İSTANBUL BAROSU HUKUK FELSEFESİ VE SOSYOLOJİSİ KURULU’NUN 23 AGUSTOS-26 AĞUSTOS 2024 TARİHLERİ ARASINDA ŞİRİNCE’DE DÜZENLEDİĞİ 5.HUKUK FELSEFESİ VE SOSYOLOJİSİ KAMPI’NDA: “BİREY VE HUKUKÇU OLARAK FELSEFEYE NEDEN GEREKSİNİM DUYARIZ” BAŞLIKLI VE KONULU KONUŞMAMI AŞAĞIDA BİLGİNİZE VE İLGİNİZE SUNUYORUM. SAYGILARIMLA.   

İstanbul Barosu Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Kurulu’nun Sayın Başkanı ve Üyeleri  

İstanbul Barosu’nun Değerli Yönetim Kurulu Üyesi Sayın Sinan Naipoğlu,

Değerli Hocalarım,

Sevgili Meslektaşlarım,   

Sayın Konuklar,

Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum.

Bu sene beşincisi yapılmakla artık bir İstanbul Barosu klasiği haline gelen Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Kampı’na, konuşmacı olarak beni de davet ettikleri için İstanbul Barosu Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Kurulu’na teşekkür ediyorum.

Dilerim bu etkinlikte sunulan tebliğler, yapılan konuşmalar ve tartışmalar, ülke olarak fazlasıyla fakir olduğumuz hukuk felsefesi ve sosyolojisi disiplinlerine katkı yapar, bu disiplinlerin literatürüne ve içeriğine pozitif olarak yansır ve yarar sağlar.

Değerli Arkadaşlar,

Benim konuşmam “birey ve hukukçu olarak felsefeye neden gereksinim duyarız” üzerine olmakla, ben önce birey olarak ve sonra hukukçu olarak felsefeye neden gereksinim duyduğumuzu anlatacağım.

Ama öncelikle ve özellikle bilmenizi isterim ki, ben felsefe tahsili yapmadığım gibi felsefeci de değilim. Sadece felsefeye ilgisi olan, felsefe üzerine okumaları olan bir insanım.

O nedenle, lütfen benimle ve konuşmamla ilgili beklentilerinizi çok fazla yüksek tutmayınız, tutmayınız ki, şairin “Gemlik’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma” dediği gibi, benim konuşmamı dinlerken veya dinledikten sonra sizde şaşırmayın. Zaten çok önemli şeyler söylemeyeceğim, bilinen şeyleri, sizin de bildiğiniz şeyleri ve daha önce felsefe üzerine yazdığım yazılarda yer verdiğim şeyleri söyleyeceğim.    

Değerli Felsefe Dostları,

En yalın, en sade, en ayaküstü ve en bilinen tanımıyla felsefe; dünyanın ve hayatın sayısız olgu ve olayları, insanın kendi varlığının anlamı, yapısı, hikmeti, işlevi, yaradılışı ve nereden ve nasıl gelip, nereye doğru gittiği üzerine düşünmesi, bunları merak etmesi ve anlamaya çalışmasıdır.

Felsefe, insanın, merakla ve öğrenmek amacıyla sorular sorması, sorduğu sorulara cevap veya cevaplar aramasıdır.

Felsefe, insanın kendisini araması, kendisini tanıması, “kendini bil-mesi”dir. Onun için İtalyan Marksist, gazeteci, sendikacı ve sıra dışı bir siyaset felsefecisi olan Antonio Gramsci “Hapishane Defterleri” isimli eserinde: “Eleştirel bir iradenin başlangıç noktası insanın gerçekte kim olduğunun bilincine varması ve bir kayıt listesi tutmaksızın içinde sonsuz izler taşıyan o güne kadar ki tarihsel sürecin bir ürünü olarak kendini bilmesidir” diye yazmıştır.

Sevgili Konuklar,     

Felsefe, ben kimim, evren nedir, ben nasıl meydana geldim, evren nasıl oluştu, beni ve dünyayı kim yarattı gibi konuları merak etmek, bunlarla ilgili sorular sormak, bu soruların cevaplarını aramak ve bulmaya çalışmaktır.

Bütün bu nedenlerle ve kısaca felsefe, filozofların, düşünen, merak eden insanların, hakikati arama, bulma, öğrenme çabası ve uğraşıdır.

Esasen öğrenmeyi tetikleyen ve sağlayan en önemli olgu meraktır. Diğer bir deyişle merak, en önemli, en etkili, en yararlı öğretmendir. Nitekim çocuklar merak ettikleri ve öğrenmek istedikleri için soru sorarlar ve öylece öğrenirler. O nedenle, çocuklar ve filozoflar bu yönleri itibariyle birbirlerine çok benzerler.

Çocuklar ile felsefeciler arasındaki tek fark; çocukların merak ettiklerinin, filozofların ise, hem merak ettiklerinin hem de hakikatin yanıtını aramalarıdır.

Esasen felsefe dediğimiz şey de kısaca budur. Yani hakikati aramaktır!

Sevgili Meslektaşlarım,

Felsefe beşeri bilimler gibi gözleme ve deneye dayanmadığı için bilim değildir. Felsefe daha ziyade bir düşünüş şekli ve hakikate ulaşma isteğidir.  Ama felsefe, geniş etki alanı itibariyle bütün bilim alanlarına kaynaklık eden, insanî varlığın en eski uğraşlarından birisidir.

Felsefe; varlık, bilgi, değer, iyi, hakikat, adalet, doğruluk, hak, zihin, akıl gibi konularla ilgili soyut bir uğraş, genel ve temel problemler üzerine yapılan sistematik bir çalışmadır. Ama bu çalışma oldukça geniş bir alanı kapsar, bu bağlamda, felsefe; mantık, dilbilim, tarih, din, etik, ahlak, siyaset, hukuk gibi disiplinleri de kapsar, bunları da ele alır ve inceler.

Bildiğiniz üzere felsefe, Sokrates’in, Plato’nun, Aristoteles’in, Sofistlerin, Stoiklerin memleketi ve doğdukları yer olan kadim Yunanistan’da doğmuştur. Nitekim felsefe sözcüğü eski Yunancada “bilgeliği sevme” anlamına gelen “philosophía” sözcüğünden türetilmiştir. Bu sözcüğün Türkçe karşılığı “hikmete”, yani “bilgeliğe aşktır.”

