İnsan, bedenine mahkûm bir varlıktır. Bütün bir hayatı, bedeni üzerinden tecrübe ederek kendi bedeninin işleyişine göre anlamaya çalışır. İnsanın bedenine mahkûm olması kaçınılmaz olarak önce insanın diline, sonra da kültür ve kurumlarına sirayet etmiştir. Bunun için insan en karmaşık toplumsal meseleleri, mesela adalet, eşitlik, özgürlük gibi en hayati kavramları dahi kendi bedeni üzerinden anlamaya çalışır.
Ben de geçtiğimiz yıllarda adalet hakkında çalışırken adalet ile sağlık arasında bu tarz analojiler kurulabileceğini fark ettim. Çünkü adalet de sağlık gibi insanın ancak yokluğunda fark edebileceği negatif bir kavramdı. Ve yine toplumdaki adalet mekanizmaları bu manada insan vücudundaki bağışıklık sistemiyle anlamlı benzerlikler gösteriyordu. Bugün bu metinde toplum ile insan bedeni arasındaki analojileri, toplumsal meselelerimizi anlamakta ve onların çözümünde bize nasıl rehberlik edebileceğine dair bir düşünme egzersizi yapmayı deneyeceğim.
Bilindiği üzere Darwin’in evrim teorisinin 19. yy’daki sosyal bilimlerdeki etkisinin bir sonucu olarak organizmacılık veya organizma olarak toplum görüşü bir dönem teoride çok hakimdi. Bu yaklaşıma göre toplumlar aynı bir organizma gibi doğup, büyüyüp gelişip hastalanarak ölüyordu. Aradan geçen zaman içinde organizmacı görüş her ne kadar sosyal bilimlerde o ilk zamanlardaki etkisini kaybetmiş olsa bile organizma metaforu hala toplumun işleyişini anlamakta verimli bir araçtır.
O halde gelin bu organizma metaforunun ilham verici imalarından faydalanmayı deneyelim.
Önleyici adalet makalemde (https://www.hukukihaber.net/onleyici-adalet) adaleti sağlıkla ilişkilendirip önleyici tıbbın, hukuka, adaletin tesis edilmesinde yol gösterebileceğini fark etmiş ve önleyici tıbba benzer bir önleyici adalet anlayışı yaklaşımı önermiştim. Aynı tıptaki işleyişe benzer şekilde bu önleyici adalet yaklaşımı da haksızlık ortaya çıktıktan sonra hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan adaleti gerçekleşmiş gibi göstermenin yollarını aramak yerine, daha en baştan insanlar arasında ihtilafın çıkmaması için çabalamak anlamına geliyordu.
Toplumlar insan sermayesini, hükümetler kamu bütçesini bozulan sağlığın tedavisi yerine sağlığın daha en baştan bozulmaması için önlemler almaya hasrediyor. Çünkü bunun çok daha büyük bir bireysel ve kamusal menfaate karşılık geldiğini anlamış durumdalar.
Hâlbuki hukuk söz konusu olduğunda eski alışkanlıklarımızdan, hukuktan ve iktidardan eski beklentilerimizden vazgeçmemiz gerektiğini bir türlü kabul edemiyoruz. Mevcut hukuk sistemi durmadan gündeme gelen adalet reformu tasarılarıyla mekanizmanın işlemediğini bizzat kendisi kabul ediyor. Üstelik belirttiğimiz gibi bu eksik ve kusurlu işleyen mekanizma iyi işlediği durumlarda bile sadece tekil adaletsizlik vakıalarında belli bir tatmin duygusunun yaratılmasından başka bir şeye hizmet etmiyor. İnsanlık tarihi çoktan hukukun ve cebren icranın, yeni haksızlıkların ortaya çıkmasını engellemediğini ispatlamış durumda.
