Türkçeye tercüme ettiğim İngiliz seyyah Lucy Mary Jane Garnett tarafından yazılmış olan “Osmanlı’nın Yahudi ve Müslüman Kadınları” isimli kitabın “Yahudi Kadınları: Bu Kadınların Statüleri ve Uğraşıları” isimli ilginç bir bölümünü aşağıda sunuyor ve size iyi okumalar diliyorum.
YAHUDİ KADINLARI: BU KADINLARIN STATÜLERİ VE UĞRAŞILARI
Osmanlı Yahudileri esas itibariyle Sephardim/Sefardim Yahudileri ve Ashkenanizm/Aşkenaz Yahudileri olmak üzere ikiye ayrılırlar. Sefardim Yahudileri 1492’de İspanya’dan kovulan ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından mülteci olarak kabul edilenler ile bunların neslinden olan Musevilerdir. Bunlar İspanya kökenli oldukları için kendilerine “Sefarad” ismini vermişlerdir. Bu isim, günümüzde genişletilmiş anlamıyla, Sefarad, yani Aşkenaz olmayan tüm Yahudilere verilen isimdir. Aşkenaz/Aşkenazi Yahudileri ise daha önce İmparatorluğa gelmiş ve yerleşmiş olan Yahudilerdir. Bunlar Yahudi-Roma savaşlarından sonra galip gelen Roma tarafından, Anadolu ve İberya üzerinden Avrupa’ya sürgün edilen İbrani kökenli Kenanlı Yahudilerdir. Yahudiler, İmparatorluğun bütün şehirlerinde ve ilçelerinde hatırı sayılır bir topluluk oluştururlar ama içerideki köylerde ve kasabalarda onların işi olmayan ziraat ve tarım ile sanayi işlerinde nadiren görülürler.
İspanyol Yahudileri, gelişlerinden bu yana geçen dört yüzyıl boyunca, bir dereceye kadar Doğu Yahudileriyle karışmış da olsalar, daha hala iki kategori olarak tanımlanırlar. Bunlardan Sefarad ismiyle ayırt edilen birincisi, Doğu kökenli olan Yahudilerden daha açık tenlidir ve bunlar çok daha düzenli özelliklere sahiptir. Bu durum muhtemelen Batı Avrupa’da uzun süre ikamet ettikleri sırada edindikleri bazı yabancı türlerle karışmış olmalarının sonucudur. Bay Stuart-Glennie’ye göre, bu durum onların kalın dudaklı olmalarıyla ve diğer bazı özellikleri itibariyle Arap coğrafyasındaki siyahilerle olan orijinal bir melezlenmeden de kaynaklanmış olabilir. Ama Doğu Yahudilerinin düz ayaklı olmalarından farklı olarak, bu Yahudiler yüksek ayak tarağı özelliğine sahiptirler.
Yahudilerin büyük topluluklar oluşturduğu yerlerdeki, mahalleleri hemen hemen bir Londra gecekondu mahallesi kadar kalabalıktır. Ama bunlardan çok fakir olan pek çok aile tek bir evde ikamet ederler, ne var ki, bu uygulama diğer yerli ırkların alışkanlıklarıyla tamamen çelişkili bir özelliktir. Bu durum özellikle, Yahudi mahallesine komşu olan Yunan ve Fransız mahallelerinin tecavüz ettiği Selanik’te daha belirgindir; o nedenle, bu aileler bazı Yunan ailelerine ait eski ve güzel bir malikanenin yanında görülebilirler. Ne var ki, bunların çoğu yakın zamanda yangından harap olmuş, üst katlarına dışarıdan merdivenlerle çıkılan ve erkeklerle, kadınlarla ve çocuklarla dolu apartmanlarda yok olmuşlardır. Yine Yahudilerin daha orantısız sayılarda yaşadıkları İmparatorluğun diğer şehir ve kasabalarındaki mahalleleri daha az pis ama daha çirkin bir görünümdedir. Zengin sınıfın evleri doğal olarak mahallenin ana caddelerinde bulunur, bu evler oldukça geniştir ve az çok gösterişli bir şekilde döşenmiştir; toplumun eğitimli sınıfını oluşturan yabancı ailelerin (çoğunlukla İtalya’dan gelenler) evleri ise, Avrupalı sakinlerin evlerine benzer.