Ne var ki, aşkın bu türüne kimileri aşina değildir. Onun için bu kişiler, felsefeye, bilgeliğe, bilgelere karşı mesafeli ve soğukturlar. Zira bu insanlar, düşünmek istemezler ve hatta düşünceden, düşünmekten korkarlar. Düşünceden ve düşünmekten korktukları için de ne merak ederler, ne soru sorarlar, ne sorgulama yaparlar ve ne de öğrenmek isterler. Zira bu insanlar akıllarını, vicdanlarını, yüreklerini söndürmüşler, duygularını, gözlerini, kulaklarını, diğer duyularını kapatmışlardır. Öyle oldukları için de bakmamayı, görmemeyi, duymamayı, hissetmemeyi, düşünmemeyi, merak etmemeyi, sorgulamamayı tercih ederler.

Oysa felsefe bize, bakmak, görmek, duymak, hissetmek gibi duyuları, merak etmek, öğrenmek, düşünmek, eleştirmek, sorgulamak gibi yolları, bunlar için gerekli olan araçları ve insani yetenekleri kazandırmayı ve bunları kullanmayı öğretir.

Yani felsefe bize, kendimizi kamil bir insan, vicdanlı, ahlaklı, erdemli bir insan olarak oldurabilmemizin yollarını gösterir ve bunun için gerekli olan araçları verir. Felsefe aynı zamanda bize, varlık olarak, insan olarak nereden gelip nereye gittiğimizi öğretir, kendimizi tanımamızın ve bilmemizin yol ve yöntemlerini gösterir. Zira insan manevi anlamda, entelektüel anlamda ancak bu yolla ve bu şekilde var olur. Büyük İslam düşünürü Farabi’nin “Var mısın ki, yok olmaktan korkuyorsun?” demesi bundandır, bundan dolayıdır.

Çünkü bunları bilmeyen, merak etmeyen, sorgulamayan, araştırmayan, öğrenmeyen, öğrenmek istemeyen insan, manevi anlamda, entelektüel anlamda insan olarak var değildir ve o insan hayatı, hayatını bir ot gibi, bir bitki gibi yaşıyordur.

Oysa yaşamak ciddi bir iştir. Usta şairimiz Nazım Hikmet’in “yaşamak şakaya gelmez, yaşamak ciddi bir iştir, onun için büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın ve hayatı ciddiye alacaksın…” demesi bundandır, bundan dolayıdır.

Değerli Konuklar,

Kendisi, “insanın kendisiyle ilgili olması” şeklindeki “objektivist” anlamda felsefi görüş sahibi olan Rus asıllı, Amerikalı mimar, filozof ve yazar Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle felsefe; “kokteyl partilerindeki veya kiliselerdeki törenlerin içini doldurmak için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi değildir. Oryantal abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu hiç değildir. Felsefe, İngiliz profesörler tarafından başka türlü bir işe girmesi mümkün olmayan çalışma arkadaşları için geliştirilmiş olan ve gerçek ile yollarını ayırmış bir satranç oyunu da değildir. Felsefe, insan yaşamındaki en temel unsurdur. Felsefe, insan aklını ve karakterini, ulusların kaderini biçimlendiren asıl güçtür. İnsanın tercihi bir felsefe sahibi olmak veya olmamak konusunda değil, fakat sadece hangi felsefeye sahip olmak konusundadır. İnsanın tercihi, tercihinin bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olacağı, yoksa rastgele, belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır.

Bu paragrafa ve cümleye Ayn Rand ile başladık, yine ondan ödünç alarak devam edelim; “Neden onursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, yaşamınızın neden imkansız çelişkilerle dolu olduğunu, neden – ya beden, ya ruh – gibi, – ya akıl, ya kalp – gibi, – ya güvenlik, ya özgürlük – gibi yapay seçimlerden kaçmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz? Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı kullanmayı ret etmişiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme çarpıldı diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe ve kullanmadıkça, hayatınızı bu tür sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça, başkalarının tercih ettiği bir yaşama tutsak olacaksınız. Felsefe, yaşamı sorgulama, varoluşu anlama, aklı ve mantığı kendi mutluluğumuz için kullanma aracıdır. Felsefe, entellerin bir araya geldiklerinde, kafanızı karıştırmak için yaptıkları laf kalabalığı değildir.

Sevgili Meslektaşlarım,

Uzmanların ifadesiyle, aklımız, zihnimiz, algılayabildiğimiz hemen her şeyin kavramlar halinde bütünleştirilmesi şeklinde çalışır. Bu işleyiş, giderek daha büyük bütünleşmeleri gerektirir ve getirir. Böylece kendine özgü yasaları, işleyişi, aşamaları ve süreçleri bulunan evren hakkında; üzerinde yaşadığımız, çalıştığımız, hayatımızın resmini yaptığımız bir atölye olan tarihsel dünya hakkında; hayat ve hayatın sonsuz olgu ve olayları hakkında; yaradılış hakkında; varlığın anlamı, hikmeti, yapısı ve niteliği hakkında; kendimiz ve başkaları hakkında; bilginin kendisi ve araçları hakkında bizi aydınlatan ve bize yol gösteren sonuçlara ulaşırız.

Bütün bunlar için, varoluşu inceleyen ve Aristoteles’in kendiliğinden oluş olarak ifade ettiği metafiziğe; insanın kavrama yollarını ve anlama yöntemlerini inceleyen epistemolojiye; felsefenin teknolojisi olan, sadece insan için anlam ifade eden, varoluşun bütünü ile ilgilenen, insanın tercihlerine ve davranışlarına yön veren ve diğer insanlara nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen bir değerler sistemi olan ahlaka; siyasetçilerin nasıl siyaset yapmaları ve yönetenlerin nasıl yönetmeleri gerektiğini ve gerçek bir sosyal sistemin ilkelerini tanımlayan siyasete; insan olarak bilincimizi ve duygularımızı besleyen, bizi yumuşatan, incelten, rafine eden sanata, metafiziğe, epistemolojiye ve ahlaka dayalı sanatı inceleyen estetiğe, yani bütün bunların toplamını ifade eden felsefeye gereksinim duyarız.

Esasen felsefesi olmayan insanın tarzı, üslubu, içeriği, heyecanı olmadığı gibi hayatının da bir anlamı yoktur. Oysa insan anlam arayan, hayatının anlamını bulmaya çalışan bir varlıktır. Birey olarak felsefeye bunun için, yani hayatımızın anlamını bulmak için ihtiyacımız vardır.

Karnımız aç da olsa, tok da olsa; paramız olsa da olmasa da; iyi bir işe, iyi bir mesleğe, iyi bir mevkiye sahip bulunsak da, bulunmasak da; önemli veya değerli olsak da, olmasak da, felsefeye ihtiyacımız vardır. Doğamız gereği vardır, görebilmek, duyabilmek, hissedebilmek, düşünebilmek, sorgulayabilmek, eleştirebilmek, anlayabilmek, davranabilmek, öğrenebilmek ve yaşayabilmek için vardır.

