İnsan hakları tarihi din, kültür, ahlak, felsefe ve hukuki gelişmeleri içermektedir. Tarih boyunca hak ve özgürlük fikri olagelmiştir. Fakat bunların insan hakları olarak kabul edilip edilmeyeceği tartışma konusudur. Bu çalışmamızda eski çağ döneminden başlayarak günümüze kadar insan haklarına olan tarihsel bakış açısı önemli düşünürlerin perspektifleri dikkate alınarak değerlendirilmeye çalışılacaktır. Ayrıca fikirler (doktrin) yanında birde uygulama bakımından insanın insan olmasından kaynaklı olarak var olan haklarının kullanılması alanına tarihi akış çerçevesinde değinilecektir.

I. ESKİ ÇAĞ

Eski çağ ile ifade edilmek istenen eski Yunan ve Roma uygarlıklarının yaşadığı dönem anlaşılmaktadır. Genellikle Homeros’un şiirlerini yazdığı M.Ö. 8’inci veya 7’inci yüzyıllarda başlayıp M.S. 5’inci yüzyıla kadar sürdüğü kabul edilir.[1] Bir başka deyişle Roma İmparatorluğunun çöküşüne kadar süren süreç olarak eski çağ anılabilir. İnsan haklarının gelişimi açısından ilk olarak doktrinde yer alan düşünürlerin fikirlerine ve uygulamanın ne yönde tecelli ettiğine göz gezdirilecektir.

Eski Yunan’da düşünce alanının iki büyük düşünürü Platon (M.Ö. 427-347) ve Aristo’dur. (M.Ö. 384-322) [2] Platon’a göre, ideal devlet monolitiktir. Tüm yaşam tek elden düzenlenmektedir. Örneğin evlenmek dahi izne tabidir.[3] Bu sebeple düşünürün fikirlerinde hürriyet izlerine rastlamak bir yana insan hakkından söz etmek mümkün değildir. Aristo’ya baktığımızda ise köleliği kabul etmektedir ve savunmaktadır.[4] İnsan hakları yönünden belli izlere rastlanabilir. Bu da kendisini bu yönüyle Platon’dan ayırmaktadır. Fakat yine de insana insan olduğu için önem vermemektedir. Her iki düşünürde insan hakları bakımından bir iz bırakmamışlardır. Fakat eski çağda Stoacılar’a (M.Ö. 334-262) baktığımızda insana değer verilmesi yönünde izlere rastlanmaktadır. Stoacılık, Zenon ve Cittium’dan başlayıp Kleanthes, Seneca ve Epiktetos’tan geçerek Marcus Aurelius’a (M.S.121-180) kadar uzanır.[5] Stoacılara göre de akıl ve kanunun, devletin her şeyin üstünde olmadığına işarettir. Devletin yanında insanlar da bu akıl ve kanuna uymalıdırlar. Bütün insanların kardeş olduğu fikri yer alırken birde insanların devletin değil dünyanın vatandaşı olduğu bilinci yerleşmiştir.[6] Özellikle hürriyetin, kişinin iç dünyasına ilişkin bir kavram olduğu savunulmuştur. Kendi tutkularını yenebilecek bir kölenin de özgür olabileceği fikri yankı bulmuştur.[7] Diğer bir anlatımla ilk defa hürriyet fikirleriyle karşılaştığımız bu eski çağda devletin her şeyin üstünde olmadığı fikri yer almış ve manevi değerler gündeme gelmiştir. Eşitlik ve kardeşlik fikri bu alanda kendisini tanıtmaya başlamıştır. Hürriyetin insana has bir duygu birikimi olduğu savunulurken kölelerin dahi özgür olabileceği üzerinde durulmuştur.

Eski çağ’da uygulamaya baktığımızda ise düşüncenin insan hakları yönünden vücut bulmağını görülmektedir. Bu durumun en önemli ispatı da kölelik ve site yönetimi hayatının eski çağa hakim olmasıdır.