Bu koşulları nedeniyle Doğu kasabalılarının Yahudi mahalleleri, doğal olarak, ülkenin diğer ırklarının yaşadığı mahallelerden daha kirli ve daha kötü kokar. Esasen Selanik sokaklarından bazıları, yazın, komşu evlerden atılan her türden çöpün birikmesi nedeniyle atmosfer olarak çok daha fazla zehirlidir. Ama bu çılgınlık halinin bazı avantajları olduğu da söylenebilir; öyle ki, koleranın o şehre son ziyareti sırasında, en yüksek ve en sağlıklı mahallelerin sakinleri ciddi şekilde acı çekerlerken, en yoğun kalabalıkların olduğu Yahudi sokaklarının bu hastalıktan kurtulduğu ifade edilmektedir. Bu ilginç durum, bazı sakinler tarafından lehe yorumlanırken, bunlardan bazıları bunda olağanüstü bir şey görmediklerini ifade ederler ve bu konuyla ilgili olarak şöyle derler: “Hava o kadar pis ve aşırı miktarda pis kokuyla doluydu ki, zaten kolera oradan içeriye giremezdi!”
Ancak, bu insanların yaşadığı sağlıksız koşullara ve kendilerini doyurdukları kötü yiyeceklere ve özellikle ekmek, tuzlu balık ve pırasalara rağmen, en azından çocukların nadiren kurtulduğu cilt hastalıklarını eğer hesaba katmazsak, genel olarak bu insanlar zaten güçlü ve sağlıklıdırlar. Şüphesiz bu durum nispeten düşük olan ölüm oranı ve onların yılın her mevsiminde nüfusun her kesimini ve yaşını karakterize eden açık havada olma düşkünlüklerine atfedilebilir. Esasen açık havada yapılabilecek her türlü ev işi avluda veya kapı önünde yapılır. Bu bağlamda, kadınlar ve kızlar çamaşırlarını orada yıkarlar, işlerini orada yaparlar; anneler beşiklerini orada sallarlar, küçük çocuklarının başlarını orada tararlar; yine çocuklar orada oynarlar, kavga ederler ve taş atma gibi sevimli ulusal eğilimlerinin keyfini orada çıkarırlar. Ama kadınlar bu uğraşlarını hiçbir şekilde sessizce yapmazlar. Öyle ki, en sıradan konuşmalar bile canlı bir tartışmanın yüksek tonlarında yapılır ve herkes aynı anda o kadar yüksek bir tonda konuşur ki, bir yabancı onların sürekli olarak kavga ettiklerini düşünebilir. Esasen ikincisi hiç de nadir değildir ve mahallemizdeki evlerinin ahşap balkonlarında bazı Rachel’lerin ve Rebecca’ların yaptığı Yahudi-İspanyol küfürleşmeler, ara sıra da olsa resmi müdahaleyi gerektirecek kadar rahatsız edici bir durum haline gelebilir.
Hem ahlaki hem de entelektüel olarak, Türkiye’deki yerli Yahudilerin diğer ırklardan çok daha geri oldukları söylenebilir. Ama onlar belki de başka hiçbir ülkede Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu kadar düşmanca karşılanmamış veya onlara hiç bu kadar hakaret edilmemiştir. Öyle ki hem kurgusal hem de gerçek olarak her türlü suç onlara atfedilmiştir. Bu ortak ve yaygın kaba inanç, Müslümanlar arasında olduğu kadar Osmanlı’daki Rumlar arasında da büyük itibar görmüş ve özellikle Yunan nüfusunun istisnai olarak çalkantılı olduğu İzmir’de, bu durum zaman zaman ciddi isyanlara ve hatta kan dökülmesine neden olmuştur. Nitekim benim orada ikamet ettiğim sırada, Paskalya zamanında Meles nehrinde boğulmuş bir Yunan çocuğunun bulunması olayı, eğer isyancıları dağıtmak için Osmanlı yetkililerinin derhal harekete geçmesi olmasa, çok daha ciddi boyutlara ulaşabilecek olan ve Yahudileri kızdıran bir neden olurdu. Öyle ki, Yunanlılar sokaklarda Yahudilere açıkça saldırmışlar ve saldırıya uğrayanlar, misilleme yapmaya dahi cesaret edemeyerek, yabancı konsoloslukların ve ticari kuruluşların hanlarına veya avlularına sığınmışlardır. Şehirde yaşanan kargaşadan habersiz olan ben, o gün iki hanımla birlikte İngiliz demiryollarında çalışanların çocuklarının gittiği okulların yararına düzenlenen bir pazara yardım etmek için Bornova’dan gelmiştim. Ne var ki, biz neler olduğunu ancak Terminale vardığımızda öğrenebildik; bunun üzerine refakatçi olarak bir Türk hademesinin hizmetini aldıktan sonra, varış noktamıza doğru ilerlemeye cesaret edebildik. Ama içinden geçmek zorunda olduğumuz Aya Sofya’nın Yunan mahallesinin sokakları daha hala karmaşa içindeydi, öyle ki sokağın sakinleri kapılarında heyecanla konuşuyorlar ve el kol hareketleri yapıyorlardı. Yine bazı insanlar sabahki kavgaya katıldıklarına dair belirgin izler taşıyorlardı, öyle ki, kafası kırık olan birisi, biz kendisine yaklaştığımızda aceleyle içeri alınmıştı. Aşırı heyecanlı bir kadın bizi görünce, “Biz İbraniler çok korktuk ve bizi korumak için onlar bize bir Türk gönderdiler” diye bağırmıştı. Nitekim o kişiler eğer fanatizmden daha az etkilenen komşuları tarafından engellenmemiş olsalardı, şüphesiz bize de saldırırlardı; çünkü onlar bizi İngiliz olarak tanıyorlardı.
