Ceza toplumsal düzenin sağlanması ve gelişmesi amacıyla suç işlemekten kaçınmayı sağlamaya yönelik bir tepkidir. Her suçun koruduğu bir hukuki değer bulunmakta olup ceza ile bu hukuki değerlerin korunması amaçlanmaktadır. Ceza adalet sisteminde hangi eylemlerin suç olduğu ceza kanunlarında belirlenmiş olup ceza kanunun suç olarak belirlediği eylemler gerçekleştiğinde yargı organları tarafından ceza muhakemesine egemen ilkeler ışığında kollektif bir çalışma sonucunda fail/failler cezalandırılarak sistemin devamı sağlanmaya çalışılır. Cezanın işlenen suç karşılığı olması, şahsi olması, kusura dayalı olması, insanlık onuruna yakışır olması ve hukuki olması şarttır.

Ceza sorumluluğunun tarihi boyutuna bakıldığında bu noktaya çeşitli aşamalardan geçilerek ulaşıldığı görülmekte ve bunun ceza sorumluluğunun sübjektifleştirilmesi sürecinin bir sonucu olduğu tartışmasız kabul edilmektedir. Bu gelişim içinde kusurluluk sorununun ceza hukukunun kader sorunu olduğu yaklaşımı geçerliliğini daima korumuştur[1].

Gerçekten ceza hukukunda kusurluluk unsurunun geçirdiği aşamalara bakmak ve değerlendirmek, aynı zamanda ceza sorumluluğunun gelişimini değerlendirmek anlamına gelmektedir[2].

Ceza hukuku tarihi, ceza sorumluluğunun çeşitli aşamalardan geçtiğini ortaya koymaktadır. Bu aşamalar şunlardır:

a) Başkasının fiilinden sorumluluk,

b) Objektif sorumluluk,

c) Kişilik yönünden sorumluluk.

d) Kusurlu sorumluluk,

a- Başkasının Fiilinden Sorumluluk

Başkasının fiilinden sorumluluk halinde, kişi gerçekleşmesine hiçbir nedensel katkıda bulunmadığı, tamamen başkaları tarafından gerçekleştirilen bir fiilden sorumlu tutulmaktadır. Başkasının fiilinden sorumluluk, ”henüz devlet ceza hukukunun ortaya çıkmadığı çok eski dönemlere özgü olan ve kişiyi ulus veya kabile biçiminde belirtilen yegâne sosyo-politik gerçekliğin bir unsurundan ibaret sayan bir anlayışın ürünü“ olarak ifadesini bulmaktadır[3].

Eski dönemlerde ceza hukukunda kolektif bir sorumluluk kabul edilerek, grup içinden herhangi birisi suç işlese bile grubun tamamı sorumlu tutulup, aynı şekilde cezalandırılmıştır. Kolektif sorumluluk usulünden sonra “Sayma Usulü“ diye isimlendirilen bir sorumluluk anlayış kabul edilmiş olup, bu usulde grubu oluşturanlar sıraya dizilip sayma yolu ile örneğin; onar onar sayılarak, yalnız onuncular cezalandırılmıştır[4].

Ayrıca çocukların işlediği suçlardan dolayı babanın veya bunun tam tersi babanın işlediği suçlardan ötürü çocukların cezalandırılması biçiminde yahut ailenin veya kabilenin bir üyesinin işlediği suçlardan ötürü tüm ailenin veya kabilenin yahut aile veya kabile reisinin sorumlu tutulması biçiminde kendisini gösteriyordu[5].

Ceza sorumluluğunun bu türünün kesin olarak terk edilmesi uluslararası anlaşmalardan ifadesini bulmuştur. Nitekim savaş zamanında sivil kişilerin korunmasına dair 1949 tarihli Cenevre sözleşmesinde, “hiç kimse kendisinin işlemediği bir suç nedeniyle cezalandırılmaz” ve ”terörizm veya baskı, tehdit şeklindeki her tür kolektif ceza yasaklanmıştır”, hükümlerine yer verilmektedir.[6]

Türk hukukunda bu tür sorumluluğun geçerlilik kazanmasına Anayasamızın 38.maddesinde, “ceza sorumluluğu şahsidir“ denilerek engel olunmuş olup, aynı doğrultuda olmak üzere 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 20.maddesi de “ceza sorumluluğu şahsidir. Kimse başkasının fiilinden sorumlu tutulamaz” hükmünü içermektedir.

Ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesini, sadece fiilin faile ait olması ve kişinin kendine ait bir fiilin sonuçlarından sorumlu tutulması biçiminde anlamak, kişi hak ve özgürlükleri açısından yeteri bir güvence teşkil etmez. Bu ilkeyi ayrıca, kusurlu ve hukuka aykırı bir fiilin faile ait olmasını içerecek şekilde yorumlamak zorunluluğu vardır. Günümüzde ceza hukukunun temel özelliği, kusurlu fiilinden dolayı sorumluluğun söz konusu olmasıdır. Ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesinin, “kusursuz sorumluluk olmaz” ilkesinin sağlamlaştırılmasında etkili bir işlevinin bulunması, ilkenin “sadece kendi kusurlu eyleminden sorumlu olma” biçiminde anlaşılmasına bağlıdır[7].

b- Objektif Sorumluluk

Ceza sorumluluğunun ikinci aşamasını oluşturduğu kabul edilen objektif sorumluluk, kısaca kişinin icrai veya ihmali iradi hareketinin sonucu olan neticeden, herhangi bir psişik bağın varlığı aranmaksızın, salt maddi nedensellik bağı dolayısıyla sorumlu tutulması anlamına gelmektedir. Bu sorumluluk türünde, sadece zarara neden olma cezalandırmayı haklı göstermeye yeterlidir. Fail hakaretlerinin sonuçları yönünden, en basit bir hafiflikle kınanmasa dahi, bu sonuçlardan sorumlu tutulur. Objektif sorumluluk, neden olduğu sonuç yönünden failin psişik tutumu üzerinde herhangi bir araştırmayı gerektirmez. Yeter ki, sonucu doğuran hareket failin iradesinin ürünü olsun[8].

İlkel hukuk anlayışının ve insanın iç davranışlarının değerini tam olarak kavramamış bir hukuk düşüncesinin ürünü olan objektif sorumluluk, esasen, ceza hukukunun ilkel dönemlerini ve daha sonra Cermen halkının hukuk anlayışından etkilenen anlayışı karakterize eden bir sorumluluk şeklidir[9].

Objektif sorumluluğu sınırlandırmak amacıyla, bu sorumluluk türünün unsurları tespit edilmektedir. Buna göre, objektif sorumluluğun unsurları iradi bir hareket bulunması, ortaya bir netice çıkması ve iradi hareketle netice arasında nedensellik ilişkisi bulunmasıdır[10].

Sübjektif sorumlulukta olduğu gibi, objektif sorumlulukta da hareketin iradi olması ilk koşuldur. Objektif sorumluluğun istisnai bir sorumluluk türü olması, hareketin iradiliğini engellemez. Objektif sorumluluk hallerinde de failin sorumlu olabilmesi için ortada yasal tanıma uyan bir netice bulunmalıdır. Objektif sorumluluk hallerinde failin kusurluluğu aranmazsa da, yaptığı hareket ile meydana gelen netice arasında maddi nedensellik ilişkisi aranır. Objektif sorumluluk durumunda failin kast veya taksirinin bulunup bulunmadığı araştırılmamaktadır[11].

Karma bir ceza hukuku niteliğindeki modern ceza hukukunda sübjektifleştirme sürecinin doğal bir sonucu olarak bu tür sorumluluk ipotezlerinin her çeşit kalıntısını ortadan kaldırma eğilimi görülmektedir [12].

Günümüzde bazı ceza kanunları (Norveç, Danimarka ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunları gibi) objektif sorumluluğu kaldırırken, diğer ceza kanunları (Fransız, İtalyan Ceza Kanunları) bu tür sorumluluğun izlerini taşımaya devam etmektedirler[13].

Doktrinde objektif sorumluluğuna bağlanabilen başlıca haller, kastın aşılması suretiyle işlenen suçlar, netice sebebiyle ağırlaşan suçlar ve basın yoluyla işlenen suçlardır [14].

c- Kişilik Yönünden Sorumluluk

Ceza sorumluluğunun sübjektifleştirilmesi sürecinin son halkalarından biri “kişilik yönünden sorumluluk“ biçiminde ortaya çıkmıştır. Buna göre kusurluluk yargısının konusu, bir önceki anlaşın aksine, işlenen somut fiil değil, aksine failin oluş veya yaşama biçimidir, kısacası failin kişiliğidir. Böyle bir kusurluluk anlayışının sonuçta fail ile hareket arasında bir ayırımı reddetmiş olduğu ve kişinin işlediği fiilden çok yaşam veya var oluş biçimini esas alarak cezalandırma yoluna gittiği açıkça görülmektedir [15].