O zaman hukukun adaleti nasıl tesis edeceğini araştırmalarımızın odağından çıkarıp bu ihtilafların sosyolojik ve psikolojik köklerine bakmamız gerekiyor. Bu, önleyici tıbba benzer bir önleyici adalet anlayışına karşılık gelir. Önleyici adalet haksızlık ortaya çıktıktan sonra hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan adaleti gerçekleşmiş gibi göstermenin yollarını aramak yerine daha en baştan insanlar arasında ihtilafın çıkmaması için çabalamak demektir. Önleyici adalet adım adım hedefine ulaşırken merkezileşmiş gücün elindeki en büyük koz olan ancak güç sayesinde adaletin tecelli ettirilebileceği düşüncesini yıkarak gücü/iktidarı mümkün olan en küçük parçalarına ayırarak onu gerçek sahipleri olan bireylere iade eder.
Tıpkı hastalık şikayetinin olmamasının sağlıklı olunduğuna işaret etmesi gibi haksızlık şikayetinin olmaması da o toplumun gayet adil olduğunu gösterebilir. Bu nedenle değerini ve önemini adaletsizlikten almayan, var edilmek için bozulmaya ihtiyaç duymayan bir adalet anlayışına yönelmemiz gerekir. O vakit adaleti bozulduktan sonra gecikmiş ve eksik olarak tesis etmeyi vaat etmek yerine, bakış açımızı değiştirerek artık adalet meselesinde içine düştüğümüz kısırdöngüden nasıl kurtulabileceğimize yoğunlaşmalıyız.
SİSTEMİN İYİLEŞTİRİCİ ADALETİ
Hiçbir beden, hiçbir sistem ve hiçbir toplum mükemmel değildir. Bir sistemin gücü daima kusurları tolere edebilmesinde yatar. Mesela insan vücudu küçük hataları telafi eden mekanizmalara sahiptir. Örneğin yara iyileşmesi sırasında vücut eksik dokuyu tamamlamak için çalışır. Yahut görme yetisini kaybettiğinde insan bedeninin diğer yetileri, mesela duyma veya koku alma duyuları normalden fazla gelişir. Aynı şekilde bir toplumda da hatalar ve kusurlar olduğunda sistemin bütününü tehdit etmediği müddetçe bunların sistemin kendi iç dinamikleri vasıtasıyla tolere edilebileceğini bilmek önemlidir. Bu tolerans hiç kuşkusuz toplumun bağışıklık sistemini güçlendirir ve dayanıklılığını arttırır. Beden her sorunu çözmeye çalışmak yerine kusurlarla yaşamakta ustalaşmıştır. Örneğin küçük bir hasar durumunda vücut tüm sistemi kapatmak yerine o hasarlı kısmı izole eder ve olağan işleyişine devam eder. Nitekim hekimler de bu tip durumlarda ciddi müdahalelerde bulunmaktan kaçınmayı salık verirler. Çünkü sistemi tehdit etmeyen bir kusurun giderilmesi için vurulacak neşter beklenmedik bambaşka ciddi komplikasyonlar yaratabilir. Toplumlar da buna benzer şekilde tüm sorunlarını çözmeye çalışmak yerine aslında tolere edebileceği sorunlarla yaşamayı öğrenmelidir. Çünkü yaşamak daima kusurlarla yaşamaktır. Kusursuzluk ancak hiç doğmamış olanlara has bir meziyettir.
Ortalama bir bedenin hayatını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu kalori miktarı ortalama 2500’dür. Vücut beslenme yoluyla bu kalorileri aldığında organlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan her bir organa ihtiyacı kadar kaloriyi dağıtır. Bunu yaparken önceliği herhangi bir iltimas ya da kayırmacılık değil aksine o organın bedene verdiği katkı ölçüsündeki ihtiyacıdır. Kuşkusuz beyin en çok kaloriyi alır. Ama beynin aldığı kalori ile bacak kaslarının aldığı kalori arasındaki fark da büyük bir uçurum değildir. Toplumların insan vücudundan öğreneceği en önemli ders de bu olsa gerektir: Toplum içerisindeki gelir dağılımının adil olması.