Hıristiyanlar genellikle Yahudilere hakaret etme fırsatını pek kaçırmazlar, esasen Yahudiler kural olarak bu aşağılayıcı muameleye alçakgönüllülükle boyun eğerler, ama onların Selanik’teki üstün sayıları onlara daha fazla küstahlık verir. Ama Hıristiyanlar söz konusu olduğunda orada olanlar, diğer yerlerde olduğu gibi Müslümanlara karşı aşağılık bir şekilde köle olurlar. Bir Yahudi’den bahsedildiğinde dahi, ırkı adlandırıldığı için özür dileyen bir Yunanlı tarafından bir şeyler yazılır, örneğin, “Mè ovμrábia σaç/Affınızı rica ediyorum, ben bugün bir Yahudi ile tanıştım,” vs. gibi bir giriş cümlesi yapılır. Müslümanlar ise kendi yönlerinden, bu konu ile ilgili olarak nüfusun bu kesimine karşı sınırsız bir küçümsemeyle davranırlar; ancak bu, kural olarak onlara yönelik kişisel şiddet eylemlerinde değil, alaycı hareketlerde ve aşağılayıcı sıfatlarda kendini gösterir. Nitekim bu duygunun güçlü bir örneği, sonraki bir bölümde bulunan hikayede sunulmuştur. Çünkü Türkler onlara karşı ak bacaklı keklikler, Ali’nin şehit oğulları Hasan ve Hüseyin’in katilleri gibi “Allah’ın bir yaratığına verilebilecek en aşağılayıcı sıfat” olan “Çifut” (çn: Çifut” farsça cuhud ve cehud sözcüğünden türemiştir ve Yahudi demektir) kelimesini kullanırlar.
Yahudi ırkının mensuplarına karşı Hıristiyan komşuları tarafından gösterilen düşmanlık, İbrani savunucuları tarafından dinsel fanatizme atfedilir. Ancak, bunun daha genel olarak Yahudilerin karakterine ve alışkanlıklarına duyulan haklı bir nefretten kaynaklandığı düşünülmektedir. Çünkü bir Müslüman için Tchifut/Çifut, inancı mutlak tektanrıcılığa olan inancı itibariyle İslam’ınkiyle aynı olmasına rağmen, bu insanlık ölçeği bağlamında bir Hıristiyan’ınkine nazaran çok daha altta bir durumdur. Esasen benim Yahudilere tamamen dinsel nedenlerle düşman olduğunu bildiğim insanlar, bu ırkla hiçbir zaman kişisel bir temas kurmamış olan İspanyol Filipinleri’nin Roma Katolik yerlileridir ve dolayısıyla onlar için Yahudiler sadece İsa’yı çarmıha geren insanlardır. Ancak, onların fanatizmleri o kadar şiddetlidir ki, Manilla’da, Yahudi olarak bilinen bir kişinin adaya çıkması durumunda ve o kişinin İyi Cuma arifesinde Yahuda’nın kuklaları gibi parçalara ayrılacağı veya diri diri yakılacağı konusunda bana güvence dahi verilmiştir.
Oysa İsrail ırkının statüsü Doğu milletleri arasında her ne kadar düşük de olsa, özellikle kişisel ve mülkiyet hakları açısından, toplumdaki kadınların sosyal konumu, yerli Hıristiyan ırkların ve bazı açılardan Müslüman kadınlarınınkinden bile daha üstündür. Ne var ki, bu önemli olguyu göz ardı eden bazı Doğu Yahudilerinin yazarları, Talmud tarafından kadınlara atfedildiğini varsaydıkları düşük konumdan yakınmışlar ve bu otoriteler tarafından, “köleler ve çocuklarla” birlikte, hukukun incelenmesinden ve ritüelin katı bir şekilde uygulanmasından muaf tutulmalarından şikayet etmişlerdir. Ama gerek Musa gerekse Sözlü Hukukun iki kuralına uymanın erkekler için ne anlama geldiğini eğer bir an için düşünecek olursak, bir kadının ev ve annelik görevlerinin yanı sıra bu kuralların gereklerinin yarısını yerine getirmesinin mümkün olmadığını hemen anlarız. Ne var ki, Yahudi kadınların tabi tutulduğu inziva derecesi, Hıristiyan kadınlarınki gibi, bölgeye ve sosyal çevreye göre değişmektedir. Özellikle Küçük Asya’nın iç kesimlerdeki kasabalarda, onların Hıristiyan ve Müslüman komşularından hakaret görebilecekleri yerlerde, Yahudi kadınlar doğal olarak mümkün olduğunca daha az dışarı çıkarlar ve diğer inançlardaki kadınlar gibi hemcinsleriyle sosyal ilişki kurmazlar. Oysa bu durum Ege’nin liman kentlerinde tam tersinedir, özellikle İstanbul’daki ve Selanik’teki Yahudi kadınlar yönünden bu durum erkekler kadar belirgindir.