Totaliter sistemler, esasen insana bütünüyle hükmetmek yani hareketlerini ve iç davranışlarını denetim altında tutmak ve dolayısıyla birini bütün yönleriyle hukuksal düzenlemenin içine dâhil etmek istediklerinden, kusurluluğun bu anlaşılış biçimi, söz konusu siyasal sistemlerin yapısına uygun bir anlayıştır[16].

Hitler Almanya’sında ortaçağ anlayışına geri dönülerek suç niyeti bir şekilde açığa çıkan herkes cezalandırılmıştır. Kusur fiilde değil, failde aranmıştır. Bu harekette bulunmamış olan kimseler ise sırf Alman olmadıkları için suçlu sayılmıştır. Örneğin, Yahudi veya Çingene olanların suç niyetini açığa vurmak bakımından sırf bu özellikleri yeterli görülerek milyonlarca insan gaz odalarında öldürülmüştür[17].

Nazi rejimi tarafından konan bazı normlara dayandırılan ve özellikle itiyadi suçlular için öngörülen cezanın ağırlaştırılmasını haklı göstermeyi amaçlayan fail kusuru anlayışı ağır biçimde eleştirilmiştir[18].

Modern ceza hukukunda kusur, somut olayda fail eyleminde aranan bir nitelik olup, kötü ve kusurlu yaşantısına bakarak saptanan faildeki karakter bozukluğu şeklinde anlaşılamaz[19]. Başka bir ifadeyle, fail tüm yaşamında kusurlu davranışlarda bulunmuş ise kişilik yönünden sorumlulukta failin somut olayda kusuru aranmayıp anti sosyal kişiliği ve davranışlarıyla sorumlu tutulmaktadır.

Özetle ceza hukuku tarihinde kusurluluğun unsur olarak kabul edilişi yeni bir gelişmenin ürünüdür. Bu yeni gelişme sonuç ceza hukukundan kusur ceza hukukuna geçiştir. Eylemin kusurluluğunu dikkate almayan ve kolektif sorumluluk esasına da yer veren sonuç ceza hukuku, cezalandırma için sadece hukuka aykırı neticenin gerçekleşip gerçekleşmediğini aramış olup, insan hareketi ile netice arasında maddi bir nedensellik bağının kurulmasını yaptırım uygulanmasına yeterli görmüştür[20].

Kusur kavramını tanımayan “sonuç ceza hukuku“ döneminden ,”kusur ceza hukuku”na geçiş Roma Cumhuriyet Devrinin sonlarına doğru gerçekleşmiştir. Glassatör ve Post-Glassatörler’lerin Alman hukukunu etkilemesiyle “kusur“ kavramı önem kazanmış olup, Alman müşterek hukukunun temelini teşkil eden Carolina kusur şekillerinden “kast“ ve “taksir“e açıkça yer vermiştir [21].

Yeni zamanlar ceza hukuku devrinde “kusursuz sorumluluk olmaz “ kuralı tamamen yerleşmiş olup, günümüz ceza hukuku, kusur hukukudur. Hukuka aykırı sonucun varlığı cezalandırma için yetmez, kusur da aranır. Neticeyi gerçekleştiren ya da neticenin gerçekleşmesine sebebiyet veren kişinin kusuru yoksa ceza sorumluluğu da yoktur. Ayrıca cezanın kusurun ağırlığına göre belirlenmesi gerekir.

d.  Kusurlu Sorumluluk

Cezanın ancak failin eyleminden dolayı kınanabilmesi durumda uygulanabilmesini ifade eden kusur ilkesi, modern ceza hukukunda ceza sorumluluğunun temel taşlarından biridir. Bu ilke, bir yandan kusursuz bir kimseye ceza verilmeyeceğini öngördüğü gibi, diğer yandan da faile kusurluluğundan daha ağır bir cezanın uygulanmasını da yasaklar[22].

