Hastanın vefatı ile neticelenen tıbbi müdahalelerde sanık olan hekimin, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu m.85’e göre taksirle ölüme sebebiyet verme ve m.257/2’ye göre görevi kötüye kullanma suçlarından doğan ceza sorumluluğu bulunmaktadır. Bu yazımızda, hukuka uygun tıbbi müdahale şartları ve Yargıtay’ın, hekimlerin TCK m.85 ve TCK m.257/2’den doğan cezai sorumluluğuna ilişkin kararları incelenecektir. TCK m.85 ile birlikte taksirle yaralama suçunu düzenleyen m.89 da dikkate alınmalıdır.
1- Giriş
Hekim; tıbbi müdahale sürecinde, hem meslek etiği açısından ve hem de hukuki ve cezai sorumluluklarının doğmaması için, meslek kurallarına ve etiğine uygun şekilde, dikkatli ve özenli olmak zorundadır. Hekim; artan iş yoğunluğundan bağımsız olarak, tıbbi müdahale öncesinde, sırasında ve sonrasında yükümlülüklerini tam ve eksiksiz yerine getirmelidir. Burada yegane amaç, hastanın yaşam hakkının ve vücut bütünlüğünün korunmasıdır.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.2’ye göre, “Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur”. Anayasa m.17/1’e göre, “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” ibaresine yer verilmiştir. Anayasa m.56’ya göre; “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak, insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, iş birliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler. Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir”. Bu hükümler; yaşam hakkının, maddi ve manevi bütünlüğü koruma hakkının temel ve vazgeçilmez olduğunu, Devletin sağlık hakkı ile ilgili sorumluluklarının bulunduğunu Anayasa ile güvence altına almıştır[1].
Yaşam hakkının korunması, bedensel bütünlüğe herhangi bir zarar gelmemesini kapsamaktadır ve hekimlerin sorumluluk alanı da buna göre düzenlenmiştir. Hekim; Devlet, şehir ve üniversite hastanelerinde kamu görevlisi sıfatı ile hekimlik mesleğinin icra edilmesi sırasında görevinin gerekli kıldığı şekilde hareket etmek zorundadır. Bununla bağdaşmayan davranışlar; yasal düzenlemelerde suç olarak tanımlanmalarının yanı sıra, disiplin soruşturmalarına da konu edilebilmektedir[2].
TCK m.257’de, kamu görevlisinin işleyebileceği “görevi kötüye kullanma” suçu iki fıkrada düzenlenmiştir. Birinci fıkrada “Görevin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat” sağlamak şeklinde icrai bir hareket düzenlemesi yer almaktadır. İkinci fıkrada ise, “Görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat” sağlamak şeklinde ihmali bir hareket düzenlemesi mevcuttur. Bu norm, “tali norm” olup, “Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında” uygulanmaktadır. Dolayısıyla hekimler, tıbbi müdahaleler esnasındaki TCK m.85 tanımına girmeyen fiilinden dolayı TCK m.257’ye göre cezalandırılabilmektedir.
2- Tıbbi Müdahale Tanımı ve Hukuka Uygunluk Şartları
Hasta Hakları Yönetmeliği m.4/1-g bendine göre; tıbbi müdahale, “Tıp mesleğini icraya yetkili kişiler tarafından uygulanan, sağlığı koruma, hastalıkların teşhis ve tedavisi için ilgili mesleki yükümlülükler ve standartlara uygun olarak tıbbın sınırları içinde gerçekleştirilen fiziki ve ruhi girişim” şeklinde tanımlanmaktadır. Dolayısıyla, insanın vücut bütünlüğüne yönelmiş ve tıbbın uygulandığı tüm müdahaleler bu kapsama girmektedir.
Tıbbi müdahale de esasen insan vücuduna yapılan bir müdahaledir ve bu hali ile yaralama suçunu oluşturur[3]. Ancak belirli şartların bir arada bulunması halinde; suçun maddi ve manevi unsurları oluşsa bile, mesleğin icrası adlı hukuka uygunluk kapsamında yapılan tıbbi müdahaleye ilişkin fiil hukuka uygun sayılır. Tıbbi müdahaleyi hukuka uygun kılan şartlar aşağıdaki gibidir:
a) Tıbbi müdahale yapmaya yetkili kişinin hekim olması gereklidir. Kişi, hasta tedavi etmek için tıp fakültesi diploması sahibi olmalıdır (1219 sayılı Tababet ve Şuabatı Tarzı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunu m.1).
b) Tıbbi müdahalede hastanın kendisinden veya gerekli hallerde hasta yakınlarından rıza alınması zorunludur. 1219 sayılı Kanun m.70/1 ve Hasta Hakları Yönetmeliği m.24, rızanın alınmasına ilişkin hükümler içermektedir. Anayasa m.17/2’ye göre, “Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz”[4]. Rızanın zorunlu unsur olması; kişilerin vücut bütünlüğünün dokunulamaz olması, hastanın müdahaleyi durdurma ve kendisine uygulanacak tedaviyi öğrenince reddetme imkanının bulunmasından kaynaklanır. Bununla birlikte; hayati tehlikesinin bulunduğu ve bilincinin kapalı olduğu acil durumlar ile hastanın bir organının kaybına veya fonksiyonunu ifa edemez hale gelmesine yol açacak durumun varlığı halinde (Hasta Hakları Yönetmeliği m.24/7), rızanın alınmamasına ilişkin zorunluluk halinin oluştuğu kabul edilir ki, bu durumda kendisinden ve yakınından rıza alınamasa bile hastaya tıbbi müdahalede bulunulur.
