sorunlar doğurması kaçınılmaz. Belki de insanlığın, hatta daha dar bir şekilde Batının haklar konusunda artık katedilecek bir mesafe kalmadığını düşündüğü insan haklarının zaferi denilen çağın sonunda yeni bir hak kriziyle karşı karşıyayız.

Bir yanda kadın hakları, lgbt hakları gibi toplumsal düzen için tehdit saydıkları haklarla ne yapacağına karar vermek zorunda olan muhafazakar kültürler, diğer yandan sahip olduğu zenginliği yeni misafirleriyle paylaşmaya mecbur edilen ve bunu bir hak temeline oturtma sancısı çeken zengin devletler.

Belki de bugünlerin bize öğreteceği en önemli şey, hak konusunda kendi inşa ettiğimiz düzenlemelerin yetkinliğinden daha az emin olmamız gerektiğidir. Gerek hak düşüncesinde gerekse haklar listesinde baş döndürücü bir değişimin akıntısına kapılıp kendimizi bambaşka bir haklar manzarası karşısında bulacağımız günler yakın görünüyor.

Hakların statik değil dinamik bir yapısı olduğu, yani içeriğinin sürekli zenginleştiği ve sınırlarının durmaksızın genişlediği unutulmamalıdır. Hakların bu dinamik karakteri hesaba katıldığında bugün aklımıza gelmeyen yahut yeni yeni filizlenen tartışmalarda “yok artık” dedirtecek kadar dallanıp budaklanan hak taleplerinin, şu an gerçekleşmesine hiç ihtimal vermediğimiz pek çok şeyin, mesela hayvan haklarının yarının dünyasının haklar listesinde tartışılmaz bir statü kazanacağı aşikardır.

Aslında her çağ; antik çağ, orta çağ, rönesans, aydınlanma, modernite gibi her dönem hakların yeniden dağılımı ve toplum sözleşmesinin yenilenmesidir. Çağları değiştiren hep haklardaki bu köklü değişikliklerdir.

Modern Dönem ve Bireyin İcadı

17. yüzyılda teolojik dünya yerini seküler dünyaya bırakırken, yani feodal toplum yerini modern topluma, feodal devlet yapısı yerini modern ulus-devlet yapısına bırakırken, hak topluluklarla değil bireylerle anılmaya başlıyor. Feodal yapı çözülürken hakkın konusu doğrudan bireyler oluyor. Sivil bir alan oluşuyor. Kurallar kralların da üzerine çıkıyor. Kural/kral dönemi başlıyor. Kurallar, kuralı koyanın da üzerinde sayılıyor.

Modern zamanda kilise ve kral gücünü yitirirken, modern devlet hızla güç kazanır. Bu yeni dönemde de tabii ki kimin hangi haklara sahip olduğunun tanımlandığı yeni bir toplum sözleşmesine ihtiyaç duyuluyor. Bu yeni toplum sözleşmesiyle birlikte de insanlık tarihinde sahneye ilk defa “birey” çıkıyor.

İnsan haklarından bahsedebilmek için önce “birey” fikrine ihtiyacımız var. Bu anlamda bireyin bir suje olarak hukuk düzeni tarafından kabul edilmesi insanlık için önemli bir aşamadır.

Birey modern bir icattır. Modern öncesi dönemde topluluklarda bulunan insanları bugünün “birey” kavramıyla nitelemek mümkün değildir. Modern dönem öncesi gruplarla anılan, müstakil varlıklar olarak görülmeyen insanlar sınırlı bazı haklara sahip olsa da, kendileri ve hayatları hakkında, pek çok konuda karar verme imkanına sahip değillerdi. Tanrı devlet yapısı çökünce hakkın konusu doğrudan bireyler olduğu için sivil bir alan oluştu.

Kendi bedensel, ruhsal bütünlüğüne sahip, kendi hakları olan, bir sınıfa ve bir zümreye ait olduğu için değil, doğrudan kendisi olduğu için, kendi bedeni ve kendi ruhuyla hakları olan bir özne/birey fikri ortaya çıkıyor. Artık insanlar; aristokrat sınıfın bir unsuru ya da köylü sınıfın bir unsuru gibi değil de, kendi başına bir birey olarak, cemaatlerden kurtulmuş, hak sahibi olabilen bir özne/birey olarak kabul ediliyor.

Bireyin icadıyla “halk” diye bir şey de ortaya çıkıyor. Bundan sonra o halkın içerisinde sadece erkeklere oy hakkı veriliyor. Sonra kadınların da halkın bir parçası olduğu kabul görüyor, böylece kadınlar da oy kullanmaya başlıyor. Ardından bununla da yetinmeyip oy verme yaşı 18’e kadar indiriliyor, bunun neticesinde de halk artık sadece yetişkin kadınlar ve erkeklerden değil, aynı zamanda gençlerden de oluşuyor.

Modern devlette bireylerin haklarının iki kutbu bulunur. Bir hak varsa mutlaka ona karşılık gelen bir de yükümlülük vardır. Genelde yurttaşların haklarından bahsedilip iktidarın, devletin ya da kamunun hakkından pek bahsedilmemesi, meselenin bu iki yönlülüğünü gözden kaçırmamıza neden olmaktadır. Fakat çok iyi biliyoruz ki modern insan her geçen gün çok daha fazla kamusal yükümlülüklerle karşı karşıya kalmaktadır.

Güçlü Olan Hep Haklı Mıdır?