Örneğin Eski Yunan’da her ne kadar vatandaşların, site yönetimine doğrudan doğruya katılma gibi bir takım siyasal hakları bulunsa da insan hakkı alanının sınırlı olması, yani site halkının çoğunluğunun vatandaş olmaması, köle olması ve hiçbir haklarının bulunmaması fikirlerin uygulamaya geçişinin sağlanmadığını göstermektedir.[8] Eski Yunan sitelerinde hürriyetin olmadığına en çarpıcı örneği hiç şüphesiz Foustel de Coulanges (1864) tarafından verilmektedir. Coulanges’ göre, hürriyet idesi dahi bulunmayan Eski Yunan sitelerinde sadece siyasi hak sahibi olmak, oy kullanmak, hakim atamak ve yönetici seçmek hürriyet olarak adlandırılamaz. [9]

Sonuç olarak çoğunluğun köle olması ve çoğu haktan geri bırakılmaları yabancı statüsünde olmalarına bağlı tutulmaktadır. Keza vatandaş statüsündeki kişilerde belli birçok haktan mahrum tutulmaktadır. Bunu sebebi olarak değinildiği üzere devletin her şeyden önce gelmesi olarak açıklanmaktadır. Herkesin bütünüyle devlete bağımlı olması insan hak ve hürriyetlerini arka plana atmaktadır. Coulanges’in de dediği gibi sadece belirli devlet menfaati bakımından bazı hakların tanınması ve bunların insana insan olmasından kaynaklı verilen değer kapsamında kullanıma sunulmaması gerçek manada eski çağ’da insan hak ve hürriyetlerin henüz yerini almadığı göstermektedir. Belirli düşünürler tarafından devleti korumaya yönelik düşüncelerin gündeme geldiği, insanın pek bir değerinin olmadığı bu eski çağ’ın beşeri hatası insan ve insan hürriyeti yönünden bir ilerleyişin olmaması, karanlık bir odanın aydınlatılamaması olarak kendisini hissettirmiştir.

II. ORTA ÇAĞ

Orta çağ Batı Roma İmparatorluğunun çöküşü ( M.S.476) ile başlayan ve İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethine (1453) kadar geçen süreyi kapsadığı kabul edilmektedir. [10] Diğer bir anlatım ile orta çağ, Avrupa tarihinde yuvarlak olarak 5’inci yüzyıldan başlayıp 15’inci yüzyıla kadar süre bin yıllık bir dönemi ifade etmektedir.[11] Orta çağda Hıristiyanlık dininin yayılması ve feodalitenin ortaya çıkması insan haklarına belli yönlerden sınırlamalar getirirken belli yönlerden de sınırlı da olsa bazı insan haklarının olduğu da kabul edilmiştir.

Orta çağda Hıristiyanlık dinin ortaya çıkması ve yayılması ile beraber artık eski çağa nazaran insana insan olmasından kaynaklı belirli hakların olduğu düşüncesini katmıştır. İlk olarak Hıristiyanlık dininin çıkışına baktığımızda başlangıçta yasak olan bu dinin 13.yüzyıl da Roma İmparatoru Konstantin’in Milano Fermanıyla dini tanıması ve kendisinin de kabul etmesiyle etkileri görülmüştür. [12]Ayrıca Hıristiyanlık dini insana insan olduğu için değer vermiştir. Bu sebeple de eski çağa nazaran orta çağ bu anlamda ilk başlarda insan hakları kavramını tanır hal almıştır. Fakat daha sonrasında dinin resmileşmesi karşısında yeniden devletin korunma ihtiyacı doğmuş ve yeniden insan hakları kavram olarak kalmış ve arka plana atılmıştır. Yani ilk başlarda hürriyetleri koruyan din bu prensip yerine artık otoriteyi savunan bir araç olmuştur. Bununla birlikte feodalitenin ortaya çıkması adeta dine karşı koruyucu kalkan halini almıştır. Orta çağda feodalite ile beraber merkezi devlet parçalanmıştır ve iktidar, toprak sahibi senyörlerin eline geçmiştir. Hal böyle olunca da devletin mutlak ve sınırsız iktidarı fikri de kaybolmuştur.[13] Feodal beylerin (senyörlerin) sahip oldukları topraklar ve üzerindeki çiftçiler (serfler) üzerinde bir takım hukuki ve idari yetkilere sahip oldukları kabul edilmiştir.[14] Böylece insan hakları kavramı bakımından yeniden bir başlangıç kendini hissettirmiştir.

