Akaryakıt ve LPG dağıtım şirketleri asıl ve genelde ek sözleşmelerle bayiye asgari mal alma taahhüdü yüklemektedirler. Genel olarak bunun amacı bayinin mal satımındaki gayretini artırmak ve yine dağıtım şirketinin de yıllık dağıtım planını ve kanunun kendilerine yüklediği asgari dağıtım miktarını tutturmaktır. Ancak asıl amaç bu olsa da dağıtım şirketleri asgari alım taahhüdünü ileride bayiye baskı aracı kurmak maksadıyla sözleşmelerinde yer vermektedirler. Zira asgari alım miktarını tutturamayan bayilere bayilik sözleşmelerinin uzatılmaması halinde tazminat ödeme konusunda baskı yapılması amacıyla kullanılan asgari alım taahhüdü, bu konudaki uyuşmazlıklarda görülen davalarda bilirkişilerce de raporlarında özellikle yer verilen bir konudur
Asgari alım miktarının bayinin açıkça aleyhine ve onun durumunu güçleştirici miktarda olması halinde TBK Md.27 hükmüne göre hukuka, ahlaka ve kamu düzenine aykırılıktan mahkemece hükümsüzlüğe karar verilebilecektir.
Ancak asgari alım taahhüdünün TMK Md.27 hükmüne aykırı olmaması durumunda, sözleşmeler ve varsa eklerinde yer alan yıllık asgari alım taahhüdüne uymama halinde, TBK 179/II de yer alan ifaya eklenen ceza koşulu söz konusu olmaktadır. Bu durumda dağıtıcı hem ifayı hem de cezai şartı talep edebilecektir.
Maddeye göre dağıtıcı iki halde ceza koşulunu talep edemez. Bunlardan ilki ceza koşulunu isteme hakkından açıkça vazgeçmedir. Diğeri ise, alacaklı çekince koymadan ifayı kabul etmiş veya sözleşmeden doğan edimlerini ifa etmeye devam etmişse bu durumda da ceza koşulunu talep edemez.
Bu konuda Yargıtay 19.Hukuk Dairesi’nin E:2014/720-K:2014/3105 sayılı ilamında, TBK 179/II de tarif edildiği şekilde geriye dönük olarak asgari alım taahhüdünden doğan kâr kaybının hangi koşullarda istenebileceği net olarak açıklanmıştır.
Karara göre, bayinin yıllık asgari ürün alımı taahhüdü bulunmasına rağmen yıllar itibariyle bu taahhüde uyulmamış ise dağıtıcı firmanın, TBK’nun 179/II. md. uyarınca hem ifayı hem de ceza koşulunu talep edebilmesi için takip eden yılda henüz bayie mal vermeden önce ceza koşulu ile ilgili “çekince” (ihtirazi kayıt) bildirmesi ya da bu konuda bayie noterden bir ihtarname göndermesi gerekir. Çekince için bir şekil şartı getirilmemiştir. Tedarikçi, taahhüde aykırı davranılmış olan yılı takip eden yeni yıldaki ilk fatura ve irsaliyeye koyacağı bir açıklama (şerh) ile bu koşulu yerine getirebilir. Bu şekilde bir çekince (ihtirazi kayıt) konulduktan veya ihtar çekildikten sonra tedarikçi (sağlayıcı) firma, mal vermeye (ifaya) devam etse bile önceki yıla ilişkin ceza koşulu alacağını sözleşme zamanaşımı süresi içinde her zaman talep edebilir. Sonraki yıllarda da aynı kural geçerlidir. Tekrarlamak gerekirse, her yıl sonunda bir önceki yıla dair ceza koşulunun istenebilmesi, takip eden yılda henüz ifaya başlanmadan önce çekince (ihtirazi kayıt) bildirilmesi veya ihtar çekilmesine bağlıdır. Bunlar yapılmadan müteakip yılın ifası gerçekleşmişse artık bir önceki yıla ait ceza koşulu istenemez. Çekince konmuş veya ihtar çekilmiş olan yıllarla ilgili ceza koşulunun istenebileceği ise kuşkusuzdur.