Hak öncelikle bireyler arasındaki ilişkinin biçimini ama asıl olarak da iktidarı elinde bulunduranlarla yönetilenler arasındaki ilişkinin temelini ve içeriğini belirlediğinden, haklar konusundaki tartışmalar ve uygulamalar her zaman güçle yakından ilişkili olmuştur. Bir yönüyle hak kavramı iktidarın, yönetilenler üzerindeki tasarruflarını haklılaştırmanın bir aracıdır. Böylece kalabalıkları istediği gibi yönlendirmek şeklindeki hayli külfetli ve masraflı iktidar arzusu, bu yönlendirmenin bir hakka dayanmasıyla kolaylaşıverir. İktidarın hakkına ilişkin bu pratik, ilk bakışta özneleri ve içerikleri tarih boyunca değişmiş gibi görünse de en ilkel toplumdan en karmaşık topluma kadar varlığını devam ettirmiştir.

İnsanlığın eski zamanlarında hayatta kalmak için doğayla girişilen mücadelede en belirleyici olan güç, kuşkusuz fiziksel güçtü. Fakat tarihin içerisinde yaşanan değişimlerden sonra hayatta kalma mücadelesinde verilen kavganın hasmı değiştiğinden ihtiyaç duyulan güç tipi de değişti.

Günümüz dünyasında toplumsal hayatta bir bireyin var olabilmesi için fiziksel güçten ziyade mental güce ve şüphesiz ekonomik güce gereksinimi vardır. Günümüz dünyasında hayat kavgasında en hayati güç, ekonomik güçtür.

Güçsüzü güçlü karşısında koruyan haklar hiçbir zaman bir lütuf olarak ortaya çıkmaz. Güçlülerin güçsüzlere haklarını tanıyarak kendi tasarruf imkânlarını sınırlaması ya bir ödünleşmenin ya da bir kavganın sonucunda ortaya çıkar. Tek tek bireylere ait haklar, hâlihazırda sanki birbirinden dağınık atomize olmuş kişilere aitmiş gibi görünse de esasında bu hakları ortaya çıkaran bir araya gelmiş bireylerin mücadelesi veyahut da bireylerin bir araya gelmesinden duyulan korkudur.

Hak ilişkileri bu şekilde okunduğunda güçlü olanın hep haklı olduğu sonucu çıkmasa bile ancak güçlü olanın bir hakkı olduğu görülür. Fakat eşitsiz bir toplumsal düzende mutlak eşitlikle tanımlanmayan her durumda hak mücadelesi en nihayetinde en güçlü olanın lehine sonuçlanır. İktidardakilerin tanımak zorunda kaldıkları haklar güçsüzlerin pozisyonlarında bir ilerleme olarak değerlendirilebilse de, iktidar taviz vermek suretiyle ilk başta zayıflar gibi görünse de esasında yerini tahkim etmiştir. Dolayısıyla mutlak eşitlikle sonuçlanmayan ödünleşme süreci yine hakkın güçlü olanlar tarafından belirlenmesiyle neticelenir.

Hak daima güçlü tarafından tanımlandığı ve güçsüzler tarafından talep edildiği için ekonomik güçten yoksun kalabalıkların hak talepleri duymazdan gelinir yahut onların talepleri hak tanımının içinde görülmediğinden maruz kaldıkları haksızlıklar çoğu kez haksızlık olarak bile görülmez.

Dolayısıyla haklardan yararlanıp yararlanmamamız, hak mağduru olup olmamamız ekonomik güçten yoksun olup olmamakla, bir başka ifadeyle ekonomik güce sahip olup olmamakla ilgilidir. Ekonomik gücü olanların hakları vardır, ekonomik gücü olmayanlarınsa sadece mağduriyetleri. Bu ifadede gözden kaçmaması gereken husus buradaki hak veya mağduriyetlerin ekonomik temelli olmak zorunda olmamasıdır. Yani esasında bütün bir haklar listesinin mücadelesi de, kazanımı da, uygulaması da esasında ekonomi temelli bir savaşın parçasıdır.

Ne var ki, gücü olmayanların zamanla güç kazandıklarında, yani kaybedecek bir şeyleri olduğunda, bu gücü başkalarını mağdur etmek pahasına kullanmaktan çekinmediklerini görüyoruz. Örneğin, birkaç jenerasyon önce Avrupa’da toprağa bağlı köle olarak yaşayan serflerin önemli bir kısmı, Amerika’ya göç ettiklerinde, yalnızca birkaç nesil sonra köleliğin kaldırılmaması için savaş verdiler. Ekonomik güce kavuşanlar, geçmişte maruz kaldıkları adaletsizliği değil, yeni kazandıkları imtiyazları korumanın peşine düştüler.

Sonuç

Hak, her çağda ve her toplumda, iktidarın sınırlarını ve bireylerin özgürlük alanlarını belirleyen dinamik bir mücadele alanı olmuştur. İlk bakışta evrensel ve değişmez bir ilke gibi görünen hak kavramı, gerçekte her dönemin güç dengelerine göre şekillenmiş, tanımlanmış ve yeniden yorumlanmıştır. Bugün sahip olduğumuz hakların hiçbiri kendiliğinden var olmamış, aksine, mücadeleyle kazanılmış ve kazananların iradesine göre biçimlendirilmiştir. Ancak tarihin en çarpıcı gerçeklerinden biri, gücü elinde bulunduranların hak kavramını yalnızca kendi konumlarını koruyacak şekilde tanımlamalarıdır. Hak, çoğu zaman güçlünün lütfu değil, zayıfın direnme kapasitesine bağlı bir uzlaşmadır. Bu nedenle, hak mücadelesi yalnızca adaletin değil, aynı zamanda gücün ve çıkarların savaş alanıdır. Gelecekte de hakların genişlemesi, daralması ya da yeniden tanımlanması, ekonomik ve siyasi güç mücadelelerinin bir sonucu olmaya devam edecektir. Bugün mutlak ve değişmez görünen haklar, yarının dünyasında bambaşka sınırlar içinde var olacak ya da tamamen dönüşecektir.