Orta çağın insan hakları felsefesi alanında iki büyük düşünür Thomas Aquinas (1225-1274) ve Marsilius Patavinus’tur. (1275-1342) İnsan haklarının korunabilmesi ve devlet iktidarının sınırlandırılması için bu iki düşünürün orta çağda büyük etkisi olmuştur.[15] Aziz Thomas’ a göre hükümdarlar dahil tüm insanlar ilahi kanuna tabidirler. Tanrının keyfilikten hoşlanmadığını ve hükümdarların iktidarlarını ilahi kanuna yani Tanrı iradesine uygun kullanmaları gerektiğini, iyilik ve adaletin ilahi emir olduğunu savunmaktadır. Eğer iktidar ilahi kanuna uymuyorsa itaat edilmemesi gerektiğini böylece direnme hakkı olduğunu ilk kez ortaya koymuştur.[16] Aziz Thomas kanunu dörde ayırmıştır.

1-Ebedi Kanun: Tanrı tarafından konulan, kainat yaratılmadan önce de, sona erdikten sonra da varlığını sürdürecek olan kanundur.

2-Tabii Kanun: İnsanların akıl vasıtasıyla ebedi kanunun anlayabilecekleri kısmıdır.

3-İlahi Kanun: Tanrı tarafından konulan kanundur.

4-Beşeri Kanun: İnsanlar tarafından konulan kanundur. Hem tabii kanuna hem de ilahi kanuna uygun olmak zorundadır.[17] Eğer uygun değilse halkın ortak yararını taşımadığı kabul edilmektedir. Bu sebeple de bağlayıcı değildir demektedir.[18]

Aziz Thomas ile Hz. İsa’nın havarilerinden olan Aziz Paul (M.Ö.6-67) karıştırılmamalıdır. Aziz Paul’a göre bütün iktidarlar Tanrıdan gelir. Aziz Thomas’a göre ise daha önceden değinildiği üzere ilahi kanun vardır ama halkı unutmamak gerekmektedir. Yani bütün iktidarlar Tanrıdan gelir ama halk aracılığı ile bu söz konusudur.[19] Demek ki Aziz Thomas’ a kadar olan süreçte her ne kadar iktidarın Tanrıdan geldiği kabul edilişse de bunun halkın aracılığı ile gerçekleştiği bakış açısı Aziz Thomas döneminde kabul görmüştür. Çünkü iktidarın kendini meşrulaştırması bakımından itaatin sağlanması için Tanrının araç güç olarak simgeleştirilmesi kötü niyeti arttırabilir hal almaktadır. Bunun önüne geçilebilmesi ve insan haklarının temellendirilebilmesi için insanın insan olmasından kaynaklı bazı haklarının olduğunun vurgulanması gerekmektedir. Aziz Thomas’ın kanaatimizce üstlendiği rol Aziz Paul’un devamı niteliğindedir, bu anlamda hafızalara kazınmıştır. Fakat kendisi bir düşünürden öteye geçememiştir ve konumuz bakımından da hürriyetçi olabilmiş değildir. Zira din ve vicdan özgürlüğünü ret etmesi, kilisenin vicdan üzerinde etkisini kabul etmesi, köleliği meşru sayması, dinden sapanların aforoz edilmesi gerektiğini ve ölüm cezalarına çarpıtmaları gerektiğini savunması[20] kanaatimizi güçlendirmiştir.

Orta çağın diğer önemli bir düşünürü Marsilius Patavinus ise çağın ötesine geçerek siyasal iktidarın halktan geldiğini, halkın bu iktidarı kimseye devretmediğini de ve halkın kanun yapımında doğrudan doğruya temsilci vasıtasıyla katılım sağlaması gerektiğini de savunmaktadır. Yasama yetkisi halktan geldiği için yürütmeyi tayin eden halktır ve denetim yapabilme yetisine sahiptir. Bu sebeple görevine son verebileceği üzerine fikirleri günümüze ulaştırmıştır.[21] Marsilius Patavinus, kilise ile devletin ayrılmasını, devletin kiliyse tabi olmağını dile getirmiştir.[22]

Her iki düşünür arasındaki en keskin bıçak darbesinin açıkça din ve vicdan özgürlüğünün Patavinus tarafından kabul edildiğidir. Her ne kadar Thomas tarafından kilisenin zorlaması ve baskı kurması savunulmuşsa da Patavinus bakımından bu fikir dikkat görmemiş ve kilisenin sadece doğru yolu gösterebileceği fikri savunulmuştur.