c) Hastaya veya onun adına rıza alınan kişilere tedavi hakkında yapılacak bilgilendirme anlaşılır, açık ve kapsamlı yapılmalıdır. “Aydınlatılmış onam” niteliği taşıyan bir bilgilendirme yapılması halinde, hastadan veya yakınından alınan rıza hukuka uygun kabul edilir. Hekimleri ceza sorumluluğundan kurtaracak bir rıza alınabilmesi için; müdahaleyi yapacak hekim tarafından kişilere anlaşılabilir, açık, eksiksiz şekilde müdahalenin olası tüm etkileri ve sonuçlarının anlatılması, tedavi uygulanmadığı halde doğabilecek sonuçların anlatılması zorunludur. Önemli olan; sadece rızanın alınması değil, rızanın hastaya veya yakınına aydınlatıcı bilgilerin verilmesi suretiyle alınması gerekir ki, bu durumda Türk Ceza Kanunu m.26/2’de öngörülen ilgilinin rızasına dayalı hukuka uygunluk şartı gerçekleşmiş olsun. Nitekim insan üzerinde deney suçunu düzenleyen 90. maddenin 2. fıkrasının (g) bendi ile 3. fıkrasının (b) bendinde ve yine aynı maddenin 4. fıkrasında aydınlatılmış onam yükümlülüğünün ne şekilde yerine getirileceğine ilişkin hükümlere yer verildiği görülmektedir. Bu hükümlerde; müdahalenin mahiyeti ve sonuçları hakkında yeterli bilgilendirmeye dayalı olarak açıklanan rızanın yazılı alınması öngörülmüştür. Hastaya müdahale sırasında; acil bir durum olmadıkça, yanında bir yakının veya arkadaşının bulunmadığı, geçirdiği ağır trafik kazasında bilincini kaybetmiş şekilde hastaneye getirilen ve aşırı kanaması olan kişiye yapılacak tıbbi müdahalede rızanın alınmasından ve aydınlatılmış onam yükümlülüğünün yerine getirilmesinden bahsedilemeyecektir. Benzer durum geçirilen kalp krizinden veya bilinç kaybından da kaynaklanabilir ki, burada artık varsayılan rızadan veya hekimlik mesleğinin icrasının meşru savunma veya zorda kalma halinde olduğu gibi anlık ortaya çıkan ve farklı hareket edebilme imkanının olamayacağı mecburiyetine benzer bir şekilde doğrudan icrasının gündeme geldiği kabul edilmelidir.
d) Hekim, tıbbi müdahalede bulunurken dikkat ve özen yükümlülüğüne azami derecede riayet etmelidir. Bu sorumluluk, hekimin hastalığın tanısının koyulmasından tedavinin sonuna kadar süren süreci kapsamaktadır. Hastanın aydınlatılmış rızasına dayalı tıbbi müdahale; dikkat ve özen yükümlülüğüne uygun olarak yapılmışsa, tedavi ve iyileştirme sonucu elde edilemese dahi hekimin, hastanın yaşam veya vücut bütünlüğüne aykırı haksız fiilinden ve kusurundan, dolayısıyla da ceza sorumluluğundan bahsedilemeyecektir[5].
TCK m. 26/2 düzenlemesine göre, “Kişinin üzerinde mutlak surette tasarruf edebileceği bir hakkına ilişkin olmak üzere, açıkladığı rızası çerçevesinde işlenen fiilden dolayı kimseye ceza verilmez”. Buna göre, tıbbi müdahaleye rıza vermeye yetkili ve ehil bir kişinin özgürce ve açıkça rıza beyanında bulunması hukuka uygunluk sebebidir. Rızanın hukuka uygunluk sebebi olmasının temel sebebi kişinin kendi geleceğini belirleme hakkının esas alınmasıdır[6]. Birey, vücut bütünlüğüne yönelen fiillerin hukuka aykırı olmayacak şekilde gerçekleşmesine izin verebilmektedir. Hastanın tedaviyi durdurma ve reddetme hakkı saklıdır. Kişinin bu hakkını kullanmasını engelleyen müdahaleler, hem Anayasa m.17/2 ve hem de İHAS m.8 ihlalini oluşturmaktadır. Hasta Hakları Yönetmeliği m.25’de de buna uygun olarak; “Kanunen zorunlu olan haller dışında ve doğabilecek olumsuz sonuçların sorumluluğu hastaya ait olmak üzere, hasta kendisine uygulanması planlanan veya uygulanmakta olan tedaviyi reddetmek veya durdurulmasını istemek hakkına sahiptir.” ifadesi yer almaktadır.
Sonuç olarak; hukuka uygun aydınlatmanın olmadığı, rızanın olmadığı, hukuka aykırı şekilde alınmış rızanın olduğu durumlarda veya hukuka uygun alınmış rızaya rağmen komplikasyon harici kusurlu bir tıbbi müdahale uygulanırsa, uygulanan tedavi sonucu doğan zararlardan, tedaviyi uygulayan hekim hukuki ve cezai olarak sorumlu olacaktır[7]. Rıza yalnızca bir ön şart olup, hukuka uygun rızanın var olduğu her durumda hekimin kusurlu gerçekleştirdiği tıbbi müdahaleden sorumlu olmayacağı söylenemez.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 11.06.2013 tarihli, 2013/11225 E., 2013/15909 K. sayılı kararında; aydınlatılmış onamın, kusurlu bir tıbbi müdahaleyi hukuka uygun hale getirmeyeceği belirtilmiştir: “Tabi rızanın varlığı tek başına hukuka uygunluğu doğurmaz. Yani komplikasyon sonucu vefat eden her hastanın yeterli ve gerekli aydınlatılmış rıza alınması eylemi hukuka uygun yapmaz. İnsan yaşamı sözkonusudur. Kusurlu bir tıbbi müdahale sonucunda, hastanın sağlığının zarar görmesi veya yaşamının sona ermesi halinde, tıbbi müdahale ile doğan sonuç arasında illiyet bağı bulunmakta ise; aydınlatma ve rıza koşulu gerçekleşmiş olsa dahi, müdahaleyi yapan hekim, taksirle yaralama veya öldürme suçlarından sorumlu olacaktır”.