İçinizden kimileri, Romalıların söylediği gibi “önce yaşamak, sonra felsefe yapmak” veya “ben somut şeylere ilgi duyarım, yaşamın gerçekleri ile uğraşırım, soyut şeyleri düşünmek bana bir yarar getirmez, beni yorar, beni bozar, benim karnımı doyurmaz, onun için benim felsefeye ihtiyacım yok” diyebilir ya da böyle düşünebilir. Ama esas bunu diyenlerin, böyle düşünenlerin felsefeye ihtiyacı vardır.

Neden mi? İşinde ve mesleğinde başarılı olmak, kendisini ve var olduğunu bilmek, hayatının anlamını kavrayabilmek, kendisini tanımak, zihnini ve kirlenen düşüncelerini değiştirmek, karşılaştığı sorunları çözebilmek, yaşama uğraşını sürdürebilmek, ayakta kalabilmek için felsefeye ihtiyacı vardır.

Birey olarak, toplum olarak her gün birileri tarafından taciz edilmemek; zihnimizin ve yüreğimizin birileri tarafından bozulmasına, iğfal edilmesine, yalan yanlış doldurulmasına izin vermemek; yalanları doğru, doğruları yalan göstermemek; bu şekilde gösterenlere ve gösterilenlere inanmamak ve aldanmamak; hakikatin bozulmasına izin vermemek; soygunları sıradanlaştırmamak; dilin ve sözün içini doldurabilmek; siyasal dilin tecavüzlerinden korunmak için felsefeye gereksinmemiz vardır.

Klişelerle, sloganlarla, hamasetle, işe yaramaz metaforlarla, bayat kullanımlarla çürümüş bir dilin, zihnimizi uyuşturup edilgenleştirmemesi, bilincimizi ele geçirip bizi yönlendirmemesi ve yönetmemesi, aklımızın, basmakalıp görüş ve düşünceleri, incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan kabul etmeye ayartılmaması ve zorlanmaması için felsefeye ihtiyacımız vardır. Zihnimizde sağlıklı bir kuşkunun olması, bu kuşkunun bizi tetikte ve dengede tutması, kendimizi de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer verebilmesi için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Sadece bunlar için değil, sağlığında Filistin sorununun en önde gelen savunucusu ve Filistin asıllı Arap olan Edward W.Said’in “Entelektüel-Sürgün-Marjinal-Yabancı” isimli eserindeki özlü ifadesiyle, “çevrede dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek bir dile ve cesarete sahip olmak, her türden otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmemek, her türlü otoriteden gelen tehditlere cesaretle karşı koymak için” felsefeye ihtiyacımız vardır.

İnançlarımızda, düşüncelerimizde, davranışlarımızda tutarlı olmak, zihnimizdeki çöpleri atmak, kirlenen, eskiyen ve son kullanma tarihi geçen fikirlerimizi değiştirebilmek, yeni şeyleri öğrenebilmek ve keşfedebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Özgür, özerk ve bağımsız bir birey olmanın ve öyle kalmanın yolunu bulabilmek, hakikati söyleyebilmek ve temsil edebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Bir haminin veya vasinin ya da bir otoritenin veya iktidarın bizi yönlendirmesine izin vermemek, yeni diller ve ruhlar icat edebilmek, mutluluğu aramak ve bulmak için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Değerli Felsefe Dostları,

Tarihsel bilgi olguların bilgisidir, felsefi bilgi ise nedenlerin bilgisidir” diyor Romalılar. Tarihsel olayları ve bu olayların nedenleri ile sonuçlarını görebilmek, siyasal itaat yükümlülüğünün kaynağını, nedenini araştırmak ve bilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Zira bütün bunlar, ancak ve ancak siyaset felsefesini, tarih felsefesini, hukuk felsefesini bilmekle mümkündür. Felsefeye bunun için ihtiyacımız vardır.

Rollerimizi, hayatın her alanındaki rolümüzü, daha başından hangi ideolojiler içerisinde kalarak oynayacağımızı, bu rolleri hangi ideolojinin belirleyeceğini ve taşıyacağını oturup ciddi ciddi düşünmek zorundayız… Biz iki yüz yıldır her olguyu sadece kendi alanında görüp, değerlendirebildik; aynı olguyu var eden sorunsalın başka bir alanda yaşayıp soluk aldığını ya fark etmedik ya da görmezden geldik. Oysa iki yüz yıllık kültür tarihimiz, Türkiyeli aydının iki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına yaşamasının tarihidir” diyor Murathan Mungan.

Doğru da diyor. İki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına ve çeşitli düşünce kalıpları altında yaşamamızın, bu düşüncelere tutsak olmamızın nedeni, bu düşüncelerin felsefesini bilmememiz, bilsek de bunu içselleştiremememiz, yaşamımıza uygulayamamamızdır. Yani birey olarak, toplum olarak bir felsefemizin olmamasıdır.

Mutlu bir domuz olmaktansa, tedirgin bir Sokrates olmayı tercih ederim” diyor, yıllar yıllar öncesinde John Stuart Mill. Mutlu bir domuz değil, tedirgin bir Sokrates olmak için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Sayın Konuklar,

Kullandığı değişik imgeler, sahip olduğu zengin düş gücü, incelikli üslup ve güçlü teknikle, divan edebiyatının ve tasavvuf düşüncesinin en büyük temsilcilerinden olan Şeyh Galip, oldukça ünlü olan dizelerinin birisinde; “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen/Hoşça bak kendine, çünkü sen kâinatta yaratılmışların göz bebeği olan insansın” diyor.

Sadece çağdaş Türk şiirinin değil, günümüz Türkiye’sindeki entelektüel yaşamının da seçkin isimlerinden olan Hilmi Yavuz’un özgün ve yerinde yaklaşımıyla, Şeyh Galip’in bu dizeleriyle vermek istediği esas mesaj; eski Yunanlıların gözünde hem site düzeninin hem de toplumsal ve bireysel davranış ve yaşama biçiminin temel ilkelerinden birisi olan “kendine dikkat etmek”, “kendinle ilgilenmek”, “kendine özen göstermek” anlamlarına gelen “epimelesthai sautou” ilkesidir.

Yaşama sanatının temel değerlerinden birisi olan bu ilke; insanın maddi ve gündelik anlamda, yani giyim kuşam, yeme içme, gezip tozma, eğlenme bağlamında, kendisine dikkat etmesinden, kendisiyle ilgilenmesinden, kendisine özen göstermesinden daha çok manevi yönden, ahlaki yönden, yani felsefi ve entelektüel yönden kendisine dikkat etmesini, kendisiyle ilgilenmesini, kendisine özen göstermesini hem ifade ve hem de talep eder.

