Genelkurmay Eski Başkanı İlker Başbuğ’un yargılandığı davanın ilk aşaması tamamlandı, ancak Yerel Mahkeme tarafından gerekçeli karar yazımı henüz tamamlanmadı. Başbuğ, “siyasi dava” olarak tanımlanan bir yargılamada “terör örgütü” yöneticisi sıfatı ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni cebir-şiddet kullanarak yıkmaya teşebbüs etmek suçundan yargılanıp mahkum oldu. Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile iki yıl çalışan, Milli Güvenlik Kurulu ve Yüksek Askeri Şura toplantılarına katılan, Ülkenin iç ve dış güvenliği ile ilgili alınan kararlara imza atan, bazılarının icrasını gerçekleştiren İlker Başbuğ’un terör örgütü yöneticisi olduğu halde nasıl fark edilemediği, hangi eylemleri sebebiyle Türk Ceza Kanunu m.312’de tanımlanan suçu işlediği ayrı bir tartışma ve değerlendirme konusudur. Bu yazımızda, İlker Başbuğ’un tutuklama tedbiri ile ilgili Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuruyu inceleyeceğiz. Başbuğ da aynı davada yargılanan Mustafa Balbay ve davaları Diyarbakır’da devam eden beş BDP’li milletvekili gibi tutuksuz yargılanmak istediği için, tutuklama tedbiri şartlarının ortadan kalktığı veya yokluğu ve tutukluluğunun uzun ve keyfi tutukluluğa dönüştüğü gerekçeleri ile Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulundu.
Aşağıda, meselenin yasal çerçevesi hakkında açıklama yapıp, ardından Başbuğ’un bireysel başvurusu ile ilgili kısa değerlendirmemizi sunacağız.
6216 sayılı Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un ”Esas hakkındaki inceleme” başlıklı 49. maddesinin 4., 5. ve 6. fıkralarına göre;
“(4) Mahkeme, incelemesini dosya üzerinden yapmakla birlikte, gerekli görürse duruşma yapılmasına da karar verebilir.
(5) Bölümler, esas inceleme aşamasında, başvurucunun temel haklarının korunması için zorunlu gördükleri tedbirlere re’sen veya başvurucunun talebi üzerine karar verebilir. Tedbire karar verilmesi halinde, esas hakkındaki kararın en geç altı ay içinde verilmesi gerekir. Aksi takdirde tedbir kararı kendiliğinden kalkar.
(6) Bölümlerin, bir mahkeme kararına karşı yapılan bireysel başvurulara ilişkin incelemeleri, bir temel hakkın ihlal edilip edilmediği ve bu ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağının belirlenmesi ile sınırlıdır. Bölümlerce kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz”.
6216 sayılı Kanunun “Kararlar” başlıklı 50. maddesinin 1. ve 2. fıkralarına göre;
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi halinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. Ancak yerindelik denetimi yapılamaz, idari eylem ve işlem niteliğinde karar verilemez.
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hallerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir”.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nden sonra Anayasa Mahkemesi de hak ihlallerinin durdurulmasında umut kapısı oldu. İyi de oldu, fakat Anayasa Mahkemesi yoğun iş yükünün altından nasıl kalkacak, işte bu nokta önemli.
Yukarıda aynen yer verdiğimiz hükümler, Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuruların esası ile ilgili vereceği ve bunun öncesinde alacağı zorunlu tedbir kararlarını düzenlemiştir.
Anayasa Mahkemesi, özellikle uzun veya keyfi tutukluluklarla ilgili başvurulara öncelik vermeli, mümkünse bu başvurularda gerekli tedbirleri almalı veya alınmasını ilgili yargı merciinden istemelidir. Masumiyet/suçsuzluk karinesi ile tutuksuz yargılanma hakkı ve makul sürede tutuklu yargılanma hakkını gözeten bu anlayış, hükümlülerin başvurularına aylar veya yıllar sonra bakılmasını da istemez. Anayasa Mahkemesi, başvuruların kabul edilebilirliği ve usul yönleri ile sistemi iyileştirip hızlandırmalı, esas yönleri ile de bir an önce emsal kararlar oluşturup, aynı veya benzer başvuruları kısa veya makul sürelerde sonuçlandırmalıdır. Amaç, adaletin hızlı tecelli etmesi ve haksızlıkların bertaraf edilmesidir.
Yakın gelecekte Anayasa Mahkemesi, esastan incelemeye almakla birlikte başvurucu lehine hemen sonuçlandıramayacağı veya hakkında emsal karar olmayan başvurularla ilgili duruşma yöntemini kullanmalı, bu yolla kişi hak ve hürriyetleri açısından önem taşıyan davaları tarafların katılımı ile sözlü tartışmaya açmalıdır. Bu usulün, hak ihlali iddialarının değerlendirilmesine ve Türk Hukuku’nun gelişimine katkı sağlayacağına inanmaktayız.