3- Hekimin Hatalı Tıbbi Müdahalesi/Malpraktis Sonucu Doğabilecek Ceza Sorumluluğu
Hatalı tıbbi müdahale/malpraktis, hekim tarafından gerçekleştirilen tıbbi müdahalenin bilgisizlik, tecrübesizlik veya hekim hatası sonucu hastanın vücudunda zarar meydana gelmesi olarak tanımlanmaktadır[8]. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 16.05.2017 tarihli, 2017/271 E., 2017/278 K. sayılı kararında; “Doktorun, tıbbi müdahale sırasında standart uygulamayı yapmaması, bilgi, beceri veya deneyim eksikliği ile yanlış, eksik teşhis veya tedavide bulunması, gerektiği ölçüde ilgi ve itina göstermemesi veya hastaya gereken tedaviyi vermemesi neticesinde tehlike ve zarar oluşturan eylemleri tıbbi hata olarak kabul edilecektir.” Hatalı tıbbi müdahaleler, tıbbi müdahale esnasında tıbbi uygulama standartlarına göre belirlenen kriterlerin eksik uygulanmasının tespiti halinde gündeme gelecektir. Bu tespiti de tıp öğrenimi görmüş, eğitimi almış ve uzmanlaşmış bilirkişiler yapmaktadır[9].
Hekimin hatalı tıbbi müdahaleden hukuki ve ceza sorumluluğu;
- Tıbbi standartlara uygun bir müdahale sırasında öngörülen olumsuz duruma müdahale edilmemesi,
- Tıbbi standartlara uygun olmayan bir müdahalenin olumsuz neticelenmesi,
Hallerinde gündeme gelebilmektedir.
Tıbbi müdahalelerin insan yaşamı ve vücut bütünlüğü ile ilişkili gerçekleşmesinden dolayı barındırdığı bir risk mevcuttur. Her hekimin bu riskten sorumluluğu da beklenemeyeceğinden, “izin verilen risk” alanında gerçekleşen bir neticeden hekim sorumluluğu doğmaz. “İzin verilen risk” veya diğer adıyla “komplikasyon” Yargıtay tarafından, “hekimin tıbbi müdahaleyi gerçekleştirirken her şeyi doğru yapmasına rağmen yine de istenmeyen bir sonucun meydana gelmesidir”[10] şeklinde tanımlanmıştır. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 09.12.2014 tarihli, 2014/103 E. ve 2014/552 K. kararında komplikasyon oluştuğunda hekimler ceza sorumluluğu doğmayacağı belirtilmiştir: “Tıbbi müdahaleler örneğinde olduğu gibi bazı davranışlar ‘izin verilen risk’ ya da ‘riziko’ çerçevesinde yapılmaktadır. Hareketin izin verilen risk kapsamında gerçekleştirilmiş olması durumunda netice faile objektif olarak isnat edilemeyecektir.”
Dolayısıyla; hekimin hatalı tıbbi müdahaleleri, “tıbbi standart” dan saptığı halde meydana gelir ve malpraktis, komplikasyonun aksine cezai sorumluluğu gündeme getirmektedir.
Öncelikle; rızası alınacak kişinin aydınlatılması, bu kapsamda kendisine muhtemel komplikasyonların bildirilmesi gerekir. Tıbbi müdahalede gerçekleşmesi mümkün tüm komplikasyonlar bildirilemese de, hekimin bilgisi dahilinde olan ve hastanın durumuna göre oluşma ihtimali yüksek olanlar bildirilmelidir. Usulüne uygun bildirilen ve hastanın kabul ettiği komplikasyonların sebebiyet verdiği olumsuz sonuçlardan hekimin sorumluluğu doğmaz. Hekimin sorumluluğu, ancak kusurlu uygulama hatasında ortaya çıkar[11]. Komplikasyon tespitinde veya etkilerinin ortadan kaldırılmasında veya azaltılmasında gerekli dikkat ve özen yükümlülüğüne uygun hareket edilmediği takdirde, hekim veya sağlık mesleği mensubunun taksirli suçtan sorumluluğu gündeme gelebilecektir[12]. Hekim; öğrenimini görüp eğitimini aldığı Tıp Biliminin ilke ve esaslarına göre hareket etmekle birlikte, yaptığı tıbbi müdahale sırasında ve sonrasında bazı komplikasyonlar doğmuşsa, hekimin kusurlu hareket ettiğinden ve hatalı tıbbi müdahale yaptığından bahsedilemez. Kişinin sağlık sorunu doğal nedenle veya zorlamalı olarak meydana gelir. Kişinin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlığının bütünlüğünün korunması esastır. Tıbbi müdahale acil veya muhtemel zorunluluktan veya bir sağlık sorununun giderilmesine bağlı hasta talebinden kaynaklanabileceği gibi, estetik kaygısı taşıyan hastanın bu yönde talebine bağlı olarak da gelişebilir. Üzerinde tasarruf edilen hakkın rıza kapsamında kalması ve hekim tarafından hastaya yapılan müdahalenin tıp mesleğinin kural ve kaidelerine uygun şekilde icra edilmesi veya ortaya çıkan acil tıbbi müdahale zorunluluğu nedeniyle, hatta çaresiz kalınan bir aşamada hastayı hayatta tutabilmek için her türlü tıbbi müdahale imkanının seferber edilmesi ve hatta o an müdahaleden hekimin uzmanlığını aşsa bile, hastaya başka türlü müdahale edecek imkanın veya uzmanın bulunmaması durumunda, kullanılan tıbbi müdahale yöntem ve tekniklerinin o an içinde bulunulan zor durum da dikkate alınmak kaydıyla usule uygun olması halinde, ortaya çıkacak komplikasyonlardan dolayı hekimin hatalı tıbbi uygulamasından bahsedilemeyecektir.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 11.06.2013 tarihli, 2013/11225 E. ve 2013/15909 K. sayılı kararına göre; “Hekime yüklenebilecek bir kusur olmamasına rağmen tıbbi müdahale başarısızlıkla sonuçlanmışsa, bu durumda da komplikasyon sözkonusu olacağından, bu durumda da hekimin sorumluğuna gidilemez.