Mesela yine kalp kan pompalarken bedenin ihtiyaçlarını gözettiği için bedenin bütün işleyişini hiç aksatmayacak şekilde vücudun her yerine her organın ihtiyaç duyduğu kadar kan pompalar. Eğer aksi şekilde olsaydı kan vücudun sadece bir yerinde pompalanıp orda toplansa vücudun kan gitmeyen diğer bölgelerinde hayat dururdu. Buna benzer şekilde toplumlar da üreterek var ettikleri zenginliklerini toplumun bütün katmanlarına eşit ve adil olarak yaymayı başaramazlarsa yani zenginlik toplumun belli sınıflarında toplanıp geri kalanların payına yoksulluktan başka bir şey düşmezse o toplumda da toplumsal hayat felce uğrayacaktır. İşte bu yüzden toplumsal adalet de, aynı bütün vücuda kan pompalayan kalp gibi “ata ot, ite et” vermeyi gerektirir.
İnsan vücudu ihtiyacından fazla enerji aldığında sermaye birikimine giden bir tüccar gibi bunu yağ olarak depolar. Ancak bu depolamanın bir sınırı vardır. Aşırı yağ birikimi organların işleyişini sekteye uğratır ve genel sağlığı tehdit eder. Benzer şekilde bir toplumda da mülkiyetin ya da kaynakların birikimi denge içinde olmalıdır. Tıpkı vücudun belli bir bölgesinin aşırı yağlanmasında olduğu gibi toplumsal zenginlik ve artı değer de toplumun belirli bir kesiminde toplanırsa aşırı yağlanmanın yarattığı sağlık sorunlarına benzer şekilde o toplumda da bir grubun çoğunluk aleyhine zenginleşmesi toplumsal eşitsizliğe yol açacak ve toplumun sağlığını tehdit edecektir.
İnsan vücudunda yanlış beslenme, aşırı yemek ve hareketsizlik uzun vadede kas kaybına yol açar ve bir sistem olarak vücudun genel sağlığının bozulmasına neden olur. Toplumda da kötü ekonomik politikalar ya da son kullanma tarihi geçtiği için yozlaşmış gelenekler hem sistemin işleyişini zayıflatır hem de sistemi krizlere karşı daha savunmasız hale getirir. Fakat insan vücudunun da toplumlar gibi bir belleği vardır. Bu sayede beden geçmişte yapılan spor ve egzersizlerin izlerini kas hafızasında saklar. Bu nedenle uzun süre ara verdikten sonra insan yeniden spor yapmaya başladığında vücut eski formuna hızla dönecektir. Toplumlar da geçmişlerinde güçlü bir ekonomik altyapıya ve hukuk geleneklerine sahiplerse kriz dönemlerini kolayca atlatarak hızlıca toparlanabilirler. Çünkü iyi bir yasal altyapıya sahip olan toplum ekonomik kriz esnasında gerekli düzenleyici mekanizmaları, tıpkı hastalık karşısında antikor pompalayan bağışıklık sistemi gibi hızla devreye sokabilir. Ayrıca eğitim ve kültürel miras da tıpkı aşı gibi toplumların kriz dönemlerinde daha dirençli olmalarını sağlar.
İnsan bedenini bir bütün olarak kavramak toplumu da holistik bir yaklaşımla ele almaya yarayabilir. Bu sayede toplumsal meselelerle ilgili düzenlemelerin birbiriyle uyumunu sürekli göz önünde bulundurabiliriz. Eğer bu holistik yaklaşımı toplumsal meselelerimiz üzerine düşünürken ihmal edersek ne kadar iyi niyetli hareket edersek edelim bir toplumsal sorunu çözmeye çalışırken toplumsal yapının bir başka veçhesinde yeni sorunlar yaratabiliriz. Mesela tıpta kanseri tedavi etmek için kullanılan kemoterapi kanserle beraber bağışıklık sistemini çökertebilir. Buna benzer şekilde asgari ücret artışından, tarım ve imar politikalarına kadar pek çok düzenleme çıkarıldıkları anda belirli bir grubun sorunlarını çözse bile bütçeyi zorlayarak veya diğer sosyal politikalarla çelişerek sistemin genel dengesini bozabilir. Ya da kortizon tedavisi bir hastalığı geçici olarak tedavi ederken yan etkileriyle başka organlara zarar verebilir.
