25 Eylül 2017’de yapılması hedeflenen Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) Irak’tan ayrılmaya ilişkin halkoylamasını gündemine alan Milli Güvenlik Kurulu’nun 22 Eylül 2017 tarihli toplantısından sonra yaptığı açıklama özetle şu şekildedir:

“IKBY’nin 25 Eylül 2017 tarihinde düzenleyeceğini açıkladığı referandumun gayrimeşru niteliği ve kabul edilemezliği bir kez daha belirtilmiştir. Tüm ikazlarımıza rağmen bu referandumun yapılması halinde Türkiye, ikili ve uluslararası anlaşmalardan doğan haklarını mahfuz tutar

(...)

IKBY yönetimi, vakit varken referandum kararından vazgeçmeye davet edilmiştir. Bu takdirde, Irak merkezi hükümeti ile IKBY arasındaki meselelerin görüşmeler yoluyla ve anayasal temelde çözüme kavuşturulması için Türkiye’nin elinden gelen katkıyı yapmaya hazır olduğu kaydedilmiştir. Kuzeyiyle birlikte tüm Irak’ın; Araplar, Kürtler, Türkmenler, Ezidiler, Keldaniler, Süryaniler ve diğer toplumsal gruplardan oluşan çoğulcu yapısının, ancak ülkenin toprak bütünlüğü temelinde korunabileceği belirtilmiştir”.

Açıklama genel olarak incelendiğinde, MGK’nın; IKBY ile Irak Hükümeti arasında Irak Anayasanı temel alan bir çözümü tavsiye ettiği, çoğulculuğun toprak bütünlüğü korunarak sağlanması için iki taraflı çalışmaları desteklediği, bunun da “self determinasyon” konulu yazılarımızda savunduğumuz görüşe uygun düştüğü görülmektedir. Konu ile ilgili MGK açıklaması olumludur.

"Referandumun yapılması halinde Türkiye ikili ve uluslararası andlaşmalardan doğan haklarını mahfuz tutar." ifadesi, bazı soruları beraberinde getirmektedir. Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulması halinde Kıbrıs’ta olduğu gibi bir tür garantörlük olup olmadığını, hangi ikili ve uluslararası andlaşmalardan kaynaklanan ne mahiyette haklarımızın bulunduğunu tespit etmemiz gerekir. Çünkü komşu ülkelerde gerçekleşecek bir parçalanma; yeni devletlerin kurulması, ırki, dini veya mezhebi yönlerden ortaya çıkabilecek ayrışma, bu kavramlar üzerinden alevlenecek bir milliyetçilik akımı, ister istemez bizi de içine alacak şekilde bölgeyi ateş hattına sokacak, ilerleyen aşamada ulusal güvenliğimizi ve toprak bütünlüğümüzü tehlikeye düşürecektir.

1- Türkiye ve Irak Arasında Andlaşmalar
Musul-Kerkük sorunu, 1923 Lozan Andlaşması’nda çözülememiş ve sonrasında 1926 yılında imzalanan Ankara Andlaşması ile İngiliz mandası altında bu yerler Irak topraklarında bırakılmış, ancak bölgede yaşayan nüfusun tabiyetlerini belirleme ve dilerlerse buna göre yer değiştirmelerini öngörmüştür. 1926 Andlaşması’nın bir devamı olan 1946 Andlaşması’nın 2, 3 ve 4. maddeleri ile bu sözleşmeye ekli Hudut Protokolü (6 numaralı Ek Protokol) önemlidir.

1946 Andlaşması’nın ilgili maddeleri:

Madde 2
Anlaşan Taraflar, birbirinin içişlerine karışmaktan kesin olarak kaçınma politikası gütmeyi taahhüt ederler.

Madde 3
Anlaşan Taraflar, kendilerinin ilgili oldukları, genel mahiyette milletlerarası meselelerde ve hususiyle bölgelik mahiyetteki meselelerde birbirleriyle danışmayı ve bu hususlarda güttükleri politikada birbirlerine Birleşmiş Milletler Andlaşması çerçevesi içinde tam bir yardım ve işbirliği sağ­lamayı taahhüt ederler.