Kusurlu bir tıbbi müdahale sonucunda, hastanın sağlığının zarar görmesi veya yaşamının sona ermesi halinde, tıbbi müdahaleyle doğan sonuç arasında illiyet bağı bulunmakta ise, aydınlatma ve rıza koşulu gerçekleşmiş olsa dahi, müdahaleyi yapan hekim, taksirle yaralama veya öldürme suçlarından sorumlu olacaktır.
(…) Adli Tıp Kurumu Genel Kurulunca düzenlenen 09.02.2012 tarihli raporda da belirtildiği üzere, fizyolojik kilo verme hızının ayda 2-4 kilogram olması gerektiği, obez kişilerde hızlı kilo vermenin kronik kalp rahatsızlığını aktif hale geçirebileceğinin tıbben bilindiği, ölende hızlı kilo kaybı tespit edilmiş olmasına rağmen, diyet egzersiz programlarının yeniden değerlendirilmemesi ve tetkiklerin eksik yaptırılması nedeniyle, sanığın kusurlu bulunduğu ve bu kusurlu davranışın ölüme etkisinin olduğu ve ölümle sanığın eylemi arasında illiyet bağının bulunduğu, uygulanan yöntemin bilinen tıbbi standartlara uymaması nedeniyle, ölümün komplikasyon olarak da değerlendirilemeyeceği, meydana gelen ölüm sonucunun sanık tarafından da öngörülmesinin mümkün olduğu ancak, buna rağmen tedavi yönteminin değerlendirilmemesi ve yeni tetkiklerin yapılmaması nedeniyle, sanığın tecrübesine dayanarak zararlı bir sonucun meydana gelmeyeceğine duyduğu güvenle kayıtsız kaldığı ve eyleminin bilinçli taksirle öldürme suçu kapsamında değerlendirilmesi gerektiği gözetilmeksizin, yazılı şekilde basit taksirle öldürmeden sorumlu tutulması,” bozma kararı verilmesini gerektirmiştir.
4- TCK m. 85 ve TCK m. 257/2’den Cezalandırılabilme Şartları
Ceza sorumluluğu belirlenirken şu dört sorunun cevabı önemlidir:
a) Kanuna veya sözleşmeye aykırı bir fiil mevcut mu?
b) Failin özen yükümlülüğü var mı?
c) Fiil ve netice arasında illiyet bağı var mı?
d) Netice faile isnat edilebilir mi?
Yazının bu bölümüne kadar ilk iki soruya “evet” cevabı verilebileceği hallere değindik. Özellikle hekimlerin uyguladığı tıbbi müdahalelerin vefatla sonuçlandığı hallerde cezai sorumluluğunun belirlenmesinde nedensellik bağı ve objektif isnadiyetin tespiti önem taşımaktadır.
Hekimlerin dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı tıbbi müdahaleleri sebebiyle yaralama veya ölüm neticelerinin ortaya çıkması durumunda taksirli sorumluluklarından (TCK m.22/2) bahsedilir. Ölüm neticesi gerçekleştiğinde TCK m.85’de düzenlenen taksirle ölüme sebebiyet verme gündeme gelecektir. Gerekli dikkat ve özen gösterilerek duruma uygun tedbir alınsa, kurallara riayet edilse veya meslek ve sanatta acemilik gösterilmese idi, yasal tanımda yer alan bir unsurun gerçekleşebileceği öngörülebildiği takdirde, fiilin taksirle işlendiği kabul edilecektir[13].
Steril olmayan bir aletle ameliyatın gerçekleştirilmesi, hastaya yanlış ilaç verilmesi veya hastanın zamanında tam teşekküllü bir hastaneye sevkinin sağlanmaması veya bulaşıcı hastalığa yakalanma riski yüksek hastanın buna uygun bir ortamda müşahede altında tutulmaması, taksirin unsurlarından olan meslekte acemilik, kurallara riayetsizlik, dikkat ve özen yükümlülüğünün yerine getirilmemesine örnekler olarak verilebilir. Kastın varlığı halinde, ya doğrudan kast veya olası/muhtemel kast halleri gündeme gelebilir ki, bu durumda icra hareketinin icrai veya ihmali şekilde gerçekleşmesinden bahsedilebilir.
Hekimin TCK m.85’den sorumluluğu, suçun icra hareketi ile bundan meydana gelen istenmeyen netice arasında illiyet bağının bulunması halinde doğar. Hekim dikkat ve özen yükümlülüğüne uygun şekilde hareket etse idi, neticenin doğmayacağı söylenebilirse, hekimin ceza sorumluluğu gündeme gelecektir.
İlliyet bağı tespitinde sadece ölüm neticesine odaklanılmamalıdır. Hekimin hastayı daha uzun yaşatıp yaşatamayacağı, zararını ve acısını azaltma imkanı varken yapıp yapmadığı da cevaplanması gereken sorulardır[14]. Ancak sorumluluğun sınırı çok geniş çizilmemeli ve her fiilden dolayı da hekime kusur atfedilmemelidir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 09.12.2014 tarihli 2014/103 E. 2014/552 K. kararında belirtildiği ve bizim de katıldığımız üzere; “Her ölüm olayından ölüye şu veya bu şekilde müdahale eden bir hekimi sorumlu kılmak meslek ve sanatın yapılmasını sekteye uğratır. Bu alanda çalışanların şevki kırılır, sonuç doğurucu ve hayata döndürücü girişimlere yönelmelerini engeller.” Eğitim öğrenim süresince ve çalışma hayatlarında yeri geldiğinde canını ortaya koyan hekimlerin sorumluluk alanı, hukuka ve adalete uygun düşecek şekilde belirlenmelidir.
Kamuya ait hastanelerde çalışan hekimin ve diğer sağlık personelinin, “kamu görevlisi” olarak da sorumluluğu bulunmaktadır.
“Taksirle öldürme” başlıklı TCK m.85 uyarınca ceza sorumluluğunun tartışıldığı hallerde, TCK m.257/2 hükmü de karşımıza çıkabilmektedir. “Görevi kötüye kullanma” suçunun düzenlendiği hükme göre; “Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır”.