Eski Yunan felsefesini benimseyen ve Mevlevi terbiyesi ile kültüründen gelen Şeyh Galip’in de savunduğu bu temel ilke, antik felsefenin en önemli ahlak ilkesi olan ve gaipten gelen bir bilgenin sözü olarak eski Yunan’daki Delfi Tapınağı’nın kapısında yazılı bulunan ve “Delfik İlkesi” olarak isimlendirilen “kendini bil” ilkesidir. Bu ilke “epimelesthai sautou” ilkesiyle birlikte yaşama sanatının iki temel ilkesini oluşturur.

Fransız düşünür Michel Foucault’nun bir söyleşisinde ifade ettiği üzere, her iki ilkenin de temel amacı; “insanın başlangıçta olmadığı kişi olmasıdır.” İnsanın başlangıçta olmadığı kişi olabilmesi için, kendisine emek vermesi, kendisini oldurması, bunun için de kendisine bir aynadan bakması gerekir. Aksi halde insan kendini bilemez, kendisini tanıyamaz, kendisiyle ilgilenemez, kendisine özen gösteremez. İnsanın kendisini bilmeye, kendisiyle ilgilenmeye, kendisine özen göstermeye yönelik bir çabası olmadığı takdirde, ahlaklı olması, kendisini oldurması, yaşamda doğru bir yerde durması, yaşama tutunması, mutlu, verimli ve yaratıcı olması mümkün olmadığı gibi, doğru bir siyasal görüşü ve eylemi benimsemesi, bunun tarafı olması, kendisini bu alanlarda ve konularda geliştirmesi de mümkün değildir. Bir Alman atasözü “çok düşman, çok şeref” der. Bu sözün anlamı düşmanı olmayan insanın şerefsiz olması demek değildir, düşmanı olmayan insanın yanlış yerde durması, eyyamcı olması demektir.

İnsanın başlangıçta olan kişi olmaması, kendini bilmesi, kendini tanıması, kendisine ilgi ve özen göstermesi, ahlaklı olması, yaşamda doğru bir yerde durması, durabilmesi, eyyamcı olmaması, verimli ve yaratıcı bir hayat sürebilmesi, doğru bir siyasi görüşe ve tercihe sahip bulunması, bulunabilmesi için felsefeye, felsefeyi bilmeye ihtiyacı vardır.

Sevgili Meslektaşlarım,

Felsefe, bilgelik alıştırması ve öğretisidir” diyor Kant. Bilgelik alıştırması yapmak ve bunun öğretisini öğrenmek; sorgulama yapabilmek, dünya ve hayat üzerine, kendimiz üzerine, başkaları üzerine, insanlık tarihi üzerine, siyaset üzerine düşünebilmek, yanılsamaların, önyargıların önüne geçebilmek, ideolojilerin eleştirisini yapabilmek demektir. Özel yaşamımızda olsun, mesleki yaşamımızda olsun ayakta ve diri kalabilmek, mücadele edebilmek için bilgelik öğretisini öğrenmeye ve bunun alıştırmasını yapmaya, yani felsefeye gereksinim duyarız.

Bütün bunları yapabilmek için felsefenin gereksinim duyduğu ve kullandığı tek araç akıldır. Onun için felsefenin en iyi dostu aklın geliştirdiği bilimdir. Felsefenin düşmanları ise; ahlaksızlıktır, bağnazlıktır, budalalıktır, aymazlıktır, yalandır, kötülüktür, iki yüzlülüktür, riyakarlık ve her türden fanatizmdir. Felsefe, bu düşmanları ile savaşmak, onları alt etmek için aklı kullanır ve bilimle işbirliği yapar.

Değerli Felsefe Dostları,

Başkasının bilgisiyle bilgin olabilsek de, sadece kendi bilgimizle bilge olabiliriz” diyor Montaigne. Doğru da diyor. Çünkü bilgili olmak, bir bilen olmak, bilgin olmak, bilge olmak demek değildir. Esasen felsefe ne bilimdir ne de bilgidir. Bilme edimi hiç değildir. Felsefe, sadece ve sadece var olan bilgiler üzerine, insan üzerine, yaşama dair olan her şey üzerine, ahlak üzerine, adalet üzerine, hak üzerine, hukuk üzerine, hakikat üzerine, özgürlük üzerine, bağımsızlık üzerine, tarih üzerine, siyaset üzerine, sanat üzerine düşünmektir.

Zira insan, bu konularla ilgili sorular sorarak, bunlar üzerine düşünerek, bunları özümseyerek, bunları içselleştirerek, bunları uygulayarak bilge olur, kamil bir insan olur. Onun için bilge olmak daha iyi yaşamak, daha iyi düşünmek, daha ahlaklı olmak, daha dingin, daha huzurlu, daha mutlu olmak demektir. Felsefe, bilgili olmanın değil, sadece bilge olmaya giden yolun taşlarını döşer. O nedenle, felsefeye ihtiyacımız vardır.

Sorgulanmış bir hayat, daha iyi bir hayattır” diyor Sokrates. Bunu yapamayanlar, yapamadıkları için de yaşadıkları hayatın altında ezilip kalan insanlar, ruhsal yönden hasta olurlar ve Prozac’a, Cipram’a ya da benzeri diğer antidepresanlara sığınırlar. Oysa bunlar ruhsal olarak bunalan veya hastalanan insanı tedavi etmez, aksine insanı hayattan ve hakikatlerden koparır. Ama Sokrates, yani felsefe ruhsal olarak hastalanan insanı tedavi eder, manevi ve entelektüel yönden insanı eğitir, geliştirir, terbiye eder, hayatla, kendisiyle, başkalarıyla ve hakikatle buluşturur. Onun için ruhsal yönden bunalan ve hasta olan insanın kendisini antidepresanlara değil, felsefeye teslim etmesi gerekir. O halde, ruhsal yönden hasta olmamak ve bunalmamak için, eğer hasta olmuş isek iyileşmek için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Sevgili Meslektaşlarım,

Diğer bilim kollarının konusu belli olduğu halde, felsefenin konusunu tespit işi felsefenin kendi görevidir, nitekim Alman Sosyolojisinin kurucularından olan George Simmel’in söylediği gibi, “her filozof, sadece hangi cevapların bulunacağını değil, aynı zamanda hangi soruları soracağını da tayin eder.” (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 46 – 1996)

Dolayısıyla felsefeyle uğraşan kişiler, sadece bilinen soruları ve cevapları bulmakla ve bunları araştırmakla, incelemekle yetinmezler, eski sorulara yeni cevaplar ararlar, daha önce sorulmayan soruları sorarlar, bunların cevaplarını bulmaya çalışırlar. Onun için Amerikalı gelecek bilimci Alvin Toffler: “Yirmi Birinci Yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler olmayacak, dün öğrendiklerini unutup yeni şeyleri, yeni bilgileri öğrenmeyenler olacaktır” demiştir.  