Madde 4
Anlaşan Taraflar, Taraflardan birinin ülke bütünlüğüne veyahut hudut dokunulmazlığına karşı herhangi bir saldırma tehlikesi görüldüğünde veya saldırma yapıldığında Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın yetkili organına hemen haber vermeyi taahhüt ederler.

Hudut Protokolü’nün ilgili maddeleri:

Madde 1
Anlaşan Taraflar; iki memleket arasındaki hududun her iki yanında 75’er kilometrelik bir bölgede çıkacak ve hudut münasebetlerinin ahengini bozacak mahiyetteki her türlü olay ve anlaşmazlığın çözülmesini, bu Protokolde belirtilen şartlara göre sağlamak hususunda uyuşmuşlardır.

Madde 12
Yetkili hudut makamları hudut bölgesinde öteki tarafın rejimine veya güvenliğine karşı yönetilen eylemlerde bulunmak amacıyla bir veya birkaç şahıs tarafından hazırlıklar yapıldığını öğrendikleri takdirde hemen birbirlerine haber verecekler ve bu hususta elde edebilecekleri bütün bilgileri birbirlerine bildireceklerdir.
Adıgeçen makamlar, her ne mahiyette olursa olsun, ülkeleri içinde işlenen ve faillerinin öteki Tarafa sığınmaları imkanı bulunan bütün haydutluk eylemlerini karşılıklı olarak birbirlerine bildireceklerdir.
İki memleketten her birinin makamları gerek bu eylemlerin önüne geçmek, gerek faillerin hududu aşmalarını önlemek için bütün faydalı tedbirleri alacaklardır; bu hususta alınacak tedbirler lüzumunda hudut toplantılarında oybirliğiyle kararlaştırılacaktır.

Madde 13
İki tarafın biri kendi hudut bölgesinde güvenlik hareketlerine girişmeyi kararlaştırdığı takdirde lüzum görürse bunu hudut makamları aracıyla öteki Tarafa bildirecek ve bildirilen Taraf da bu hareketlerin başarılması için faydalı sayacağı bütün tedbirleri alacaktır.
Kararlaştırılan tedbirler bu iş için yapılacak hudut toplantısı tutanağına geçirilecektir.

1983’de Türkiye-Irak Sınır Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması ile sınır ötesi operasyonların önü açılmıştır.

Bu tespitler çerçevesinde; andlaşmalarda garantörlüğe yer verilmediği görülmektedir. Andlaşmalarda Türkiye ve Irak Devletleri arasında işbirliği öngörülmektedir. MGK açıklamasının “ikili andlaşmalar” kısmı; IKBY referandumundan bağımsızlık yönünde bir sonuç çıkması durumunda, IKBY’nin bağımsızlık ilanına karşılık iki Devletin birlikte hareket edeceği şeklinde yorumlanmalıdır. Andlaşmalarda garantörlüğün bulunmaması, bölgeye tek taraflı müdahale yapılamayacağı anlamına gelebilir. Ancak Irak ve Türkiye’nin; IKBY’nın olası bağımsızlık ilanı hakkında görüşleri birbiri ile uyumlu olduğundan, iki Devletin düzenleyeceği ortak bir operasyona herhangi bir engel yoktur. Bu tür bir müdahalede veya operasyonda, Uluslararası İnsancıl Hukuk ve İnsan Hakları hükümleri ilgili devletlerce gözetilmelidir.

2- Irak’ın toprak bütünlüğünün bir bağımsızlık ilanı neticesinde tehlikeye girmesi sonrası, Irak ile andlaşmalarımızın artık geçerli olmadığı gibi bir tavır takınmamız, IKBY’nin zımnen tanınması anlamına gelebilir. Bağımsızlık ilanından sonra dahi, mümkün olduğu kadar tüm siyasi, iktisadi ve askeri adımların, Irak Hükümeti ile mutabakata varılmak suretiyle atılması isabetli olacaktır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal güvenliği veya toprak bütünlüğü gerçek ve yakın veya kaçınılmaz tehlike riski ile karşı karşıya kalırsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisini koruyup kollama hakkı doğacaktır.

3- Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın 51. maddesine göre; “Bu Andlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birisinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya kadar, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyine bildirilir ve Konseyin işbu Andlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez”.

IKBY’nin bağımsızlık ilan etmesinin, tek başına Türkiye’nin meşru savunma hakkını kullanması için yeterli olmayacağı görüşü ileri sürülebilir. Bu görüşe göre; IKBY tarafından silahlı bir saldırı olması durumunda, saldırıya uğrayan devlet meşru savunma hakkını kullanabilir.

Saldırı tehlikesi, BM Andlaşması m.51’in tatbiki için yeterli midir? Yakın ve somut bir saldırı tehdidi karşısında ilk saldıran taraf olmanın, meşru savunma kapsamında değerlendirilemeyeceği söylenmektedir. Her ne kadar Amerika Birleşik Devletleri “savunma saldırısı” kavramını İkinci Körfez Savaşı’nda uygulamış ve bunun Uluslararası Hukuka uygunluğunu iddia etmişse de, bu görüş birçok devletçe kabul görmemiş ve Irak’ın toprak bütünlüğüne bir saldırı olarak nitelendirilmiştir. Bir an için savunma saldırısının ABD dışında kalan yabancı devletler tarafından kabul edildiği varsayıldığında dahi, Türkiye’nin İkinci Körfez Savaşı’nda benimsediği politikanın, Türkiye’nin bu doktrini IKBY’nin bağımsızlık ilan etmesi halinde kullanmasını engelleyebileceği ve böyle bir yaklaşımın dış politikada belirgin bir tutarsızlığa neden olabileceği ileri sürülebilir. Ayrıca; Uluslararası Hukukta BM Andlaşması m.51’in yalnızca yabancı devletlere karşı kullanılabileceğini savunan bir görüş de mevcuttur, yani meşru savunma tezi ile Irak’a değil de bu bölgede bulunan ayrılıkçı güçlere karşı askeri hamle yapılması da, bir anlamda bu ayrılıkçı gücü zımni tanıma olarak nitelendirilebilecektir.

Bununla birlikte; Türkiye Cumhuriyeti’nin güney ve doğu illerini yakından ilgilendirecek şekilde ve özellikle ulusal güvenliği ile toprak bütünlüğünü tehdit eden Irak ve Suriye sorunları, Türkiye Cumhuriyeti’nin teyakkuzda olmasını zorunlu kılmaktadır. Her ne kadar her devletin iç sorunları ve toprak bütünlüğü ilk bakışta kendisini ilgilendiren iç meselesi gibi gözükse de, parçalanma riski altında bulunan devletin, yani Irak’ın, yardım istemesi halinde önlemler almamıza bir engel yoktur.

Bir diğer görüşe göre; hazırlıklı olmak yetersizdir, somut iç meselenin özelliklerinin komşu devletin güvenliği ile toprak bütünlüğünü tehdit etmesi veya tehlikeye düşürmesi halinde, parçalanma riski ile karşı karşıya kalan devlet talep etmese bile, komşu devletin kendisine yansıması kaçınılmaz olan bir tehdide karşı aktif veya pasif önlemler almasına engel yoktur. Aynı görüş, Uluslararası Hukukun hiçbir kuralının bir devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü tehdit eden unsurlara ve faaliyetlere karşı koymasını engelleyemeyeceğini savunur. Duygusal veya siyasete dayalı görüşlerin de koşulsuz desteklenmesi isabetli değildir.