Mesela hukuk dünyasının söyleminde ceza adaleti sık sık dillendirilse de aslında ceza yargısının işlevi hiçbir zaman adaletin tesisi olmamıştır, olamaz da. Çünkü mağdur çoğu zaman verilen karardan hoşnut değildir. Failin verilen cezadan daha fazla acı çekmesini ister. Ama hukuk bir kez araya girmiş, onu kendi arzusunu gerçekleştirmekten men etmiştir. Mağdurun perspektifinden bakıldığında ceza adaleti aslında bir tür kortizon tedavisidir. Ceza adaleti mağdurun öfkesini ve intikam duygusunu onu korkutarak bastırır ve taraflar arasındaki çatışmayı sadece yapay bir şekilde sonlandırabilir.
Bir sorunu çözmekle bir sorunu hasıraltı etmek arasındaki fark kadar keskin bir fark da kalıcı çözümler ile palyatif çözümler arasında vardır. Mesela diş ağrısını geçici olarak dindirmek için ağrı kesici kullanmak dişteki çürüğü tedavi etmez, sadece uyuşturduğu için sorunu ortadan kaldırmaz ve uzun vadede daha büyük ağız sağlığı sorunlarına yol açabilir. Buna benzer şekilde gelişigüzel çıkarılan vergi afları da kısa vadeli ekonomik rahatlama sağlasa bile adalet duygusunu zedelediği için uzun vadede vergi ödeme alışkanlıklarını olumsuz etkiler ve sistemde daha büyük bir sorun yaratır.
Çok eski dönemlerden beri denilir ki her şeyin aşırısı zarardır. Dozunda kullanıldığında faydalı olan ilaç doz aşımında artık bir zehirdir. Sağlıklı yaşamak için vücuda yapılacak aşırı bir vitamin takviyesi vücutta toksik birikime neden olur ve doğal dengenin işleyişini sekteye uğratır. Benzer şekilde daha adil ve daha eşit bir toplum yaratma teşebbüslerinde de aşırı sosyal yardımlar bireylerin kendi potansiyellerini kullanmasını engelleyerek uzun vadede bağımlılık yaratabilir. Bu yüzden bu tür politikalar daima dozunda olmalı ve bireylerin üretkenliğini arttırmayı hedeflemelidir. Nasıl ki vücutta gereğinden fazla enerji depolamak yağlanmaya ve metabolik hastalıklara neden olur, popülist politikalar da kısa vadede toplumun belli kesimlerini tatmin etse bile uzun vadede kesinlikle kaynak israfına ve ekonomik dengesizliğe yol açacaktır.
Otoimmün hastalıklarda gördüğümüz üzere bağışıklık sisteminin vücudun kendi dokularına saldırması vücudu içeriden yıpratır. Toplumsal otoimmün sisteminin çökmemesi ve toplumun yasalar yoluyla kendini içeriden yıpratmaması için bir kanunun başka bir kanunla çelişmemesi şarttır. Sistemin kendi işleyişine zarar vermemesi için mutlaka yasaların uyumla çalışması sağlanmalıdır.