Türkiye’de, başka yerlerde olduğu gibi, Yahudi cemaatinin iç işleri Beshdin veya Hahamlar Mahkemesi tarafından yönetilir. Yine evlilik ve boşanma ile ilgili Yahudi adetleri de aynı şekilde Müslümanların adetleriyle pek çok ortak noktaya sahiptir, ama bu husus boşanma durumunda olan bir eş söz konusu olduğunda çok daha uygundur. Zira bir Yahudi karısı, sınırlı sayıda neden dışında, nominal olarak kocasını reddetmese dahi, Hahamlar Mahkemesi’ne boşanma başvurusunda bulunabilir ve eğer mahkeme kadının iddiasının haklı olduğunu tespit ederse, kocasını boşanmaya zorlayabilir. Böyle bir durumda, çeyizi ve yararlanma hakkına sahip olduğu diğer mülkleri kadına iade edilir. Bunun yanı sıra kadına, evlilik sözleşmesinde vaat edilen ve onun ölümü üzerine hak kazanacağı Kethuba (çn: Babil Talmud’una göre, bir erkeğin karısını boşamasının kolay bir şey olmaması için yürürlüğe konmuştur. Buna göre, bir erkeğin karısının, genellikle onun malından tahakkuk eden ve erkeğin karısını boşaması veya ondan önce ölmesi durumunda sabit bir miktar para almasını sağlar) adı verilen bir miktar daha para ödenir. Yine dul bir kadın kocasının malını miras olarak almadığı, çeyizini talep etmediği veya yeniden evlenmediği sürece, ölen kocasının evinde kalma ve onun mirasçıları tarafından kocasının yaşamı boyunca alışkın olduğu şekilde desteklenme hakkına sahiptir. Zira ne kadar fakir olursa olsun, bir koca karısını desteklemek zorundadır, ama eğer karısı isterse kendisi de çalışarak ailenin refahına katkıda bulunabilir.
Hahamlık Yasası, İslam’daki gibi, geçim hakları ve kalıtsal miras söz konusu olduğunda meşru ve gayri meşru çocuklar arasında herhangi bir ayrım yapmaz.
Erken evlilikler bütün Doğu Yahudileri arasında kuraldır, ancak bir babanın çocuklarını uygun kabul edilen yaşa ulaşır ulaşmaz evlendirme zorunluluğu, eğer yirmi yaşında bir erkek evlenmemiş olursa “Şinab’ın İsrail’den ayrılmasına neden olma” suçlamasıyla karşı karşıya kaldığı Kudüs’teki kadar katı bir şekilde uygulanmaz. Diğer taraftan kızlar genellikle on beş yaşından itibaren evlendirilirler ve yine genç erkekler de on sekiz yaşında koca olurlar. Bu erken evlilikler doğal olarak ataerkil geleneklerin sürdürülmesine katkıda bulunur. Çünkü genç çift, eğer hala öğrencilik döneminde ve ihtiyaçlarını karşılayamayacakları için baba evinde kalmak zorunda ise; onların etrafında çok sayıda torunun büyümesini görmekten zevk alan babalarının çatısı altında eşleriyle yaşayan birkaç evli kardeş bulmak alışılmadık bir durum değildir. Ama zengin olmayanlar için böyle bir gelenek ciddi kaygılara yol açar ve “Art ve çoğal” emrini yerine getirirken, evin reisi çoğu zaman en verimli çağına gelmeden yorgun düşer ve daha henüz karısının otuz yaşına gelmesinden önce erkenden yaşlandığını görür.
Doğu Yahudileri, Haham Gershom’un on ikinci yüzyılda koyduğu tek eşlilik yasasını tanımazlar. Ama Yahudiler hem kural hem de pratik olarak tek eşlidirler ve sadece iki nedenden ötürü onların ilk eşini boşamadan ikinci bir eş almalarına izin verilir: bu koşulda ikincisinin çocuksuz veya sadece kız çocuğu annesi olması durumudur. Ancak ilk eş, ikincisini alışkanlık haline getirdiği ve eve ilk eşi kabul etmeyi reddettiği takdirde bu hakka sahip olur. Ama ikinci bir ev sahibi olmak büyük bir ek masraf gerektirdiğinden, çok eşlilik bu nedenle yaygın değildir.
Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış bulunan çok sayıda İsrailli topluluğun toplumsal ahlakı büyük ölçüde değişiklik gösterir. Örneğin, Edirne’deki kurallar çok daha katıdır, o nedenle, sadakatsiz bir eş üç gün boyunca Yahudi mahallesinde gezdirilir ve her kapının önünde durup ona tükürülmesi ve aşağılanması için zorlanır; daha küçük kasabalarda ise, yine topluluğun ahlakı yakından izlenir. Ancak başkentte ve ayrıca Selanik ile İzmir’de durum tam tersinedir, öyle ki, İbrani nüfusunun tüm sınıfları arasında ahlak çok gevşektir ve her türlü usulsüzlüğe “en iyi toplumda” dahi göz yumulur. Birkaç yıl önce, tanınmış bir Selanik ailesine mensup bir Yahudi karısından boşanmış ve hanımın ikinci kocasından aldığı 2000 sterlinlik rüşvetle bu adımı atmasına sebep olduğu herkesçe bilinen bir sır olmasına rağmen, rüşvetçiliği nedeniyle dindaşları arasında ona karşı hiçbir toplumsal nefret oluşmamıştır.
Yahudi kadınların Müslümanlığa dönmesi çok sık rastlanan bir durum değildir, esasen Türkler kural olarak Yahudi kadınlarla evlenmeyi küçümserler. Aşağıdaki durum ise oldukça tuhaftır, buna göre Avusturya korumasından yararlanan bir Kudüs Yahudisinin karısı bir Türk’e aşık olmuş ve onu Paşa’nın huzuruna getirdiğinde, o Müslüman olmak istediğini söylemiştir. Sevgi dolu ve dolayısıyla çok mutsuz olan koca, Konsolosluğa başvurmuş ve karısının İslam’a dönmesini engellemek için elinden geleni yapmasını istemiştir. Ne var ki, resmiyette kocanın beyanında bir kusur olduğu ortaya çıkmıştır. Buna göre, konsolosluktan hiçbir tercüman orada bulunmamış ve dolayısıyla kocanın beyanı geçersiz olmuştur. Kadına sevgilisi tarafından Kuran konusunda eğitim verildiği ve bütün bunlardan sonra, gerekli bütün formaliteler gözetilerek beyanda bulunmasına tekrar izin verilmiştir. Ancak, Fransızların dediği gibi, “Souvent femme varie, fol qui s’y fie/Çoğu zaman bir kadın değişir, buna güvenen birisi ise aptaldır.” Nitekim kaprisli ve güzel kadın, artık Muhammed’e bir peygamber olarak saygı duyamayacağını ilan etmiş ve yaralı Yahudi kocasının evine dönmek istemiştir.
Yahudi tipi, özel bir tanımlamaya ihtiyaç duyulmayacak kadar iyi bilinir. O nedenle, Yahudi’nin hem sade hem de hoş olan her türü Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunur, ancak ikincisi belirli bir canlılık ve tavırlarındaki zarafet eksikliği nedeni ile gölgede kalmıştır. Tüm yerli Yahudilerin giymeye devam ettiği eski giysiler, genel olarak, aşırı derecede pitoresk ve merak uyandırıcıdır. Bunlar yerelliklerine göre biraz farklılık gösterir, o nedenle, İzmir’de giyilen başlık ve elbisenin özellikle süslü olması, Selanik’te giyilenden gerek stil gerekse malzeme olarak farklıdır. Burada, evli kadınlar sırtlarındaki saçlarını yaklaşık on iki inç uzunluğunda ve üç ila dört inç genişliğinde, ucu nakışla süslenmiş ve sıklıkla tohum incilerinden oluşan bir saçakla sonlanan dikdörtgen bir ipek veya kumaş torbasına koyarlar. Bu torba, başın üstünü örten bir tür başlığa tutturulur, etrafına ince muslin mendiller bükülür, bunlardan biri çenenin altından geçer, tam bir elbise için tohum incileri ve altın sikkeler eklenir. Bu elbise çoğunlukla iki veya üç elbiseden veya kalçadan aşağıya doğru açık, üst üste giyilen uzun, dar ceketlerden ve bol Türk pantolonlarından oluşur. Bu giysilerin hiçbiri boğazda birleşmez, göğsü açık bırakır veya en fazla zenginlerin giydiği gazlı yelekler veya fakirlerin iç çamaşırını oluşturan kaba pamuklu elbiseler tarafından kısmen örtülür. Malzemeler, baskılı pamuktan en zengin brokar ipek damask desene kadar değişir, ancak tasarımlar her zaman benzerdir, yani bu elbiseler üzerlerine çiçek desenleri basılmış geniş zıt çizgiler şeklindedir. Açık hava giyimi için elbiselerin üzerine kürkle astarlanmış ve süslenmiş koyu kırmızı kumaştan uzun bir pelis/peluş eklenir ve başın üzerine de uçları püsküllü, ancak yüzü gizlemeyen ince beyaz bir Türk havlusu atılır. Bu elbiseyi, güzel altın bilezikler ve inci kolye tamamlar. İnciler, sıfatları ve sosyal statüleri her ne olursa olsun, başları ve boyunları için bu süslere istedikleri kadar para harcayan Selanik Yahudileri için gerçekten bir tutkudur. Tanıdığım bir Yahudi hemşirenin çalıştığı Frenk bir hanım parasını inci kolyeye yatırmak yerine biriktirmesi için onu ikna etmeye çalışmış ama bunda başarılı olamamıştır. Zira kadın, boynunun etrafına yarım düzine veya daha fazla sıra inci dizme konusunda tatmin olmamıştır. Ama bu süsler boynu çevrelemez, sadece sekiz inç uzunluğundadır, geri kalanı ise kurdele ile tamamlanır.