Bu arada; Türk Hukuku’nun bir sorunun da değişik hukuk sistemlerinden alınan müesseselerin hemen uyumlu hale gelememesi veya hukuk sistemimize uymaması olduğunu da ifade etmek isteriz. Bu sebeple, hukuk sistemimize uygun müesseseler kabul edilmeli ve bunların uyum kazanmasına sabır gösterilmelidir. Bunlardan bazılarını; hukuka aykırı delilleri kullanma yasağı, hükmün açıklanmasının geri bırakılması, denetimli serbestlik, ceza infaz kuralları ve Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı olarak sıralayabiliriz. Sürekli kanun değiştirmeyip, mevcut kural ve müesseseleri “hukuk devleti” ilkesi ışığında uyguladığımızda ve bunların içlerini boşaltmadığımızda, kamu kudretine dayalı yetkiyi keyfi veya aşırı kullanmayıp, hukukilik denetimini etkin kıldığımızda, yaşanan hukuki sorunlarda muhakkak azalma olacaktır.
Kimisi, Anayasa Mahkemesi’nin gerekli tedbirleri kendiliğinden alamayacağını, kimisi de doğrudan tedbir alma konusunda 6216 sayılık Kanunun 49. maddesinin 5. fıkrasının Anayasa Mahkemesi’ne yetki verdiğini düşünmektedir. Hangisi olursa olsun yeniden yargılama kararı verme yetkisi bulunan Anayasa Mahkemesi, elbette gerekli tedbirleri alabilir veya alınmasını ilgili yargı merciinden isteyebilir. Yüksek Mahkemenin esasla ilgili nihai kararı doğrultusunda yeniden yargılama yapmakla yükümlü olan, fakat Yüksek Mahkemenin görüşü doğrultusunda karar vermek zorunda olmayan yerel mahkeme, Yüksek Mahkemenin alınmasını istediği tedbirlerin gereğini ise yerine getirmelidir.
Kanaatimizce zamanla, Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararları kendiliğinden uygulanabilir, yani bunun için yeniden yargılama yapmaya gerek de kalmayabilir. Her konuda olmasa bile, özellikle hukuka aykırı tedbirlerin tatbiki ile ilgili Yüksek Mahkemenin hak ihlali tespiti kararları derhal yerine getirilmelidir.
Kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı sadece milletvekillerinin ayrıcalığı olmadığına göre, ilk aşaması biten davadan Yerel Mahkeme henüz el çekmediğinden, Başbuğ’un da kısa sürede tahliyesi yolunun açılacağı yönünde kamuoyunda bir beklenti olduğunu görmek mümkündür. Bununla birlikte Başbuğ’un başvurusunun bir farkı bulunmaktadır; o da, diğer başvurular sırasında daha duruşma safahatı devam ettiği halde, bu başvuru sırasında bu aşama bitmiştir.
Anayasa Mahkemesi; tutuklulukta makul sürenin hesaplanmasında sürenin başlangıcını, başvurucunun daha önce yakalanıp gözaltına alındığı durumlarda bu tarih, doğrudan tutuklandığı durumlarda ise tutuklama tarihi olarak kabul etmektedir. Sürenin sonu ise, kural olarak kişinin serbest bırakıldığı tarihtir. Ancak kişinin, tutuklu olarak yargılanmakta olduğu davada mahkumiyetine karar verilmiş ise mahkumiyet tarihi itibariyle de tutukluluk hali sona erdiği kabul edilmektedir (B. No: 2012/237, 02.07.2013, Paragraf: 66, 67). Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’da geçen süreyi tutukluluktan saymadığı yönündeki görüşünün Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerine uymadığını birçok defa vurgulamıştık. Çünkü sanıklık sıfatı ve kovuşturma aşaması, bir olağan kanun yolu olan temyiz incelemesinde de devam etmektedir. Ayrıca, azami tutukluluk sürelerini düzenleyen Ceza Muhakemesi Kanunu m.102’de de temyizde geçen tutukluluk süresinin hesaba katılmayacağına ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır.