Orta çağda uygulamaya baktığımızda da insan hakları açısından fiili durum yukarıda açıkladığımız teori ile benzerlik göstermektedir ve bir değişiklik söz konusu olmamıştır. Feodal beylerin kısmi hakları ve hürriyetleri karşısında diğer insanların haklarının olmadığı görülmektedir. Hıristiyanlığın resmiyet kazanması din ve vicdan özgürlüğü ve daha geniş olarak insan hakları yönünden bir hürriyet katmamıştır aksine kiliyse karşı gelinmesi durumunda aforozlar ve engisizyonlar gündeme gelmiştir. [23]

Sonuç olarak orta çağda insan haklarının karşısında eski çağdan farklı olarak bir de kilise duvarı kendisini göstermiştir. Oysaki eski çağda sadece devletin insan hakları yönünden bir efendiliği söz konusu olmuştur. Orta çağda ise iki efendi olan devlet ve kilise insan haklarının ilerleyişini kırbaçlamışlardır.

III. MUTLAK MONARŞİ DEVRİ

Mutlak monarşi ”yönetimin kendisi dışında hiçbir güç tarafından sınırlandırılmaması” durumudur ve 17. ve 18. yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkmış, Jean Bodin ( 1530-1596) ve Thomas Hobbes (1588-1679) gibi isimler tarafından teorisi ortaya konmuştur.[24] Diğer bir anlatım ile orta çağda feodal senyörler ile krallar arasındaki savaşın galibi olan kralların feodalitenin hükümsüz kaldığını ve artık kendi yönetimlerinin sınırsız olduğunu, bunu kaynağının ise Jacques Benigne Bossuet (1627-1704) göre iktidarlarının gücünün Tanrıdan geldiğine inanmış olmalarıdır. Hükümdarın ilahi kanuna uyması gerekmektedir ve ancak sınırda bu olabilmektedir.[25]

Sonuç olarak, Avrupa’da feodalite ile modern devlet arasında geçişi temsil eden mutlak monarşiler ifade edilen süreçler neticesinde ortaya çıkmışlardır ve bir nevi kapital sistemin oluşmasına zemin hazırlamışlardır ve gücün kaynağı olarak ilahi kanuna sığınılması da insan hakları bakımından bir ilerlemenin olmadığını sadece tabii hukuk alanının doğması için geçiş olarak kaldığı aşikardır.

IV. TABİİ HUKUK AKIMI DÖNEMİ (17.ve 18. YÜZYIL HAK DOKTRİNİ)

Bu dönem insanın sırf insan olmasından kaynaklı olarak bazı haklarının olduğu yıllar olarak adlandırılmaktadır. Başak bir deyişle eski çağ, orta çağ ve mutlak monarşi devrinin izlerinin silinmeye başladığı ve yeni bir düşüncenin tam manasıyla yer aldığı dönemdir. Bu kısımda tabiat hali hipotezi ile sosyal sözleşme hipotezi üzerinden çıkan en çarpıcı sonuca yani devletin müdahale edemeyeceği insan haklarına kısaca bakılacaktır.

Tabii hak doktrinini başta John Locke (1632-1704) olmak üzere Samuel von Pufendorf (1632-1694), Christian Wolff (1679-1754), Jean- Jacques Rousseau (1712-1778), William Blackstone ve Emer de Vattel (1714-1767) gibi düşünürler savunmuşturlar.[26] İnsanın, sırf insan olmaktan dolayı hak ve hürriyetlere sahip olduğu ve devletin bunlara dokunamayacağı düşüncesinin 1600’lü yılarda çıkış yakalamasının altındaki sebep tabii hukuk akımının doğmuş olmasıdır. Bu düşünceye tabi hak doktrini de denilmektedir. Yani iki hipotezden söz edilmektedir. İlk olarak tabiat hali, ikincil olarak da sosyal sözleşmedir.[27]