TCK m.257’de tanımlanan görevden kötüye kullanılan yetkinin kötüye kullanılması veya ihmal edilmesi; kamu görevlisinin başka bir suç oluşturmayan fiilinin, objektif cezalandırılabilme şartının da gerçekleşmesi kaydıyla suç sayılabildiği halleri düzenlemektedir. Buna göre; öncelikle kamu görevlisinin görevinin gereklerine aykırı hareketinin diğer suçları oluşturup oluşturmadığı incelenecek, diğer suçlardan sorumluluğuna gidilemediği takdirde torba hüküm olan TCK m.257 uygulanabilecektir.
TCK m. 257’ye göre görevi kötüye kullanma suçundan bahsedebilmek için bir kamu görevlisinin görev alanına giren bir hususla ilgili icrai veya ihmali bir davranışla görevini kötüye kullanması gereklidir. Her ne kadar sağlık hizmeti bir kamu hizmeti olsa da, hareket neticesinde bir kişinin mağduriyeti, bir kamu zararı veya haksız bir kazanç gündeme gelebilir. Hareketin ihmali şekilde işlenmesi herhangi bir ceza indirimini gündeme getirmeyecektir.
TCK m.257’nin uygulandığı olaylara muayene ve kontrol etmeme, yatışı verilen hastanın tıbbi durumunu gerekli özenle takip etmeme, gerekli ilacı yazmama, hekimin hasta yakınları ile tartışıp hastasını muayene etmemesi, gelen hastayı kabul etmeyip il hastanesine yönlendirmesi gibi hekimin görev tanımı içinde yer alan, ancak genellikle “yapmama” suretiyle gerçekleşen fiiller örnek verilebilir.
TCK m.257’nin tatbikine ilişkin temel özellik; bu suçun yalnızca kamu görevlisi hekimlerin, yani Devlet kurumu sayılan sağlık birimlerinde çalışan hekimlerin ceza sorumluluğuna yol açmasından kaynaklanmaktadır. Özel hastanelerde veya herhangi bir özel sağlık kuruluşunda çalışan bir hekimin disiplin sorumluluğu ve hukuki sorumluluğu doğabilecek, ancak TCK m.257’den ceza sorumluluğu doğmayacaktır. Aynı işi yapan, aynı sıfata sahip, aynı hatayı yapan, ancak farklı yerlerde çalışan sağlık çalışanlarının farklı cezalandırılmaları sonucu doğacaktır[15]. Bunun adaletsiz bir uygulama olduğu aşikardır. Bununla beraber; 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun Ek 12. maddesine göre, özel sağlık kurum ve kuruluşlarında görev yapan personel, bu görevleriyle bağlantılı olarak kendilerine karşı işlenen suçlar bakımından 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu uygulanmasında kamu görevlisi gibi sayılmıştır. Kanun koyucu; kamu hizmeti gördüklerinden bahisle, özel sağlık kurum ve kuruluşlarında görev yapan personele karşı işlenen suçlarda, personelin kamu görevlisi gibi koruma göreceğini belirtmiştir.
TCK m.85 ve m.257 hükümleri arasında asli tali norm ilişkisi bulunmaktadır[16]. Bu ilişkiye aykırı yönde olan TCK m.257 uygulamasında ikinci sorunlu husus; Yargıtay uygulamasının, Yargıtay kararlarının, hekimin ihmali hareketinin gerçekleştiği hallerde taksirle yaralama veya ölüme sebebiyet verme gerçekleşmez veya illiyet bağı kurulamazsa, TCK m.257’den mahkumiyet hükmü kurulmasından doğabilmektedir[17]. Bu uygulamanın; hekimin bir kamu görevlisi olmasını fırsat bilerek, mağdurun/maktulün acısının dindirilmesi amaçlı bir cezalandırma olabileceği gibi, hekimlerin kamu görevi yürütmesi sebebiyle korumacı bir yaklaşımla “daha az ceza” vermeye çalışmasının bir neticesi olduğu düşünülebilir. Bu düşünceye de ve bu yönde olabilecek uygulamaya da katılmıyoruz.
Tıbbi müdahaleler sırasında hekimlerin müdahalelerinin ölüm veya yaralama ile neticelendiği hallerde illiyet bağının kurulmamasından dolayı, “kamu görevlisi” olan hekimlerin otomatik olarak TCK m.257’den sorumluluğu doğmamalıdır. Bu halde yeni bir illiyet bağı tespiti yapılmalı ve hekimin m.257’nin 1. veya 2. fırkasına giren bir görev tanımına aykırı hareketi ile geç kalındığından, yapılmadığından veya hatalı olduğundan bahsedilen tıbbi müdahalenin neticesinde gerçekleşen ölüm veya yaralama arasında illiyet bağı kurulmalıdır. Bunlar yapılmadan, suçun unsurlarının gerçekleştiğinden ve kanuni tipe uygun hareketin varlığından bahsedilemez. Hastanın istenmeyen yaralanması, örneğin böbrek taşı müdahalesi sırasında vücudu açık ameliyata tabi tutulmak suretiyle gelişen komplikasyon veya ölümü ile hekimin tıbbi müdahalesi arasında illiyet bağının kurulamadığı, bu bağ kurulmakla birlikte müdahalede hata bulunmadığı durumda, sırf bir torba hüküm niteliği taşıyan TCK m.257/1’in varlığından hareketle hekimin ceza sorumluluğu bulunduğundan bahsedilemez. Aksi uygulama, TCK m.2’de tanımlanan “suçta ve cezada kanunilik” prensibine aykırı olacaktır.