Yine felsefenin ne olduğunu hem genel hem de Marksist açıdan inceleyen ve bu amaçla “Felsefe Nedir? Marksist Bir Deneme” isimli bir kitap yazan Amerikalı Marksist düşünür ve yazar Howard Selsam, sözü edilen eserinde felsefe konusunda şunları yazıyor: “… Felsefe nedir? sorusunun pek çok cevabı vardır, fakat bu soruya verilen dünyadaki hiçbir yorum ve cevap, Marksist cevap ve yorum kadar ilginç değildir. Öyle ki, ister dost, isterse düşman olsun, giderek artan sayıda insan, felsefenin sadece üzerinde konuşulacak bir konu değil, eyleme geçilecek bir konu olduğunun farkında değildir… Felsefe Marx ve Engels için salt bir teori değil, daha iyi bir hayat talebinin ve bu hayata ulaşmak için gerekli olan bilginin fiili ifadesidir… Onun için Marx, ‘Filozoflar şimdiye kadar dünyayı sadece çeşitli biçimlerde yorumladılar, oysa şimdi asıl olan dünyayı değiştirmektir.’ demiştir…

Daha iyi bir hayat talebini ortaya koyabilmek, bu hayata ulaşabilmek ve bu hayatı yaşayabilmek için gerekli olan bilgiyi öğrenmek ve ifade edebilmek ve dünyayı değiştirebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır.    

Hemen hepimiz iyi bir hayatın peşinden koşuyoruz, her şeyimiz olsun istiyoruz. Ama hiçbir şeyi derinlemesine sorgulamıyoruz, sorgulamak istemiyoruz, daha önemlisi kendimize de eleştirel bakmıyor ve kendimizle yüzleşmiyoruz. Ve o nedenle, yanılsamalarla, aldanmalarla, iletişimsizlikle dolu bir hayat yaşıyoruz. Bu da bizi mutsuzluğa, huzursuzluğa itiyor.

Peki! Bütün bu olumsuzluklardan kurtulmak, mutlu olmak, mutlu yaşamak ve dünyayı değiştirebilmek için ne yapmalıyız? Michael Jackson’un “Heal the World/Dünyayı İyileştir” isimli o anlamlı ve güzel şarkısında söylediği gibi: “Dünyayı iyileştirmeliyiz/Senin için ve benim için/Ve tüm insan ırkı için/Dünyayı daha iyi bir yer yapmalıyız

Felsefeye bunun için, yani dünyayı değiştirebilmek ve bütün insanlar için iyi bir yer yapmak için ihtiyacımız vardır.

Değerli Konuklar,

Yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı temsil eden avukatlar, sadece hukuki sorun ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını sağlamakla görevli ve yükümlü değillerdir.

Aynı şekilde barolar da sadece avukatlık mesleğini geliştirmekle, meslek mensuplarının yararlarını korumak ve gereksinimlerini karşılamakla, meslek düzenini, ahlakını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmakla ve korumakla görevli olmayıp; toplumsal değişime katkı yapmakla, bu amaçla, kurulu olanı, alışılmış olanı, bilineni, rahat şeyleri, insani ve toplumsal ilişkileri, becerileri sorgulamakla ve gerektiğinde bütün bunları terk etmekle yükümlü olan ve olması gereken kuruluşlardır.

Baroların, bir hukuk insanı ve bir birey olan avukatların, bütün bu işlevleri yerine getirebilmeleri için felsefeye gereksinmeleri vardır. Zira felsefe sadece bir merak, bir keşfetme, bir hobi etkinliği değil, az çok aydınlığa kavuşturulan, ortaya çıkarılan bir şeyin, insanın kendisi için, başkaları için, toplum için faydalı olabileceğine dair bir umudun ve bu umudun ortaya çıkarılması için verilen bir uğraştır. 

Herhalde hukuk, adalet, vicdan ve felsefe kadar birbirine bağlı, birbirini etkileyen, biçimlendireni tamamlayan başka bir şey yoktur. Öyle ki, felsefeyle öyle ya da böyle ilgisi olan her insan hukuka saygılı, adaletli ve vicdan sahibi, vicdan sahibi olan her insan da felsefeyle, adaletle, hukukla bir şekilde ilgilidir, ilgili olmak zorundadır.

Yine hukukun en önde gelen işlevi ve amacı adaleti gerçekleştirmek olmakla ve adalet hakkaniyet demek, vicdan sahibi olmak demek olmakla, adaleti talep eden ve savunan avukatların ve baroların yaptıkları mücadelelerde, adalet dağıtan yargıçların, verdikleri kararlarda, kamu adına açtıkları davalarla hakikati bulmaya ve adaleti tesis etmeye çalışan savcıların, tek bir sözcükle ifade etmek gerekir ise, hukukçuların vicdan sahibi olmaları, hakikati savunmaları ve hakikatin yanında olmaları gerekir.

O nedenle, yargıcıyla, avukatıyla, savcısıyla hukukçuların, kendi görevlerini hakkıyla ve layıkıyla yapabilmeleri için felsefeye ve felsefeyi bilmeye ihtiyaçları vardır. Zira insanı ve vicdanı terbiye eden, arıtan en önemli iki disiplinden birisi hukuk, diğeri ise felsefedir.

Sevgili Meslektaşlarım,

Bu noktadan ve referanslardan hareketle 2004 yılında Baro Başkanı seçilmemden ve arkadaşlarımla birlikte göreve gelmemden hemen sonra Ankara Barosu bünyesinde bir Felsefe Kulübü kurduk. Bu kulübü kurmaktan amacımız, avukat olarak mesleğimizi icra etmek hususunda en çok ihtiyacımız olan bir konuda, yani felsefe konusunda meslektaşlarımızı bilgilendirmek, eğitmek, yetiştirmek, entelektüel düzeyimizi yükseltmek, sorgulama yeteneğimizi geliştirmekti.

Görevde kaldığımız süre içinde bu kulüp tarafından, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Hacettepe Üniversitesi, ODTÜ Öğretim Üyesi olan felsefe hocalarının katılımlarıyla çok sayıda etkinlik düzenlendi. Pek çok meslektaşımız tarafından ilgi ve beğeni ile izlenen bu konferansları daha sonra kitap olarak bastırdık ve meslektaşlarımızın yararlanmasına sunduk.