Tabiat hali hipotezine baktığımızda insanın sahip olduğu hakların devletten önce var olduğunu, bunları devletin vermediğini, insanların bağımsız tabi halde yaşamalarından kaynaklı olarak doğuştan bazı hak ve hürriyetleri olduğunu ifade etmektedir. Bu karşın sosyal sözleşme hipotezinde ise insanların zamanla anlaştığını ve tabiat halinden çıkarak kendi iradeleriyle siyasi bir üst otoriteyi yani devleti kurduklarını ve işte bu devleti kurduklarında yaptıkları sözleşmeye de sosyal sözleşme adını vermelerini ifade etmektedir. Yani tabiat halinde sosyal sözleşmeye geçen insanlar devlete gerekli bazı kaçınılmaz hakları devretmişlerdir. Her ne kadar düşünürlerin bu yıllarda insan haklarına bakış açıkları benzerlik gösterse de bazı ufak farklılıklar göze çarpmaktadır. Örneklemek gerekirse Locke, cezalandırma alanında tabiat halde yaşanırken sorunların çıktığını ve insanların suçluların cezalandırılması için otoriteye duyulan ihtiyaçtan dolayı sözleşmenin kabul edildiğini savunmaktadır.[28]

Sonuç olarak insanlar, sözleşme ile devleti kurarlarken kendiliğinden var olan, insanın insan olmasından kaynaklı olan bazı haklarını devretmemişlerdir. Bu haklara örnek olarak kişilik hakkı, mülkiyet hakkı ve eşiklik ilkesi gösterilebilir. Bu gibi temel haklar tabiat gereğidir. Devri mümkün değildir. Devletin bu gibi tabii haklara karışması mümkün değildir. Bu bilinç ile hareket edilmiş ve sadece korunma ve güvenlik ihtiyacı gibi konularda sözleşmeye tabi olmuşlardır. Demek ki devletin vermediği ve kendisinden önce var haklara saygı duyması da zorunlu hal almıştır. Ayrıca 17. ve 18. Yüzyıla ait olan bu hipotezinde bir mantık sınırının bulunduğuna inanmak mümkün değildir. Dağınık halde yaşayan insanların bir araya gelerek bir sözleşme yaptıkları ispattan da yoksundur. Bu sebeple anlaşılması gereken kanaatimizce dönemin insanlarının, insanın sırf insan olmasından kaynaklı var olan haklarının değişmeyeceğini ve devredilemeyeceğini bilmeleri karşısında korunmaya ihtiyacı bulunan haklarının da otoriteye tabi olmasını ve sağlanmasında güvencenin oluşmasını bilinç politikası haline getirmiş olmalarıdır.

V. FERDİYETÇİ DOKTRİN DÖNEMİ

1789 Fransız İhtilalinden sonra belirli düşünürler tarafından tabii hak doktrini ile insan haklarının temeli tam anlaşılamadığından bireye önem verilmiştir ve ferdi doktrin ortaya çıkmıştır. Özellikle hürriyetlerin daha iyi anlaşılması için 26 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi rehberlik üstlenmiştir.

David Hume (1711-1776), Adam Smith (1723-1790) ve Edmund Burke (1729-1797) gibi düşünürler bu alanda insan haklarını temellendirmeye çalışmışlardır.[29] 26 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne göre ferdiyetçi doktrin, başkasına zarar vermeyen her şeyi yapma iktidarıdır. Yani başkasına zarar vermedikçe, her birey, her istediği fiili yapma yetkisine sahiptir. Ferdiyetçi doktrine göre başlıca haklar: kişi hürriyeti ve güvenliği, mülkiyet hakkı, konut dokunulmazlığı, çalışma ve teşebbüs hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, dernek hürriyeti ve eğitim hürriyetidir. Bu tür haklara ve hürriyetlere ferdi haklar denilmektedir.[30]

Ferdiyetçi doktrinde birey ön plana çıkmıştır. İnsan hakları bakımından da şahsa ait hakların önemi artmıştır ve mücerret olan kavramlardan kaçınılmıştır. 17.ve 18. Yüzyıla hakim olan ve soyutluktan öteye geçememiş toplum sözleşmesi gibi hipotezler geride kalmış ve direkt olarak şahıs ön plana çıkmıştır. Bu sebeple birey kavramının da insan hakları yönünden ne ifade ettiği iyi anlaşılmalıdır.