TCK m.257 açıkça “kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında” ibaresine yer vermiştir. Keza hükmün gerekçesinde de buna açıkça değinilmektedir: “Görevle bağlantılı yükümlülüğün ihmali sonucunda şayet bir kişi ölmüş veya yaralanmış ise, kişi artık görevi kötüye kullanma suçundan dolayı cezalandırılamaz. Bu durumda, ihmali davranışla işlenmiş öldürme veya yaralama suçunun oluştuğunu kabul etmek gerekir”.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 07.01.2020 tarihli, 2018/1632 E. ve 2020/145 K. sayılı kararında; “Hastalığın ilk belirtilerinin ortaya çıktığı zaman hastanın ileri tetkik ve tedavi amaçlı olarak hastanede yatırılarak izlenmesinin uygun olduğu, bu aşamada hastayı muayene eden ve ayakta takip eden sorumlu araştırma görevlileri ile sorumlu uzman hekimlerin eylemlerinin tıp kurallarına uygun olmadığının mütalaa edildiği, ancak sözü edilen raporda sanığın kusurlu davranışı ile ölüm neticesi arasında illiyet bağı bulunup bulunmadığı belirtilmediğinden, hastanın hastaneye yatışı sağlanarak tedavi edilmesi halinde ölümün meydana gelip gelmeyeceğinin ve sanığın uygulamaları ile hastanın ölümü arasında illiyet bağı kurulup kurulamayacağının Adli Tıp Üst Kurulundan sorulması, tıp kurallarına uygun olmayan eylem ile ölüm arasında uygun illiyet bağının kurulması halinde eylemin taksirle öldürme, illiyet bağının bulunmaması halinde ise TCK’nın 257/2. maddesi kapsamında değerlendirilebileceği de gözetilerek…” ifadesine yer verilmiştir.
O halde; görevle bağlantılı yükümlülüğün ihmali sonucunda bir kişi ölmüş veya yaralanmışsa, kişi artık görevi kötüye kullanma suçundan dolayı cezalandırılamaz. Bu durumda, taksirle ölüme veya yaralanmaya sebebiyet vermenin tartışılması gerekir.
Sonucu yaralanma veya ölüm olan bir fiilde failin kast veya taksir derecesinde sübjektif sorumluluğunun olup olmadığı, fiil ile netice arasında illiyet bağının kurulabilmesi şartına bağlı olarak gündeme gelebilecektir. İlliyet bağının kurulamadığı durumda; ölüm veya yaralanma neticesinden failin sorumluluğunun gündeme geleceğinden de bahsedilemez, çünkü suçun maddi unsuru gerçekleşmemiştir. Failin yaralama veya ölüm neticesini istemediği, esasen mesleğinin gereklerini aşıp icra hareketinin yaralama veya ölüm neticesine yol açtığı tespit edilemediğinde, ancak görevinden kaynaklanan yetkinin gereğini yerine getirmediği, geciktirdiği veya ihmal ettiği anlaşıldığında, her ne kadar neticenin gerçekleşmesi ile icra hareketi arasında bağlantı kurulamasa da, ortada TCK m.257’nin aradığı mağduriyetin varlığından bahisle görevi kötüye kullanma suçunun tartışmaya açılması mümkün olabilecektir.
Üçüncü sorun ise TCK m.257 kasten işlenebilen bir suç olmasıdır. Görevi kötüye kullanma suçunun taksirle işlenmesi mümkün değildir. Kamu görevlisinin görevini ifa ederken, dikkatsizliği, özensizliği, meslekte acemiliği, kurallara riayetsizliği nedeniyle görevinin gereğini yerine getirmediği durumda görevi kötüye kullanma suçunun işlendiğinden bahsedilemez[18].
Yargıtay değerlendirmesine göre; hekimlerin eylemleri ile meydana gelen ölüm neticesi arasında illiyet bağı kurulamadığında, örneğin eksik bir tedavi uygulandığında, görevi gereği yapılması gerekenin yapılmamasından sebeple görevi ihmal suçu oluştuğundan, TCK m.257/2 açısından hüküm kurulması gerekmektedir.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 07.04.2015 tarihli, 2014/7004 E. ve 2015/6054 K. sayılı kararında; “Dava konusu olayda erken dönemde tüm tıbbi gereklilikler yerine getirilip tıbben müdahale edilse dahi görme kaybının gelişebileceğinin belirlenmesi karşısında, kusurlu tıbbi müdahale ile görme kaybı arasında doğrudan bir neden sonuç ilişkisi bulunmaması nedeniyle eylemin taksirle yaralama suçu kapsamında değerlendirilmesinin mümkün olmadığına, ancak, travmatik olayın niteliği ve oluşan klinik bulgular dikkate alındığında, görevli hekimin bizzat hastaneye gelerek hastayı muayene etmesi ve tedaviye derhal başlatması gerekirken, tedaviyi uzmanlığı bulunmayan pratisyen hekime bırakması nedeniyle eyleminin ihmali davranışla görevi kötüye kullanma suçu kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine,” yer verilmiştir.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 02.06.2015 tarihli, 2014/10391 E., 2015/9571 K. sayılı kararında ise; “12.03.2010 tarihli Üçüncü İhtisas Kurulu kararında ölenin 15. gebelik haftasında erken membran rüptürü tanısı ile geldiğinde enfeksiyon riski aileye anlatılarak gebeliğin sonlandırılmadan beklenebileceği, tampon uygulanabileceği, bu sürede antibiyotik tedavisi enfeksiyonları azaltmada etkili olduğu ama antibiyotik tedavi dozunun da yetersiz olduğu, bu nedenle kişinin tedavisinde eksiklik bulunduğu ancak bu eksikliğin ölüme katkı düzeyinin bilinemeyeceğinin belirtilmesi karşısında; sanığın eylemi ile netice arasında illiyet bağının kesin bir şekilde kurulamadığı, bu nedenle sanığın taksirle öldürme suçundan sorumlu tutulamayacağı, ancak bahsedilen raporlar ve tüm dosya kapsamından sanığın tedavideki ihmali nedeniyle, eyleminin TCK'nın 257/2. maddesindeki ihmali davranışla görevi kötüye kullanma suçunu oluşturduğu gözetilmeksizin, yazılı şekilde beraatine karar verilmesi,” halinde, hekimin tedavi sırasında yetersiz müdahalesinde TCK m.257/2 sorumluluğu doğacağı belirtilmiştir.