İstanbul’daki Yahudi kadınların elbiseleri, Selanik’tekinden, uzun kırmızı pelerin yerine kuzu derisi, kuğu tüyü veya sincap derisi ile astarlanmış ve kaplanmış kısa ve bol bir ceketin dış giyim yerine kullanılması bakımından farklılık gösterir. Yine saç modeli de çok daha basittir, sadece renkli muslinlerden yapılmış, büyük çiçeklerle boyanmış ve dış elbise gibi beyaz oya danteliyle çevrelenmiş bir yemeni veya büyük kare bir başörtüsüdür. Bu dantel kenar, oldukça pahalı olsa da -ya da belki de bu nedenle- vazgeçilmez niteliktedir. Bununla başörtüsünün bir tarafı alnın üzerine düşürülür, bu saçı tamamen gizler, yine köşelerden ikisi arkadaki omuzların üzerine düşer. Ancak bu başlık, daha önce Osmanlı başkentindeki Yahudi kadınları tarafından giyilen saçma sapan şalebin yasaklanmasından hemen sonra benimsenmiştir. Bu kıyafet pamuk bir yünden veya keten paçavra topundan oluşur. Kıyafetin etrafı sıkıca sıkıştırılır ve başın tepesi açık tutulurken, diğeri karmaşık kıvrımlarla bir şal veya atkıyı korkunç boyutlara ulaşana ve giyenin başını tamamen örtene kadar sarılır. Oysa bu kadınları sadece korkunç bir şekilde çirkinleştirmekle kalmamış, aynı zamanda kadınları hem Müslümanların hem de Hıristiyanların alaycı sözlerine maruz bırakmıştır. Bir keresinde ve Reşid Paşa’nın vezirliği sırasında, Baş Haham, Babıali’de resmi ziyaretini gerçekleştirirken, Vezir, cemaatin kadın kısmının başlığında bir reform görmek istediğini ifade etmişti. Buna göre, derhal tüm sinagoglarda, şalebin genel olarak terk edileceğini ve daha basit bir başlık benimseneceğini duyurmuş ve bu İsrail’in matronları/yaşlı ve evli kadınları arasında büyük bir şaşkınlık yaratmıştı. Milliyetleriyle ilgili her şeyde katı ve tutucu olan yaşlı kadınlar, en sevdikleri çocuklarını kaybedecekmiş gibi ağlayıp ağıt yakmışlar ve sevgili şalebilerini terk etmeyi reddetmişlerdi. Ama Haham Vezir’in emirlerini yerine getirmek konusunda kararlı davranmış ve o nedenle, buna karşı bir aforoz yayınlamış ve yaşlı kadınların kalpleri üzüntüyle dolmuştu, çünkü onlar bu yeniliği kutsal dinlerinin yıkımı ve çöküşünün habercisi gibi görmüşlerdi.
Bu lanetten ve bunun sonucunda şalebin terk edilmesinden kısa bir süre sonra, bir gece Boğaz’daki tekne iskelelerinden birinde gri bir örtüye bürünmüş bir kadın belirmiş, bu kadın bir kayığa binmiş, kayıkçı onu nereye götüreceğini sorduğunda, “Kürek çek” diye cevap vermişti. Başka bir iskeleye vardığında, kadına kıyıya yanaşıp yanaşmayacağı sorulduğunda, kadının tek cevabı “Kürek çek” şeklinde olmuş ve kayıkçı tekrar küreklere sarılmıştı.