Birey kavramının esas itibariyle hukuki bir alt yapısı yoktur. Hukuk alanında kişiden söz edilmektedir. Çünkü gerçek ve tüzel kişi söz konusudur. Oysaki insan hakları bakımından birey kavramı sosyolojik zeminde kendini bulmaktadır. [31] Bu sebeple birey, devleti var etmiştir. Devletten önce gelmektedir. Bir başka anlatımla insanın devlet eliyle yapılmadığını, devletin insan yapımı olduğu savunulmaktadır. Sonuç olarak devlet ile birey hakkı arasında bir çatışma var ise birey hakkı önceliklidir. Bu sebeple de bireyler haklarını kullanırken başka birinin hakkına zarar vermemek koşuluyla sınırsızlardır. Devlette buna saygı göstermek zorundadır zira toplumu oluşturan bireylerin devleti söz konusudur aksi halde devlet var oluş amacına aykırılık teşkil eder. Amaç bireydir. Devletin sessiz kalması gerekmektedir. Örneğin mülkiyet hakkı kapsamında arazi alacak bir kimseye devletin karışmaması gerekmektedir.

Bu fikri destekleyen en kıymetli eser ise 26 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’dir. Çünkü ferdiyetçi doktrinden esinlenilerek en üstün değer olarak fert öne çıkmaktadır. İkincil olarak da devletin temel görevinin bireyi korumak olduğu anlayışı hakimiyet kazanmıştır. [32] Nihayet ferdi (bireysel) haklar anayasalara ve uluslar arası sözleşmelerde de yerini almıştır. 16 Aralık 1966 tarihli BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi buna en önemli örneklerdendir.

VI. SOSYAL HAKLAR DOKTRİNİ DÖNEMİ

Sosyal haklar doktrini adeta ferdiyetçi doktrinin pasifliği karşısında doğmuştur. Yani bireyin ön planda olduğu her ne kadar savunulmuş ise de gözden kaçan bir durum sosyal hak teorisinin doğumunu sağlamıştır. Bu gözden kaçan durum ise yukarıda belirttiğimiz üzere ferdiyetçi doktrine göre ferdin sahip olduğu bazı hakları söz konusudur. Fakat örneklemenin zorunlu olduğu bu durumda bireyin öğrenme hakkının olduğu teorik olarak mükemmel olsa da okula gidecek imkanı bulunmayan birey için sadece teorik bir hak ile sınırlar altında kalmaktadır. Oysaki devletin herkese bu hakkın kullanılabilme sahası tanıması gerekmektir. Eşitliğin bir sonucu olan bu hak ancak sosyal anlayış dahilinde sağlanabilir. Bu sebepledir ki insan haklarının başlangıç vuruşunu ferdiyetçi anlayış teori olarak başarmış ve eksik kalan kısmını da sosyal hak anlayışı tamamlamıştır. Özetle, bireyin ön planda olduğu bakış aleminde teorik olarak var olan hakların kullanılması ortamının herkese sağlanamamasına karşın, devlet atağa geçerek sosyal anlayış kapsamında hakkın kullanım durumunu herkese tanıyarak gol vuruşunu tamamlamıştır. Yani pasif olan devlete aktif olma kudreti göstermiştir.

Sosyal haklar doktrini, herkese insan onuruna yaraşan minimum bir hayat seviyesi sağlamak amacıyla devletin, adil ücret hakkı, sosyal güvenlik hakkı, öğrenim hakkı, konut hakkı gibi hakları sağlaması gerektiğini savunan bir anlayıştır. Yani devlet, herkese insanca bir yaşam düzeyi sağlamak için gerekli tedbirleri almalıdır. [33] Diğer bir anlatım ile devlet sosyal hakları hizmete sunmalıdır. Bireylerin insan haklarından eşit bir şekilde yararlanabilmeleri için hizmet sunmak zorundadır.

1793 Fransız Anayasının başına eklenen ikinci İnsan ve Yurttaş Bildirisinde ve 1848 Fransız Anayasasında ilk izler sosyal anlayışı fikir aleminde hissettirmişse de, gerçek manada bu anlayış kendisini Birinci Dünya Savaşı sonrasında kabul ettirmiştir. Örneğin: 1917 Meksika Anayasası, 1919 Almanya (Weimer) Anayasası, 1921 Yugoslavya Anayasası, 1923 Polonya Anayasası ve 1931 İspanya Anayasası insan hakları yönünden bu anlayış ile beraber ileriye yönelik büyük adımlar atmışlardır.[34]