Sonuç olarak uygulamada; hekimin fiili ile meydana gelen netice arasında illiyet bağının kurulamadığı durumda, hekimin bu neticeden sorumlu tutulmadığı ve bu nedenle taksirle, kasten veya ihmali hareketle öldürme suçlarından birisi ile mahkumiyetine karar verilemediğinde, TCK m.257 uyarınca görevi kötüye kullanma suçundan hekimin sorumluluğuna gidildiği anlaşılmaktadır. Bunun sebebini, hekimin daha ağır ceza sorumluluğundan kurtulmasını sağlamaya dönük bir uygulama olarak kabul etmek yanlış olur. Çünkü suçun unsurları oluşmadığında ve iddiaya konu suç Ceza Muhakemesi Kanunu m.223/5 uyarınca sanık aleyhine mahkumiyet için sübuta ermediğinde, sanığın mahkumiyetine karar verilemez. Ancak sırf yaralanma veya ölüm neticesinden dolayı sanığın cezalandırılması yoluna gidilmediğinden bahisle, TCK m.257 kapsamına giren görevinin gereklerine aykırı davranışın veya ihmalin otomatik olarak kabulü de doğru olmayacaktır. TCK m.85, m.89 ve m.257 bakımından yapılacak değerlendirmelerde dikkatli olmak gerekir; bir defa ölüm veya yaralama neticesiyle birlikte görevi kötüye kullanma suçundan mahkumiyet kararı verilmesine, hem TCK m.44’de öngörülen fikri içtima hali ve hem de TCK m.257’nin torba hüküm niteliği engeldir. Tıbbi müdahaleler sonucunda meydana gelen yaralanmaların veya ölümlerin sorumluluğunun tıbbi müdahalede bulunan hekime veya sağlık personeline yüklenmesinin kolaylığını veya zorluğunu anlayabiliyoruz. Hasta veya yakınları; tıbbi müdahaleler nedeniyle gerçekleşen olumsuz neticelerden hemen hekimi ve sağlık personelini sorumlu tutma eğilimine girebilmektedirler. Bunu insan refleksi ve bir sorumlu arayışı bakımından doğal karşılamak gerekir. Ancak tıbbi müdahalenin çözümü uzmanlığı ve teknik bilgiyi gerektiren konu olması sebebiyle, tıp mesleğini icrasının layıkı ile yapılıp yapılmadığına ilişkin delillerin iyi toplanıp değerlendirilmesi, maddi hakikate ve adalete ulaşılmasının temelini teşkil eder. Bir taraftan suçlu olan kimsenin bir an evvel adalet önünde hesabını verip cezasını çekmesi istenirken, diğer taraftan da suçsuz, yani masum insanın günah keçisi ilan edilmek suretiyle cezalandırılması, sırf vicdanlara ve yoğunlaşan baskıya cevap niteliği taşıyan sonuçlara varılmasını doğru göremeyiz.
Genellikle; tıbbi müdahaleler sonucunda gerçekleşen istenmeyen yaralanma ve ölümlerin, hastaya yapılan müdahaleye bağlı öngörülemeyen, fakat gerçekleşme ihtimali bulunan komplikasyonlar olarak değerlendirilip açıklandığını görmekteyiz. Bu yaklaşım da doğru değildir. Gerçekten de özellikle hekimlik mesleğinin ciddi, istenmeyen ve beklenenden ağır sorumluluklarının olduğu bilinmektedir. Bu nedenle; suçun unsurlarını değerlendirirken, özellikle suçun ve failin tespitinde sübuta ilişkin hususlar çok iyi değerlendirilmeli, bu kapsamda delillerin en iyi şekilde toplanıp değerlendirilmesi ve maddi hakikate ulaşılamadığından bahisle, meselenin ve adalet bekleyenlerin içeriği boş, karşılığı olmayan, basmakalıp ifadelerle geçiştirilmemesi gerekir.
İnsanın yaşam hakkının, maddi ve manevi vücut bütünlüğünün, sağlığının korunması en önemli hukuki yarar olarak kabul edilmektedir. Gerçekleşen her istenmeyen yaralanma veya ölümden dolayı tıbbi müdahaleyi yapan hekim veya sağlık personeli bu olumsuz neticeden hukuki veya cezai olarak sorumlu tutmak mümkün değildir. Bununla birlikte; hastaya yapılan müdahaleden dolayı ortaya çıkan istenmeyen neticeden, müdahalede bulunan kamu görevlisi hekimi veya sağlık personelini sorumlu tutmanın mümkün olmadığında, ortada bir mağduriyet olduğundan bahisle otomatik olarak görevden kaynaklanan yetkinin kötüye kullanıldığından mahkumiyet kararı verilmesi de isabetli olmayacaktır. Kasten veya taksirle insan yaralama veya öldürme/ölümüne sebebiyet verme ile görevden kaynaklanan yetkinin kötüye kullanılması (gerekli yerine getirilmeyerek veya ihmal edilerek) suçları arasında ciddi unsur farklılıkları vardır. Görevi kötüye kullanma suçu ancak kasten işlenebilen bir suçtur, ancak bu suçun neticesi objektif cezalandırılabilme şartı olarak öngörülmüş olup, sırf kasten icra edilen hareketin sonucuna bağlı olarak doğan kişisel mağduriyet, kamu zararı veya menfaat olarak öngörülmüştür. Kamu görevlisi sayılan bir hekimin tıbbi müdahalesi ile hastanın ölümü gerçekleştiğinde; ölüm ile tıbbi müdahale ve hatta hatalı tıbbi müdahale arasında illiyet bağı kurulamadığında, zaten tıbbi müdahalenin hukuka uygun icra edildiği durumda görevi kötüye kullanma suçu gerçekleşmeyecek, fakat tıbbi müdahalenin hatalı icra edildiği durumda, her ne kadar hareket ile netice arasında illiyet bağı kurulamasa da faili görevi kötüye kullanma suçundan mahkum etmek mümkün olabilecek midir?