Bu, kayıkçının kayığının sanki yolcu taşımıyormuş gibi suda hafifçe ilerlediğini fark ettiği olay birkaç kez olmuş ve sonunda tekne Yahudilerin köyü Khass-keui’nin tekne iskelesine varmış, gri peçeli kadın sonunda kıyıya çıkmış ve kayıkçıya dönerek şöyle demişti: “Bil ki ben Kolerayım ve Yahudileri cezalandırmaya geldim, çünkü kadınlar şalebi bir kenara bıraktılar.”
Nitekim bu köyde korkunç bir kolera salgını olmuştu.
Yine Halep’teki Yahudi kadınların saç modeli, alına düşük bir şekilde takılan, farklı renklerde çizgili ipekten yapılmış, yüksek, kubbe şeklinde bir başlıktı. Bunun altından, örgülü veya omuzlara gevşekçe bir miktar sahte saç sarkardı. Yine Bursa’daki İsrailli kadınların uyguladığı fotoz, başkentte eskiden giyilenlere benzer şekilde, mücevherler ve inci dizileriyle kaplıydı, bunlardan bazıları yanakların üzerine çelenkler halinde sarkan, çok renkli kumaşlardan yapılmış devasa bir yastıktı. Açık havada bunun üzerine beyaz muslin bir örtü giyilmekte ve elbisenin geri kalanı Müslüman kadınların giydiklerinden renk ve şekil olarak biraz farklı olan bir ferace (çn: Osmanlı imparatorluğunda Anadolu’da yaşayan Türklerin, kadınların çarşaftan önce sokakta giydikleri üstlüktür) veya pelerinle gizlenmekteydi.
Yahudi kadınlar, yabancı ve Frenk sakinlerinin daha iyi sınıfı tarafından ev hizmetçisi olarak büyük ölçüde istihdam edilmezler, çünkü onlara karşı olan en büyük itiraz, hizmetleri ne kadar acil olursa olsun, onların Şabat’ın tamamını kendi ailelerinin yanında geçirmekte ısrar etmeleridir. Nitekim onların tek başına kabul edecekleri düşük ücretler, onların herhangi birini bu kapasitede istihdam etmeye teşvik etmekteydi. İzmir, Selanik ve diğer yerlerde, bir dizi Yahudi kadın ve kız artık pamuk fabrikalarında çalışmaktaydı. Ancak Bursa’daki ipek fabrikalarının yöneticileri, çok sayıda farklı ulusal bayramın kutlanması işlerinin yürütülmesi konusunda büyük bir karışıklığa yol açtığı için, onları Hıristiyan ve Türk kadınlarıyla ortak olarak istihdam etmeyi pek tercih etmezlerdi.
Alt sınıftaki Yahudi kadınların eğlenceleri, diğer yerlilerin eğlencelerinde olduğu gibi çok azdı. Onların müzik olarak düşündükleri korkunç gürültü, eşit derecede uyumsuz vokal performanslarla birlikte ve başlıcaları arasındaydı. Jumbüsh/Cümbüş olarak adlandırılan böyle bir şey, yeme ve içme ile desteklendiğinde, onlar bundan çok fazla zevk alır gibi görünürlerdi. Eğer bunlara düğün ve sünnet törenlerindeki sevinçleri, ara sıra yapılan gezintileri de eklersek, sanırım bu konudaki liste uzar gider.
Türkiye Yahudileri arasında kadın eğitimi, son yirmi yıl içinde yapılan küçük ilerleme, ülkenin zengin yerlilerinden daha ziyade, toplumun yabancı üyelerinin çabalarının eseridir; esasen bu yerlilerin büyük bir kısmı liberal fikirlerden tamamen yoksundurlar ve kamu yararına hareket etmekten de acizdirler. Yahudi karakterinin en kötü özelliklerini sergileyen bu muhafazakar kesim, büyük servetlerinin kendilerine sağladığı etkiyi sadece karşıt ilerici tarafın herhangi bir hareketine karşı çıkmak için kullanmakta ve bunların servetlerini yoksul komşularının iyiliği için kullandıkları ise nadiren bilinmekteydi. Bu nedenle, tüm büyük Yahudi merkezlerinde kız okullarının kurulması, tamamen yabancı Yahudilerin refahıyla ilgilenen ve küçük bir kesim tarafından desteklenen Avrupalı ”İsrail İttifakı”nın eylemine bağlıydı. Selanik okulunun başarısı da büyük ölçüde Allatini’nin (çn: Selanik’in en nüfuzlu Yahudi iş insanı ve hayırseveri Moses Allantini) yetenekli yönetimi ve cömertliği ile yabancı Yahudi ailelerine mensup kadınların bu konuda uyguladığı denetim sayesindeydi. Bu okullarda ki orta sınıftan birçok kız oldukça iyi eğitimliydi, yine bazı hanımlar Yunan eğitim kolejleri mezunuydu. Bu okuldaki derslerin gidişatı doğru ve birincil nitelikte ve oldukça yeterliydi. Bu okulda iğne ve nakış işine büyük önem verilmekte ve öğrenciler tarafından her yıl bu konuda oldukça ayrıntılı örnekler üretilmekteydi.