Nitekim tüm bu büyük adımlar ile beraber teorinin sağladığı sosyal haklar İkinci Dünya Savaşı sonrası uygulamada yer alarak günümüze ulaşmışlardır. Demek ki sosyal haklar bakımından pozitif hukuk anlayışının dönemi de böylece başlamış bulunmaktadır. Kısaca ferdiyetçi anlayışın tabi hukuk ile olan evliliğinin sonucu olarak sosyal haklar anlayışı doğmuştur. Fakat henüz insan hakları bakımından bir sorun çözülememiştir. Acaba doğan bu anlayışın cinsiyeti ne olacaktır? Burada ferdi tanınan haklar şüphesiz gereklidir. Fakat bunların yanında sosyal haklarında bulunması gerekir. Çünkü tek başına yeterli kalamamaktadır. Kanaatimizce insan haklarının gerçek manada hürriyetin tadını verebilmesi aranıyorsa doğan bu cinsiyetin çağdaş olması gerekmektedir.

VII. ÇAĞDAŞ HÜRRİYET DÖNEMİ VE ANLAYIŞI

İnsan hakları tarihsel gelişmeler karşında yol kat ederken ferdiyetçi doktrin ve sosyal doktrin ile negatif haklar ve pozitif hakları bize tanıtmıştır. İnsanın kendisini hür hissedebilmesi ve hür olabilmesi için negatif ve pozitif hakların birbiri ile yarışmaması aksine birbirini tamamlaması gerekmektedir. Eğer pasif bir durum sosyal olarak desteklenip tamamlanabiliyorsa tam manası ile hürriyet var olacaktır. Kanaatimizce çıplak olan insan hakları çağdaş hürriyete bakış ile günümüzde giyinebilmiştir.

Ferdiyetçi doktrinin getirdiği kişi hürriyeti, kişi güvenliği, konut dokunulmazlığı, seyahat hürriyeti, din ve vicdan özgürlüğü ve haberleşmenin gizliliği gibi klasik haklar gereklidir anacak yeterli değildir. Bu hakların yanında sosyal haklarında tanınması gereklidir. Bununla birlikte sosyal haklarda tek başına hürriyet tanımamaktadır. Zira klasik hakları tanıyıp güvence altına almayan bir devlette de sosyal haklar tanınmış olsa dahi o devlet bakımından bir özgürleşme ve hürriyetten söz etmek mümkün değildir. [35] Örneğin, bireye tanınan bu klasik haklar ferdi bakımdan olsa bile devlet, aç birine ekmek vermiyorsa, hasta birini ücretsiz tedavi etmiyorsa, fakir birini okutmuyorsa, işsiz birine iş sağlamıyorsa, evsize kalacak yer sağalamıyorsa ve suçlu ile ceza hukuku bakımından mücadele etmiyorsa yani sosyal olma görevini yerine getirmiyorsa kağıt üzerinde kalan insan hak ve hürriyetinden söz etmek mümkün olmayacaktır ve devletin hürriyet taşıdığı veya sahip çıktığı da düşünülemeyecektir. Sonuç olarak çağdaş bakış bize sentez yapmayı öğretir. Yani birlikte ele alınmaya muhtaçlığı öğretir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

İnsan haklarının tarihsel gelişimini insanlığın kendini tanıması ile eski çağdan başlayarak günümüze kadar olan süreçte birbirinden kıymetli düşünürlerin fikirleri ile uygulama da görülen hallerini aktarmaya en azından anlatmaya çalıştık. Zamanın ihtiyaçları karşısında kendini korumaya almak isteyen insanlar veya iktidarlar kuralları benimsemeye veya dayatmaya çalışmışlardır. Bu sebeple her dönem yeni haklar ve yeni korunma gereksinimleri doğmuştur. Bireysel yani negatif haklar, pozitif haklar ile yani sosyal haklar ile birleşince karşımıza çağdaş bir dönem çıkmıştır.

İlkin geçen yüzyılda ortaya gerçek manada çıkan insan hakları, tarih sahnesinde bize ne yazık ki insanın insan olmasından kaynaklı olarak belli haklarının var olduğunu hissettirememiş tersine, bugüne karşı içinde yetiştiği tarihsel geleneklere karşı verilen savaşım ile ulaşmıştır. O halde insan hakları bir anneye doğum ile verilen hediye değildir. Yani doğanın bir hediyesi değildir. Tarih boyunca belli bir mücadele ve savaşım ile elde edilmiş bir ödüldür.