Konuya dönecek olursak; Anayasa Mahkemesi, her ne kadar duruşma aşaması bitse de kendisine yapılan bireysel başvuru anında gerekçeli karar yazımı tamamlandığından bahisle işin esasına girip, yakın zamanda başvuruyu sonuçlandırabilir. Bizce, bu kadar uzun süre gerekçeli karar yazımının bitmemesi ve yargılama sürecinin uzaması sorunu bir yana, esasında Yerel Mahkeme davadan elini çekmiş, kararla birlikte cezanın ağırlığına göre devam ettirilen tutukluluğun incelemesi de kısa kararda ve sonrasında tanınan itiraz sürecinde tamamlanmıştır. Esasında tutukluluğu inceleme yetkisi, Ceza Muhakemesi Kanunu m.104/3 uyarınca Yargıtay’a bırakılmalıdır, fakat ortada gerekçeli karar olmadığından, yakın zamanda bu karar çıksa bile ilgililere tebliğ edilmesi, makul süre temyiz dilekçelerinin beklenip, sonrasında dava dosyasının Yargıtay’a gönderilip kayda alınması mümkün olabileceğinden, dava ile ilgili temyiz sürecinin ve dolayısıyla tutukluluğunun da uzayacağı tahmin edilmektedir.
Anayasa Mahkemesi, nev’i şahsına münhasır bu durumu nasıl değerlendirecek, bekleyip göreceğiz. Umarım Anayasa Mahkemesi, tutuklama tedbiri hakkında izlediği kısmi doğru yoldan ayrılmaz, uzun ve keyfi tutukluluğu sonlandıran kararları tüm bireyler yönünden ve kısa sürede vermeye devam eder. Çünkü tutuklama ile yargılamanın esası farklıdır. Ancak Yüksek mahkeme, ağır cezayı içeren ve hatta ağır mahkumiyet kararları ile biten davalara konu tutukluluklara müdahale edecekse, bu hak ihlali tespitlerini aynı hukuki duruma sahip herkes bakımından ve aynı inceleme süresinde yapmalıdır.
Kanaatimizce, eski özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde veya bu mahkemelerin kararları ile ilgili Yargıtay’da devam eden temyiz incelemelerine konu davaların görevsizlikle sonlandırılıp yeni yargılama yolunun açılabilmesi amacıyla, 6352 sayılı Kanunun geçici 2. maddesinin 4. fıkrasında yer alan yasal dayanağının kaldırılıp, 5 Temmuz 2005 tarihinden bu tarafa devam eden çifte standarda son verilmesi isabetli olacaktır.
Son söz; hukuk devletinin olmadığı, etkinliğinin azaldığı veya sözde kaldığı ya da kamu kudretini elinde tutan gücün, haklılığına veya haksızlığına bakmaksızın yapmak istediklerini kamuoyuna anlatabilmek ve kabul ettirebilmek amacıyla uygun zemin oluşturup koşulları hazırladığı, bunun için de basın ve yayın vasıtalarını kullandığı bilinen bir gerçektir ki, bunun adına “toplum mühendisliği” de denilmektir. Gücü elinde tutanlar, hukuka aykırı da olsa kendi menfaatlerine zarar vermeyip, hatta fayda sağlayan kişi ve yan güçlere ses çıkarmazlar, hatta destek bile verirler. Ne zamana kadar, bu yan güçler tarafından kamu kudretini elinde tutan güç rahatsız edilene veya tanınmamaya başlayana kadar. Bu andan itibaren, esasında bilinen veya var olan veya olmasa da var gibi gösterilen ya da ağırlıkları artırılan sorunlar dayanak gösterilerek, zemin ve koşullar hazırlanıp düğmeye basılır. Çünkü zamanında alması gereken önlemleri almayan veya alamayan kamu otoritesi, artık kendisi için bıçağın kemiğe dayandığı noktaya gelmiştir.
Otorite, hem kural ve hem de uygulamada değişikliğe gider. Bunu meşrulaştırmanın ve kamuoyu kazanmanın en önemli yolu ise, yine kamu kudreti gücü ile basın ve yayın vasıtalarından geçer. Çünkü kamu kudretini kullanan güç, yetkisini kimse ile paylaşmak ve kimseye de devretmek istemez. Hükümet dışı örgütler ise, yasama, yürütme ve idare ile yargı organlarının yetki alanlarına doğrudan müdahale edemezler. Sivil toplum örgütlerinin toplantıları, gösterileri, bu sırada ortaya koydukları eleştiri ve talepler, bunların Ülkenin siyasi, iktisadi, hukuki ve sosyal yapısı ile ilgisi olması başka, bir de bunlara sahip olup yön verecek şekilde müdahale edip harici yetki ve etkiye sahip olmak başkadır. Bu iki hususu birbirine karıştırmamak gerekir. Demokratik hukuk toplumu, “kuvvetler ayrılığı” ilkesi ile “meşru yetki kullanımı” esasına dayalıdır.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)