Amerikalı şair T.S.Eliot, ‘Four Quarters’ isimli şiirinde “Keşif yapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz/Ve tüm keşiflerimizin sonunda/Başladığımız yere döneceğiz/Ve orayı ilk kez gerçekten bileceğiz” diye yazar. Felsefe Kulübü yaptığı etkinliklerde sunduklarıyla, sorduklarıyla, sorguladıklarıyla, tartıştıklarıyla bize çok şey kattı, çok şey öğretti. Hiçbir şey öğretmedi ise, bir tek şey öğretti; keşif yapmayı, keşif yapmaktan asla vazgeçmemeyi.

Baroda kurduğumuz Felsefe Kulübü’nün düzenlediği etkinlikler dışında, Türkiye Felsefe Kurumu ile ortaklaşa sertifikalı hukuk ve etik eğitimi çalışmaları yaptık. ‘Etik ve Meslek Etikleri’, ‘Adalet Kavramı’, ‘Normlar ve Hukuk Normları’, ‘Meslek Olarak Hukukçuluk’, ‘İnsan Hakları’, ‘Değer ve Değerlendirme Problemleri’ konularının işlendiği bu eğitim çalışmalarına katılan meslektaşlarımız kendilerini geliştirme olanağı buldular.

Yine Ankara Barosu tarafından her iki senede bir düzenlenen “Uluslararası Hukuk Kurultayı-2006”nın mercek altına aldığı konulardan birisini “felsefe” ve doğru davranışlarda bulunmak, iyi bir insan olmak ve insani değerler hakkında düşünme pratiği yapmak ve esasen bir ahlak felsefesi olan “etik” olarak seçtik. Yerli ve yabancı çok değerli hukukçular ve akademisyenler her iki konuda da sundukları tebliğler ve yaptıkları konuşmalarla bize çok değerli bilgiler aktardılar. Bu tebliğleri ve konuşmaları da kitaplaştırdık ve gerek meslektaşlarımızın gerekse konuya ilgi duyanların yararlanmasına sunduk.

Ne var ki, Felsefe Kulübü’nün yaptığı etkinliklerden memnun olanların ve yararlananların yanı sıra memnun olmayanlar ve hatta rahatsız olanlar da vardı. Rahatsızlık, konferanslardaki kimi sunumların ezber bozmasından kaynaklanıyordu. Bu bağlamda, o güne kadar aynı veya benzer görüşteki insanları dinlemeye alışmış olan Ankara Barosu üyesi avukatların bir kısmı, bu etkinliklerde ‘öteki’ düşünceyle karşılaşmaktan son derece rahatsız oldular. Ortaokulda ve lisede okudukları Yurttaşlık Bilgisi ve tarih kitaplarından edindikleriyle sınırlı olan bildiklerinin, bunlardan çok farklı olan duydukları ve dinledikleriyle ters düşmesinden kaynaklanan rahatsızlıklarını, sağda solda ifade etmeye başladılar. Ama görevde kaldığımız süre içinde biz bunlara aldırış etmedik, felsefeyle olan dostluğumuzu koruduk, bu bağlamda felsefe konusundaki etkinliklerimizi sürdürdük.  

Peki! Sonra ne oldu? Bizim görevden ayrılmamızdan sonra yönetime felsefe sevmez bir ekip geldi. Bu felsefe sevmez ekip, Felsefe Kulübü’nden rahatsız olanlarla birlikte hareket etti ve sonuç itibariyle Felsefe Kulübü lağvedildi. Ne yazık ki, o günden sonra Ankara Barosu’nun felsefeyle olan dostluğu ve ilişkisi de sona erdi.   

Sevgili Arkadaşlar,

Dar anlamda baroların ve avukatların, geniş anlamda yargıçların, savcıların ve toplumun sadece felsefeye değil, insanlığın yaşadığı tarihsel deneyimin cisimleştirildiği, insanlığın ortak dili ve duygusu olan, şiddeti, yalanı, ikiyüzlülüğü reddeden, insanları sevgiye, barışa, özgürlüğe çağıran, bu amaçla insanlara sonsuz ve özgür bir ruhun kalp atışlarını dinleten, bizi hüzün ve sevinçle buluşturan, hayatın bir eleştirisi olan, her konuda köklü değişiklikler yapabilecek güce sahip bulunan, felsefenin özel bir dalı ve kadim dostu olan dar anlamda sanat felsefesi, geniş anlamda sanata da gereksinmesi vardır.

Yani resme, heykele, şiire, romana, öyküye, sinemaya, tiyatroya, müziğe, başkaca tutkulu yapıtlara, estetik yapıtlara da gereksinmesi vardır. Zira sanat da felsefe gibi her zaman ve her yerde bir keşif ve kişisel gelişim aracıdır. Felsefe gibi sanat da tembelliği, önyargıları ve dengesizliği davet eden kültürel tembelliğin panzehridir. Esasen felsefenin en yakın dostu olan sanatın en önemli görevi ve işlevi de tıpkı felsefenin görev ve işlevi gibi tembelliği, önyargıları, dengesizliği, entelektüel fukaralığı getiren kültürel tembelliği ve yozlaşmayı engellemek, bunlarla mücadele etmek ve bunları yok etmektir.  

Sanatın bütün dallarını kapsayan retorik ve görsel alan olsun, halkın, hiçbir dayatma olmadan kendiliğinden bir araya geldiği birahaneler, kahvehaneler, pazaryerleri, karnaval alanları, sinema ve tiyatro salonları olsun, bütün bu yerler, toplumsal olandan, toplumsal ve kamusal alandan bağımsız yerler ve özel alanlar değildir.

O nedenle, siyasal mücadelelerin tarihi, büyük ölçüde, önemli toplantı mekânlarını, söylem alanlarını, sanatı denetlemeye yönelik girişimlerin tarihi olmuştur. Öyle olduğu için batı kültüründe, meyhane, pub, taverna, han, bar, karnaval, tiyatro; doğu kültüründe kahvehane, meyhane, pazaryeri gibi yerler, dünyevi otoriteler ile din adamları tarafından yıkıcılık mekânları, günah alanları olarak görülmüştür.

Zira bütün bu yerler, Amerikalı siyaset bilimci ve akademisyen J. C. Scott’un ‘Tahakküm ve Direniş Sanatları – Gizli Senaryolar’ isimli kitabında anlattığı üzere, resmi kültürle arası genellikle açık olan popüler kültürün, kendisini oyunlarla, danslarla, şarkılarla, şiirlerle, kumarla, küfürle, düzensizlikle cisimlendirdiği ve ifade ettiği yerlerdir.