Kurumun kaynakları düşük olduğundan veya bazı istisnai harcamaları gerektirdiğinden hem yerli hem de yabancı tüm sakinlerin katıldığı bir eğlence yoluyla kaynak toplanmaktaydı. Zira yukarıda bahsedilen Yahudilere karşı düşmanlığın sadece alt sınıflar tarafından açıkça ortaya konduğunu ve Yahudi ve Müslüman ileri gelenlerin Yunan okullarının yararına düzenlenen yıllık toplantıları ve diğer eğlenceleri varlıkları ve katkılarıyla onurlandırdıklarını söylememe ise gerek bulunmamaktadır, aynı şekilde Yunanlıların daha iyi sınıfları ve Müslüman yetkililerin özel isteksizlikleri her ne olursa olsun, bunlarda Yahudi eğitim kurumlarını desteklemekteydi. Benim Selanik’teki ikametimin son yıllarında, bu eğlencelerden biri okul binasında düzenlenen bir balo olmuştu. Alt odalarda dansa devam edilmiş, üst kattaki daireler ise sigara içmek, kart oynamak ve sohbet etmek için ayrılmıştı, okul binasına bitişik bahçedeki parlak ışıklı ağaçların altında ve çiçek tarhları arasında ikramlar ve akşam yemekleri servis edilmişti. Genel Vali Derviş Paşa ve oğlu da oradaydı, onlar her ne kadar ve doğal olarak dansçılara katılmaya tenezzül etmemiş iseler de sürekli olarak onların aralarında dolaşmışlar ve sürece büyük ilgi duyuyor gibi görünmüşlerdi. Yunan Başpiskoposu, siyah ve beyaz sarıklı Yahudi Hahambaşı veya Baş Haham’ın yanında oturan uzun silindirik şapkası ve siyah cübbesiyle seçkin bir figür oluşturmaktaydı. Ancak onların balo elbiselerinin olmayışı dikkat çekmişti; çünkü eğlencenin kısmen açık havada olacağının farkında olan Avrupalı hanımlar mini kıyafetlerden kaçınmışlar ve liralarını bağışlayan Selanik Yahudilerinin çoğu, bolca incilerle süslenmiş ve elmaslarla parıldayan parlak renkli yerel kostümleriyle kendilerini tanıtmışlardı.
İngiltere Kilisesi’nin ve İskoç Presbiteryen Misyonerlerinin Doğu’daki Yahudilere yönelik çalışmaları çoğunlukla eğitim amaçlıydı ve bu misyonlara bağlı hanımlar, oldukça iyi katılımlı kız gündüz okullarını yönetmekteydi. Bu okulların çoğunlukla orta sınıfa mensup olan öğrencileri, kendi Hispano-İbranice dillerinde temel eğitim almakta ve ayrıca Fransızca, iğne işi ve Yeni Ahit tarihi konusunda da eğitim görmekteydi. Her ne kadar kızlar İncil anlatısı konusunda oldukça bilgili de olsalar, evde maruz kaldıkları etkiler nedeniyle onların dönüşümü imkansız olmakta ve kızlarına iyi bir laik eğitim verebilecek maddi imkânlara sahip olan birçok ebeveyn, misyonerlerin dini başarısından korkmadan, bu eğitimi ucuz bir oranda elde etmek için misyon okullarının sağladığı olanaklardan memnuniyetle yararlanmaktaydı. Nitekim Selanik’teki İskoç Misyonu ile bağlantılı bir hanım bir keresinde bana, “güzel altın takılar takarak okula gelebilen kızlara neredeyse ücretsiz eğitim vermenin oldukça saçma göründüğünü” söylemişti.
Zengin ve eğitimli Yahudi kadınlar, dindaşları arasında eğitimin ilerlemesi ve yoksulların durumunun iyileştirilmesi için hatırı sayılır miktarda zaman ve para harcamaktaydı. Son derece verimli olan Société Charitable des Dames of Constantinople/İstanbul Hanımları Hayırsever Cemiyeti, yoksullara battaniye ve diğer ihtiyaç malzemeleri dağıtmış, yoksul kızlara çeyiz ile doğum ve diğer durumlar için hemşireler sağlamış, yetimlerin bakımını üstlenmiş ve yoksul kadın ve kızlara iş olanağı vermişti. Bu ve benzeri örgütlere ek olarak, ayrıca Doğu’nun birçok büyük Yahudi merkezinde yaygın olan aşırı yoksulluğu azaltmak konusunda da birçok özel çaba sarf edilmekteydi.