Kanaatimizce; TCK m.257’de kabul edilen sonuçların objektif cezalandırılabilme şartı olarak öngörüldüğü söylense de, görevin gereklerine aykırı hareket veya görevin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme ile gerçekleşen ölüm neticesi arasında bir bağın kurulabilmesi gerekir. TCK m.257’de gösterilen suçun maddi unsurunun icra hareketi kısmının icrası suçun tamamlanması için yeterli olmayacak, bundan kaynaklanan kişisel mağduriyet, kamu zararı veya haksız menfaat temininin gündeme gelmesi aranacaktır. Konumuza baktığımızda; bir kamu görevlisi hekimin hekimlik mesleğini, yani görevini icra ederken görevinin gereklerine aykırı hareket etmediği, görevinin gereklerini yerine getirmekte ihmal veya gecikme göstermediği durumda, elbette suçun maddi unsurunun oluştuğundan bahsedilemez. Ancak diyelim ki hekim; hastaya müdahale sırasında gerekli tedbirleri almadı veya lüzumlu aleti veya tekniği kullanmadı veya hastanın mikrop kapmasını önleyecek tedbiri almadı veya kanaması olan hastaya müdahalede geç kaldı, ancak hastanın bundan kaynaklanan sebeple ağır şekilde yaralandığı veya öldüğü sonucuna da varılamadı, bu durumda failin kastına dayalı mesleki hatası elbette gerçekleşen kişisel mağduriyet veya buna bağlı kamunun tazminat ödemesi veya bundan failin haksız menfaat sağlaması halinde, TCK m.257’de tanımlanan suçun oluştuğu kabul edilebilecektir.
Son söz;
Hekimlik mesleğinin icrasından bu sırada diğer sağlık personelinin müdahalelerinden kaynaklanan sebeple ortaya çıkan ölüm, istenmeyen yaralanma veya görevin kötüye kullanılması suçlarından dolayı 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun Ek 18. maddesinin dikkate alınması gerekir. Bu hükmün gereği yerine getirilmeden ceza soruşturması başlatılabilmesi mümkün değildir. Ek madde 18’in 1. fırkasının birinci cümlesine göre; “Yükseköğretim Kanununun 53 üncü maddesinde yer alan soruşturma usulüne tabi olanlar hariç olmak üzere, kamu veya özel sağlık kurum ve kuruluşları ve vakıf üniversitelerinde görev yapan hekim ve diş hekimleri ile diğer sağlık meslek mensuplarının sağlık mesleğinin icrası kapsamında yaptıkları muayene, teşhis ve tedaviye ilişkin tıbbi işlem ve uygulamalar nedeniyle yapılan soruşturmalar hakkında 2/12/1999 tarihli ve 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun hükümleri uygulanır. Soruşturma izni, Sağlık Bakanlığı bünyesinde kurulan Mesleki Sorumluluk Kurulu tarafından verilir”. Mesleki Sorumluluk Kurulunun kararları kesin olmayıp, bu kararlara karşı Ankara Bölge İdare Mahkemesine itiraz edilebilir.
Prof. Dr. Ersan Şen
Stj. Av. Dilşad Firuze Kaplan
(Bu makale, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi makalenin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan makalenin bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
------------
[1] Ersan Şen, Ahmet Faruk Asafgil, Tamer Berk Bayraklı, Hekimlerin Ceza Sorumluluğu, 03.06.2023, Erişim Tarihi: 25.12.2024.
[2] Ersan Şen, Ahmet Faruk Asafgil, Tamer Berk Bayraklı, a.g.e., Erişim Tarihi: 25.12.2024.
[3] Hakan Hakeri, Tıp Hukuku, 17. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2019, s.115.
[4] Benzer bir düzenleme: Hasta Hakları Yönetmeliği m.5/1-d) Tıbbi zorunluluklar ve kanunlarda yazılı haller dışında, rızası olmaksızın kişinin vücut bütünlüğüne ve diğer kişilik haklarına dokunulamaz.
[5] Ceyda Ümit, “Hekimlerin Mesleklerinin Uygulanmasından Doğan Ceza Sorumluluğu”, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, Sayı: 32 (Ekim 2017), s.217.
[6] Hakan Hakeri, “Tıp Ceza Hukuku”, Seçkin Yayıncılık, 4. Baskı, Ankara, Ocak 2024, s.29.
[7] Hakan Hakeri, “Tıp Hukuku”, Seçkin Yayıncılık, 3. Baskı, Ankara, 2010, s.98.
[8] Ersan Şen, Ahmet Faruk Asafgil, Tamer Berk Bayraklı, a.g.e., Erişim Tarihi: 27.12.2024.
[9] Dr. Gökhan Taneri, “Hasta ve Hekim Hakları ile Uygulamadan Örnek Hükümlerle Hekim Ceza Sorumluluğu”, Bilge Yayınevi, 1. Baskı, Ankara, 2015, s.99.
[10] Yargıtay HGK, T. 07.07.2021, 2017/2244 E., 2021/961 K.
[11] Hakan Hakeri, “Tıp Hukuku”, 4. Baskı, Seçkin Yayınları, 2012, s. 328.
[12] Fatih Birtek, “Tıbbi Uygulama Hataları Bakımından Taksir- Bilinçli Taksir Ayrımı (Komplikasyon- İzin Verilen Risk Ayrımı Bağlamında)”. Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 10, Sayı. 1 (Haziran 2015), s. 21.
[13] İzzet Özgenç, “Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler”, Seçkin Yayıncılık, 12. Baskı, Ankara, 2016, s.246.
[14] Hakan Hakeri, “Tıp Ceza Hukuku”, Seçkin Yayıncılık, 4. Baskı, Ankara, Ocak 2024, s.146.
[15] Hakan Hakeri, Age, s.158.
[16] Hakan Hakeri, Age, s. 388.
[17] Hakan Hakeri, “Tıp Ceza Hukuku”, Seçkin Yayıncılık, 1. Baskı, Ankara, Mayıs 2021, s. 129.
[18] Handan Yokuş Sevük, “Görevi Kötüye Kullanma Suçu (TCK m.257)”, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 23, Sayı: 39 (Aralık 2018), s.294-295.