Nitekim Shakespeare’in oyunlarında, meyhanenin, pazaryerinin, karnavalın kültürel anlamına ilişkin söylemlerden öğrendiğimiz üzere, gizli senaryonun toplumsal mekânları olan bu yerlerde, tahakküm ilişkilerinden kaynaklanan dile getirilmemiş karşıtlıkların, bastırılmış öfkelerin, tutulmuş dillerin ateşli ifadelerini buluruz. O nedenle, Balzac, ‘Köylüler’ isimli romanında, ‘İşte bu nedenle meyhane halkın parlamentosudur’ demiştir.

O nedenle, 2004 yılında benim Baro Başkanı seçilmemden ve arkadaşlarımla birlikte göreve gelmemden hemen sonra Ankara Barosu bünyesinde kurduğumuz Felsefe Kulübü’nün yanı sıra Sanat Kulübü ve Sinema Kulübü kurduk.

Sinema Kulübü tarafından düzenlenen hukuk ve adaleti konu alan film gösterimleri ile kısa film yarışmalarının yanı sıra, Sanat Kulübü tarafından şiir, ‘Adalet Uğraşısı İçinde Avukat ve Avukatlık Mesleği’ konulu Resim-Heykel-Özgün Baskı-Fotoğraf yarışmaları düzenlendi ve Ankara Barosu bu konudaki eserlerden, yani resimlerden, heykellerden, özgün baskılardan ve fotoğraflardan oluşan zengin bir koleksiyon sahibi oldu.

Bizim yönetimden ayrılmamızdan sonra Sinema Kulübü lağvedildi, Sanat Kulübü yerine Kültür Sanat Alt Kurulu oluşturuldu, bu kurul eliyle sanat işlerine kör topal devam edildi ve halen de devam ediliyor ama bir daha Resim-Heykel-Özgün Baskı, Fotoğraf ve kısa film yarışmaları yapılmadı.

Bütün bunları yapmaktan, bu bağlamda az yukarıda sözünü ettiğim kulüpleri kurmaktan, felsefeyle, genel anlamda sanatla, özel anlamda sinema sanatıyla ilgili faaliyetlerde bulunmaktan amacımız; avukatların kendilerini bu alanlarda geliştirmelerine katkıda bulunmak, mesleklerini icra etmekte felsefeden ve sanattan beslenmelerini sağlamak ve avukatları ve avukatlık mesleğini hakkı olan kaliteye kavuşturmaktı.

Esasen felsefi ve sanatsal bir altyapı ve donanım olmadan avukatlık mesleğinin hakkıyla yapılması, avukatların ve baroların hukukun gelişmesinde öncü rolünü oynamaları mümkün değildir. Zira avukatın, avukatlık mesleğinin, avukatların meslek örgütü olan baroların, hukukun ve hukukçuların en önemli besin kaynağı felsefe ve sanattır.   

Bütün bu nedenlerle, hukukçuların ve onların en önemli temsilcisi olan avukatların sanata ve felsefeye ihtiyaçları vardır.      

Sayın Konuklar,

Hukukun amacı, görevi ve işlevi, hukukla ilgili olguları ve olayları, bilimin öngördüğü şekilde, diğer bir deyişle sistematik olarak incelemek, bu olgu ve olayları bir sistem haline getirmektir.

Hukuk felsefesinin amacı, görevi ve işlevi ise, sayısız bir kurallar bütünü ve toplamı olan hukuku, genel kültür açısından incelemek, hukuk felsefesinin temelini oluşturan hukuk teorilerini göz önüne almak, hukuk nedir, hak nedir, hukukun kaynağı, amacı, adalet idesi nedir, yürürlükteki hukuk düzeninin, yani pozitif hukukun meşruiyetinin kaynağı nedir sorularının cevabını veya cevaplarını araştırmak ve bulmaya çalışmaktır.

Buna göre, hukuk felsefesi, hukuktan değil, felsefeden hareket eder ve dolayısıyla hukuku felsefe temelinde inceler.

Yine hukuku, hukukun amacını, görevini, işlevini, hukukla ilgili olguları ve olayları sistematik bir şekilde açıklamayı amaçlayan ama değerler arasında herhangi bir tercih yapmayan hukuk biliminin aksine, hukuk felsefesi, ahlaki ve ideolojik bir yaklaşımla, kendi açısından en ideal hukuk olarak kabul ettiği şeye göre, hukukun normatif bir analizini yapar, hukuku bilimsel ve felsefi açıdan ele alır ve bu çerçevede inceler.

O nedenle, hukuk felsefesi, hukuk teorileri ve hukuk bilimi ile yakından ve hatta doğrudan ilgili ve ilişkilidir. Zira hukuk felsefesi, hukuku felsefi boyutuyla ele almak, hukukun ortaya çıkışına, hakka, adalete ve yasal düzene ilişkin sorgulamalara felsefi açıdan yaklaşmak demektir. Esasen hukuk felsefesi, bizatihi hukuk biliminin kendisi gibi kendisine hukukun temel konularını kapsayan bir muhteva edinmiştir.

Yine hukuk felsefesi, genel felsefe, ahlak felsefesi ve siyaset felsefesi ile iç içedir. Zira hukuk felsefesi, toplumu ve bireyi anlamak, toplumun ve bireyin ihtiyaçlarını karşılamak için diğer bilimsel çalışmalara kaynak olabilecek sorgulamalar yapar, insanların hukuku, hukuk kurallarını, adalet ve hak ilkelerini ve kurumlarını nasıl anladıklarını, nasıl anlamaları ve uygulamaları gerektiğini araştırır ve bunu ortaya koyar.

Hukuk felsefesinin daha iyi bir şekilde anlaşılması ve kavranması ise, felsefe biliminin, genel felsefinin bilinmesini gerektirir. Zira genel felsefe bilinmeden, hukuk felsefesinin anlaşılması ve kavranması mümkün değildir.

Genel felsefe, felsefenin temel alanlarından olan “aksiyoloji/değerler felsefesi” içindeki etik değerler üzerine, yani insanların ahlaki değerlerini sorgulamaları üzerine kurulu olan bir disiplindir. Bu amaçla ve bu noktadan hareketle, genel anlamda felsefe, özel anlamda değerler felsefesi, kişilerin davranışlarına ve eylemlerine esas teşkil eden ilkeleri ve değerleri araştırır.