Toplumda kuraların işlemediği ya da anlamını kaybettiği durumlar bağışıklık sisteminin kanser hücrelerini kontrol edememesine benzer. Anomi toplumsal hayatı işleten çarkları yağlayan toplumsal değerlerin kaybolduğu ve yerlerine yenilerinin koyulamadığı bir boşluğu ifade eder. Tıpkı kansere yakalanmış bir vücutta sağlıklı hücrelerin yerini kontrolsüz büyüyen hastalıklı hücrelerin alması gibi toplumda da yozlaşma ve hukuksuzluk her yere yayılarak düzeni bozar. Bu tür bir toplumsal hastalıkla mücadele edebilmek için adaletin yalnızca cezalandırıcı değil, aynı zamanda önleyici ve yapılandırıcı bir rol de oynaması gerekir.
Vücudun tüm parçalarını birbirine bağlayan devasa bir iletişim ağı olan sinir sisteminin toplumdaki muadili bireyler ve kurumlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar ve normlardır. Sinir sistemi düzgün çalışmadığında, yani emir komuta zinciri bozulduğunda vücutta kaos oluşur. Ve organlar iş göremez olur. Aynı şekilde toplumsal aidiyetler zayıfladığında toplumu bir arada tutan toplumsal bağlar işlevini yitirir, yani toplumsal aidiyetler zayıfladığında toplumda da bir kaos yaşanır ve toplumsal hayat felç olur. Aynı bedenimiz gibi toplumun da kurallara ve değerlere dayalı sağlıklı bir iletişim ağına ihtiyacı vardır.
Hormonların eksiklik ya da fazlalıklarına göre bedende gördükleri fonksiyon ya da yol açtıkları sorunlara benzer şekilde toplumda da çatışmanın, uyumun ve rekabetin az ya da çok olması da toplumun ekonomik ve politik işleyişinde pek çok soruna yol açar. İnsanlar gündelik hayatta harekete geçebilmek için çoğunlukla belli bazı güdülere ihtiyaç duyarlar ve bu güdüler genellikle rekabet veya çatışmayı doğurur veya onlardan etkilenir. Doğanın ve bedenin genel işleyişindeki çatışma yasası insanın toplumdaki eylemlerini de belirler. Fakat bunun anlamı çatışmanın ve rekabetin en üst seviyeye çıktığı durumda insan etkinliğini ve refahının da en üst seviyeye çıkacağı değildir. Nasıl ki vücudu harekete geçiren hormonlar aşırı salgılandıkları takdirde bedeni yıkıma götürüyorsa bu hormonların toplumsal hayattaki karşılığı olan çatışma ve rekabette belli bir düzeyi aştıktan sonra toplumu yıkabilir.
Kan hücreleri, beyin başta olmak üzere sistemin kusursuz işleyebilmesi için bütün organlara gerekli oksijen ve besini taşır. Beyne ihtiyaç duyduğu kadar oksijen taşınmadığı takdirde bütün sistem bir anda felç olabileceğinden damar tıkanıklığı vücuttaki pek çok sağlık sorununun temel sebebidir. Ekonominin iyi işlediği bir toplumda tıkanan damarlar hukuk sistemine yeteri kadar oksijen taşımıyorsa yahut tam aksine gayet iyi işleyen bir adalet sisteminde toplumun ekonomisinin damarları tıkandıysa, yani idamesi için gerekli olan üretim sağlanamıyor ve piyasalar hareketlenmiyorsa gayet sorunsuz görünen kurumlarıyla birlikte bütün bir sistem krize girebilir. Bir toplumun sosyal, ekonomik ve hukuki yapısının oksijen devinimi yetersizse, damar tıkanıklığının insan bedenini hasta etmesine benzer şekilde o toplum da sağlıklı bir şekilde varlığını devam ettiremez.
Bir davet: Beden sağlığı metaforunun toplumsal adalet için söyleyeceği çok şey var. Yukarıda belli başlı bazı örneklere yer verdik. Ancak konunun uzmanlarının kurabileceği başka ilişkilerin adalet hakkında düşünmek ve konuşmak için fırsat sağlayacağını düşünüyorum. Kuracağınız analojiler üzerine düşünmek hiç şüphesiz çok keyifli olacak.