Şöyle ki;


Türkiye, her devlet kadar kendisini savunma hakkına sahiptir; ancak Uluslararası Hukukta savunma, saldırı anlamına gelmez. Türkiye Cumhuriyeti’nin güney ve doğu sınırlarını güçlendirmesinde, olası bir saldırıya karşı tatbikatlar yapmasında, sınıra ilişkin Irak Hükümeti ile anlaşarak farklı idari düzenlemeler benimsemesinde hiçbir sakınca yoktur. 1946 Andlaşması’nın ilgili hükümlerinin Irak'a sınır güvenliği konusunda bizimle işbirliği yapma ödevi yüklediği, sınırımızı 1983 Andlaşması uyarınca sınırötesi operasyonlarla dahi koruyabilme imkanına sahip olduğumuz gerçekleri karşısında, daha kapsamlı (daha derine), sözde bağımsız bir yönetime askeri bir operasyon yapılabileceğinin ima edilmesi, gerek şiddet kullanma yasağına aykırı ve gerekse BM Andlaşması m.51 ile uyumsuzdur. Diplomatik çözümler tüketilmeden, siyasi ve iktisadi önlemlerde soruna çözüm aranmadan, doğrudan askeri adımlar atılması, BM Andlaşması’nın ruhuna aykırı olacaktır; zira BM Andlaşması’nın “Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Eylemi” başlıklı 7. Bölümü, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasına benimsenecek politikaları, durumun özelliklerine göre tüketilmesi gereken diplomatik önlemlerden askeri müdahaleye doğru sıralamaktadır.

IKBY’nin, Türkiye topraklarını da kapsayacak doğrudan veya dolaylı bir bağımsızlık çağrısı veya eylemi varsa, mesele sadece Irak’ın ve bizim Irak sınırımızın güvenliği ile ilgili olmayacak, toprak bütünlüğümüzü tehlikeye düşüren bir durumla karşı karşıya kalınacaktır. Ancak bu durum yoksa, mevcut andlaşmalara göre askeri müdahale ve operasyon haklılık kazanamayabilecektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bunu gözeterek, hukuki bir cevap bulması gerekmektedir. Hukukiliğin diplomasiden geçtiği aşamada, askeri müdahale ilk seçenek olmamalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin duygusal yaklaşımlardan sıyrılıp, siyasetini hukuki bir zeminde yürütmesi gerekmektedir. Kendi nüfusumuzun bir kısmının IKBY’nin bağımsızlığına olumlu yaklaşma riskini gözardı ederek, henüz hukuki açıdan olgunlaşmamış bir askeri müdahalenin ulusal güvenliğin korunması yerine daha büyük bir tehlikeyi gündeme getirebileceğini dikkate almalıyız.

Esas olan; güçlü olmamız, sınırlarımızı, ulusal güvenliğimizi, toprak bütünlüğümüzü korumamız, komşu ülkeden gelebilecek her türlü riski bertaraf etme ve cevap verme kabiliyetine sahip olmamız, bunu da gerektiğinde herkese gösterebilmemizdir.

4- Tüm bu açıklamalar ışığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin benimsemesi gereken yaklaşım;


a. Irak’ın bir bölgesini kapsayan ve diğer yerler ile vatandaşları dışlayan bir referandumun hukuki geçerlilik taşımayacağını ortaya koymak,

b. Olası bir bağımsızlık ilanından sonra IKBY’yi açık veya zımnen tanımamak,

c. IKBY’nin yabancı devletler tarafından tanınmaması için güçlü bir uluslararası politika izlemek,

d. Sınır güvenliği konusunda Irak ile IKBY’nin cebir ve şiddet içeren yöntemlerine karşı işbirliği yapmak,

e. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasına odaklanarak IKBY ile Irak’ın çoğulcu bir yönetimde anlaşmaları için her türlü diplomatik desteği sağlamak,

f. Kendi içerisinde de özellikle Kürt nüfus düşünülerek çoğulcu bir yönetimin tatbik edildiğinden emin olmak, edilmiyorsa bu yönde somut adımlar atmak,

g. Tüm bunların öncesinde Irak’ın ve Suriye’nin parçalanmasının önüne geçmek, komşu devletlerin toprak bütünlüğünü savunmak, bu Devletlerin meşru hükümetlerince talep edilen yardımlara, kendi ulusal güvenliğini ve toprak bütünlüğünü tehlikeye düşürmeyecek şekilde cevap vermek, komşu devletlerden kaynaklanan tehditlerin gerçek ve yakın veya pek muhtemel hale dönüşmesi durumunda gerekli önlemi almak olmalıdır.

Prof. Dr. Ersan Şen
Stj. Av. Fatma Betül Bodur


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)