Sonuç olarak doğumla var olan haklarımızın, kendimiz kurmuş olduğumuz devletimiz tarafından korunması ve sosyalleşmesi ile haklarımız kültürümüz halini alacaktır ve kazanmış olduğumuz anda ve hak ettiğimiz de bizleri koruyacaktır. Aksi halde insanın insan olmasından dolayı değeri olmayacaktır ve sadece yazılı birkaç sözden ibaret kalan haklar menfaate hizmet edecektir.

(Bu köşe yazısı, Avukat Maşallah MARAL tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

KAYNAKÇA

Akkaya Ali, Gaziantep Üniversitesi, Roma İmparatorluğu’nun Yıkılışının Ardından Batı Avrupa’da Feodalitenin Kuruluşu Ve Feodal Yönetimden Mutlak Monarşiye Geçişin Fikri Ve Ekonomik Temelleri, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Yıl: 2019.

Akbay MUVAFFAK, Umumi Amme Hukuku Dersleri, Ankara, AÜHF Yayınları, 4.Baskı,1961.

Folscheid DOMİNİQUE, Felsefe Akımları, Dost Kitabevi, 2015.

Gözler KEMAL, İnsan Hakları Hukuku, Ekin Basım Yayın Dağıtım, Bursa, 2018.

Kapani MÜNCİ, Kamu Hürriyetleri, Ankara, AÜHF Yayınları, Bilgi Yayınevi,1987.

İNTERNET KAYNAKLARI

https://www.iktisatsozlugu.com/tr/nedir/ferdiyetcilik/1669 Erişim Tarihi:12.05.2020

------------------------------------------------------

[1] Gözler Kemal, İnsan Hakları Hukuku, Ekin Basım Yayın Dağıtım, Bursa, 2018, s.125.

[2] Kapani Münci, Kamu Hürriyetleri, Ankara, AÜHF Yayınları, Bilgi Yayınevi,1987, s.17-18.

[3] Gözler Kemal, a.g.e. s.125.

[4] Kapani Münci, a.g.e. s.18.

[5] Folscheid Dominique, Felsefe Akımları, Dost Kitabevi, 2015, s.33.

[6] Kapani Münci, a.g.e. s.18-19.

[7] Kapani Münci, a.g.e. s.18.

[8] Kapani Münci, a.g.e. s.20.

[9] Gözler Kemal, a.g.e. s.127.

[10] Amerika’nın 1492 yılında keşfedildiği tarihte orta çağın bitişi olarak kabul edilmektedir.

[11] Gözler Kemal, a.g.e. s.128.

[12] Gözler Kemal, a.g.e. s.128.

[13] Kapani Münci, a.g.e. s.23.

[14] Kapani Münci, a.g.e. s.23.

[15] Gözler Kemal, a.g.e. s.129.

[16] Kapani Münci, a.g.e. s.23-25.

[17] Akbay Muvaffak, Umumi Amme Hukuku Dersleri, Ankara, AÜHF Yayınları, 4.Baskı,1961, C.1,s.168

[18] Akbay Muvaffak, a.g.e. s.168.

[19] Kapani Münci, a.g.e. s.24.

[20] Kapani Münci, a.g.e. s.25.

[21] Akbay Muvaffak, a.g.e. s.168.

[22] Kapani Münci, a.g.e. s.26.

[23] Akbay Muvaffak, a.g.e. s.146.

[24] Akkaya Ali, Gaziantep Üniversitesi, Roma İmparatorluğu’nun Yıkılışının Ardından Batı Avrupa’da Feodalitenin Kuruluşu Ve Feodal Yönetimden Mutlak Monarşiye Geçişin Fikri Ve Ekonomik Temelleri, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Yıl: 2019, Cilt: 1, Sayı: 1, s. 118.

[25] Kapani Münci, a.g.e. s.28-30.

[26] Gözler Kemal, a.g.e. s.133-134.

[27] Gözler Kemal, a.g.e. s.132.

[28] Kapani Münci, a.g.e. s.30.

[29] https://www.iktisatsozlugu.com/tr/nedir/ferdiyetcilik/1669 Erişim Tarihi:12.05.2020

[30] Gözler Kemal, a.g.e. s.136.

[31] Gözler Kemal, a.g.e. s.135.

[32] Kapani Münci, a.g.e. s.49.

[33] Kapani Münci, a.g.e. s.50.

[34] Kapani Münci, a.g.e. s.50.

[35] Kapani Münci, a.g.e. s.54.