İlkel ceza hukukunda sorumluluk kolektif olup, bu dönemlerde zararlı bir sorucun gerçekleşmesi fiilin suç sayılması için yeterli olmuştur. Ancak Roma Hukuku ile sorumluluğun bir koşulu olarak kusurluluk kavramı ortaya çıkmıştır. Suç oluşturan bir eylemden dolayı failin cezalandırılabilmesi için, zararlı neticeyi istemiş veya öngörebilecek durumda olması, bundan sonra araştırılmaya başlanmıştır[23].

Ceza sorumluluğunun sübjektifleştirilmesi sürecinin dönüm noktasını ifade eden kusurlu sorumluluk, failin kasıtlı veya en azından taksirli olarak sebebiyet vermesi nedeniyle psikolojik olarak da ona isnat edilen kendi fiilinden sorumlu tutulmasını ifade etmektedir[24].

Bir fiilin suç olarak nitelendirilebilmesi için, kişinin bunu maddi olarak gerçekleştirmesi yetmez; aynı zamanda kusurlu olarak gerçekleştirmiş olması da aranır. İnsan düşüncesinin çok önemli bir zaferi olan bu husus, çağdaş ceza hukuku düzenlerinin giderek daha çok uymaya çalıştıkları ve artık vazgeçilmesi mümkün olmayan bir uygarlık ilkesini oluşturur[25].

Geleneksel hukuki düşüncede kusurluluğun özünde, daima işlenen belirli bir fiil yönünden kusurluluk olarak anlaşıldığına işaret edildikten sonra, kusurluluğun konusunun failin kişiliği değil, sadece işlenen belirli bir fiil olduğu belirtilmektedir. Bu bağlamda, kınama yargısının konusu da kişinin karakteri değil, onun gerçekleştirdiği eylemdir. Asırlar boyu süren olaylardan sonra sağlam bir yapıya ulaşan işlenen ”fiil yönünden kusurluluk ilkesi“, 1800’lü yılların liberal ceza hukukunun temel taşlarından biri halinde geldi. Bu ilke, kınama yargısının failin kişiliğini de kapsayacak biçimde genişletilmesini ve böylece kanunilik ilkesi ile garanti altına alınmış olan hukuki belirginliğin ve güvenliğin ihlal edilmesini önlemek için, hareket ile fail arasında net bir ayırım yapıyor ve sadece birincisinin, yani hareketin hukuki tartışma alanına ait olduğunu kabul ediyordu. Belirtilen ilke, halen çağdaş hukuk devletinin köşe taşlarından biridir [26].

DR. CENGİZ APAYDIN

İSTANBUL ANADOLU CUMHURİYET SAVCISI

CEZA HUKUKU BİLİNCİ TV

HUKUK VE ADALET BİLİNCİ TV

cezahukukubilinci.org

----------------

[1]       Özen, 16.

[2]       Özen, 16.

[3]       Toroslu, 126.

[4]       Erem, F, Ümanist Doktrin Açısından Türk Ceza Hukuku, Genel Hükümler, Ankara 1984, 580–581.

[5]       Toroslu, 126–127.

[6]       Özen, 17.

[7]       Centel, N/Zafer, H/Çakmut, Ö, Türk Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayıncılık, İstanbul 2007,  422.

[8]       Toroslu, 127.

[9]       Toroslu, 127.

[10]     Centel /Zafer /Çakmut, 423.

[11]     Centel/Zafer/Çakmut, 424.

[12]     Özen, 19.

[13]     Toroslu 127.

[14]     Dönmezer, S/Erman, S,Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, C.II, İstanbul 1983.

[15]     Toroslu, 129.

[16]     Toroslu, 130.

[17]     Öztürk, B/ Erdem, M.R/ Özbek, V,Ö, Uygulamalı Ceza Hukuku ve Emniyet Tedbirleri Hukuku, Ankara 2003, 189.

[18]     Toroslu, 128.

[19]     İçel,K/Yenisey,F, Karşılaştırmalı ve Uygulamalı Ceza Kanunları,3.Baskı İstanbul 1990, 71.

[20]     Artuk /Gökçen /Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler Birinci Kitap, Ankara 2002, 583.

[21]     İçel, K, Ceza Hukukunda Taksirden Doğan Subjektif Sorumluluk, İstanbul 1967, 32.

[22]     İçel, K/Donay, S, Karşılaştırmalı ve Uygulamalı Ceza Hukuku 1.kitap İstanbul, 70.

[23]     Dönmezer, 196.

[24]     Özen, 20.

[25]     Toroslu, 128.

[26]     Toroslu, 128.