Hukuk felsefesi ise, hukukun araçları olan yasalar, yasal düzenlemeler, hak ve adalet gibi konulara odaklanır. Bu yönü ve içeriği itibarı ile hukuk felsefesi, insanların ve toplumun ortak ve genel iyiliği için hukukun temel ilkelerinin ve kurumlarının adil ve hakkaniyetli olmasının zeminini hazırlar. Diğer bir deyişle yargılama faaliyetinin ifasını ve icrasını, adına adil yargılama ilkesi dediğimiz adil ve hakkaniyetli bir temele oturtur.

Hukuk felsefesi, bütün bu hususların incelenmesi, araştırılması ve uygulanması için, hukukun ve hukuk sisteminin iç yüzünü ve içeriğini, varlığının ne olduğunu, bunun nasıl tanımlanması, nasıl tespit edilmesi ve açıklanması gerektiğini araştırmaya çalışır. Hukuk felsefesi, aynı zamanda hukukun ve hukuk sistemlerinin öznelerinin, yani yargıçların, avukatların, savcıların, hukuk akademisyenlerinin ve diğer hukukçuların ne yapmaları, hukuku nasıl anlamaları, nasıl uygulamaları, hukukun nasıl olması ve işlemesi gerektiği hususlarını da normatif bir yolla ele alır, inceler ve araştırır. 

Hukuk felsefesi bu inceleme, araştırma ve çalışmasında, genel felsefenin; varlığın iç yüzünü, diğer bir deyişle en yüksek hedefini araştıran metafizik ve ontolojik güvenilir/pekin bilgiye nasıl ulaşılabileceğini sorgulayan “epistemolojiden” ve değer biçmek konusunda hangi ölçütlere başvurmak gerektiğini inceleyen “aksiyoloji/değerler felsefesinden” yardım alır. Zira hukuki sorunları aydınlatabilecek fikirler, aynı zamanda genel felsefede, epistemolojide, mantıkta ve sistematik düşünce formlarında da işlevsel olarak mevcuttur.

Değerli Meslektaşlarım,

Buraya kadar verdiğim bilgileri eğer somutlaştırırsak, genel anlamda felsefeyi, özel anlamda hukuk felsefesini bilmeden, anlamadan ve özümsemeden bir yargıcın hukuk normunu analiz etmesi, özüyle, sözüyle ve amaca uygun bir şekilde yorumlaması, analiz etmesi, somut olaya uygulaması,  yargılama faaliyetini adil yargılama ilkesine uygun bir şekilde yürütmesi, kişilerin tasarruflarına, davranışlarına ve eylemlerine esas teşkil eden motivasyonlarını anlaması, algılaması ile doğru ve güvenilir bilgiye ulaşması, epistemolojide, mantıkta ve sistematik düşünce formlarında işlevsel olarak mevcut ve hukuki meseleleri aydınlatabilecek olan hukuki fikirlerden yararlanması, değer biçme konusunda hangi ölçütlere başvuracağını bilmesi ve buna göre takdir hakkını nesnel bir şekilde kullanması  ve adil bir şekilde karar vermesi mümkün değildir.

Aynı şekilde adalet talep eden avukatların da, genel anlamda felsefeyi, özel anlamda hukuk felsefesini bilmeden, anlamadan ve özümsemeden, bir hukuk normunu analiz etmeleri, özüyle, sözüyle ve amaca uygun bir şekilde hukuk normunu yorumlamaları, açacakları davayı veya yapacakları savunmayı doğru bir hukuki zemine oturtmaları olanaksızdır.

O nedenle, yargıcıyla, avukatıyla, savcısıyla bütün hukukçuların felsefeye gereksinimleri vardır.  

Değerli Konuklar,

Osmanlı Devleti döneminde ve On Dokuzuncu Yüzyılda yetişen, büyük devlet ve bilim adamı, tarihçi, hukukçu ve şair olan Ahmet Cevdet Paşa Başkanlığındaki bir komisyon tarafından 1869-1876 yılları arasında derlenen ve 1877 yılında yürürlüğe konulan “Mecelle-i Ahkam-ı Adliye” adlı yasal düzenlemenin 1792.maddesinde, yargı ve yargılama etiğinin anlamına, işlevine ve çerçevesine uygun bir şekilde yargıcın sahip olması gereken özellikler ile standartlara yer verilmekte ve şöyle denilmektedir: “Hakim; hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olmalıdır.” Buna göre “yargıç, hakîm, yani dosyasına ve kendisine hakim ve sahip, alim ve bilgin, haklı ve haksızı ayıran, hak ve adaletle hükmeden; fehim, yani akıllı, zeki, anlayışlı; müstakim, yani doğru, hilesiz, temiz, dürüst; emin, yani emniyetli, kendisine inanılan, güvenilen; mekîn, yani vakarlı, temkinli, olgun, sakin; metin, yani sağlam, metanetli ve dayanıklı olmalıdır.

Yargıcın böyle olması, bu özeliklere ve niteliklere sahip bulunması, mesleğini ve görevini hakkıyla yapabilmesi için felsefe bilmesi gerekir. Zira sözünü ettiğim maddede öngörülen her bir özelliğin ve niteliğin felsefi bir karşılığı ve anlamı vardır. Bu bağlamda, anılan madde, tıpkı felsefenin emrettiği ve insanı o yönde eğittiği ve terbiye ettiği gibi: kamil bir insan, vicdanlı, ahlaklı, erdemli bir insan olmayı emretmektedir. Böyle bir insan, böyle bir yargıç olmak ya da olabilmek için yargıcın felsefeye ihtiyacı vardır  

Diğer taraftan 1890 ile 1976 yılları arasında yaşayan ve Bordeaux Baro Başkanlığı yapan avukat Jean Moliérac: “Görevimizi yaparken kimseye, ne müvekkile, ne yargıca ve ne de iktidara tabiyiz. Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz. Fakat hiçbir hiyerarşik üst de tanımıyoruz. En kıdemsizin, en kıdemliden veya isim yapmış olandan farkı yoktur. Avukatlar esir kullanmadılar, fakat efendileri de olmadı” demiştir.

Moliérac’ın bu özlü sözünde avukat ve avukatlık mesleği için öngördüğü özgürlük, bağımsızlık, altlık üstlük ilişkisinin olmaması gibi ölçütler esas itibariyle felsefe temeli, dayanağı ve karşılığı olan ölçütlerdir. Avukatların bu ölçütlere göre hareket etmeleri, mesleklerini icra etmeleri, ancak ve ancak felsefi anlamda özgürlük ve bağımsızlık fikrine sahip olmaları, bu fikirleri özümsemeleri ve içselleştirmeleri ile mümkündür. O nedenle, avukatların felsefeye ihtiyacı vardır.

Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyor, en içten saygılarımı sunuyorum.