179/ II. Maddesinde öngörülen hüküm, emredici nitelikte olmadığından taraflar, sözleşme serbestisi ilkesi gereğince aralarında farklı bir düzenleme yapabilirler. Örneğin, sözleşmenin feshi halinde hem cezai şart hem de kâr mahrumiyeti ödeneceğini kararlaştırabilirler. Ancak sözleşmenin feshi halinde cezai şart ödeneceğinin kararlaştırılmış olduğu hallerde, Yargıtay HGK’nun 20.01.2013 T. 2012/19-670 E. 2013/171 K. sayılı kararında da açıklandığı üzere, sözleşme süresi içinde çekince konmadan uzun süre ifaya devam edilmesi üzerine borçluda, “ceza koşulu istenmeyeceği” ne dair haklı bir güven oluşmuş ise oluşan bu haklı güven ve dürüstlük ilkesi nedeniyle önceki yıla veya yıllara ait ceza koşulları talep edilemez.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/19-670 K: 2013/171 T: 20.01.2013
Taraflar arasındaki “ceza-i şartın tazmini” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 6.Asliye Ticaret Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 20.10.2009 gün ve E:218, K:626 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19.Hukuk Dairesinin 20.09.2010 gün ve 2010/2907 – 9997 sayılı ilamı ile;
(…Dava, bayilik sözleşmesiyle belirlenen eksik ürün alımı hali için öngörülen cezai şartın tahsili istemine ilişkindir.
Davalı vekili, sözleşme ile belirlenen tonaj taahhütlerinin hiçbir zaman yerine getirilmediğini, ödemelerin ihtirazı kayıt konulmadan kabul edildiğini, sözleşme süresince cezai şartın uygulanmadan ticari ilişkinin devam ettirildiğini bildirerek davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, taraflar arasındaki uyuşmazlığın sözleşmeyle eksik ürün alımı için öngörülen cezai şartın istenip istenemeyeceği noktasında toplandığı, davacının bayilik ilişkisinin kurulduğu 06.10.1998 tarihinden sonraki ilk yıl ortaya çıkan eksik mal alımı nedeniyle ihtarname ile davalıdan talep ettiği cezai şart ödenmemesine rağmen bu konuda dava açmadığı, sonraki 9 yılın tamamında davalının taahhüt ettiği miktarda ürün almamasına rağmen, davalıyla bayilik ilişkisini sürdürdüğü, bu durumun davacının bayilik sözleşmesinin 15.maddesindeki tonaj taahhüdü ve cezai şart hükümlerinin uygulanmasından zımnen vazgeçtiği anlamını taşıdığı, davalının sözleşme süresince başkasından akaryakıt ürünü almaması ve davacının da hiçbir zaman sözleşmede öngörülen asgari miktarda akaryakıt ürünü almamasına rağmen davalıya ürün sağlamaya devam ettiği ve ürün bedellerini de ihtirazı kayıtsız kabul etmesi karşısında, esasen sözleşmenin 15.maddesinin fiilen ortadan kalktığı, asgari alım taahhüdünün uygulanamayacağı ve bu konuda cezai şart istenmeyeceği konusunda 9 yıl süren bir uygulamanın oluştuğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Taraflar arasında bayilik sözleşmesi imzalandığı, bu sözleşmenin 12.maddesi gereğince müddetinin 10 yıl olduğu, 13.maddesi gereğince sözleşmenin herhangi bir hükmünün kısmen veya tamamen ihlal edilmesi halinde davacıya davalı bayi tarafından her seferinde 50.000 USD cezai şart ödenmesinin kabul ve taahhüt edildiği 15.maddesinde ise bayiinin yılda asgari 8.000 ton benzin, motorin gaz satmayı taahhüt ettiği, hususları sabittir.
Somut olayda, uyuşmazlık davalı bayiinin anılan sözleşmenin 15.maddesinde gösterilen yılda asgari 8.000 ton beyaz malı taahhüdüne uygun olarak sözleşme süresince satmadığı, bir başka deyişle taahhüt ettiği kotayı doldurmadığı, bu ihlalin sözleşme süresince devam edegeldiği, sözleşme süresinin bitiminden sonra davacının eksik mal alımından dolayı davalıdan cezai şart talep edemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Davalı bayii, sözleşmede almayı taahhüt ettiği malı sözleşmenin bitim tarihine kadar alma imkanına sahiptir. Davacının devam eden sözleşme süresinde malın eksik alınması nedeniyle cezai şart talep etmemiş olması davalıya atıfet tanıdığı, bu haktan sarfınazar ettiği anlamına gelmez. Çünkü bir yılda alınacak mal miktarının gösterilmiş olması sözleşme süresi olan 10 yılda alınacak mal bedelinden indirim yapılmasını gerektirmez. Mahkemece sözleşme hükümlerinin bu şekilde değerlendirilerek zamanaşımı süresince davacının bu davayı açmakta hakkı olduğu gözetilerek tayin olacak cezai şart üzerinde durulup sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçelerle davanın reddine dair verilen kararda isabet görülmemiştir…)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI:
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, bayilik sözleşmesiyle belirlenen eksik ürün alımı hali için öngörülen cezai şartın tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine dair verilen karar davacı vekilinin temyizi üzerine, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; yerel mahkemece önceki hükümde direnilmiştir. Direnme hükmünü, davalı vekili temyize getirmiştir.
Dosyadaki mevcut belge ve delillerden anlaşıldığı üzere; davanın tarafları arasında 06.10.1998 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere, akaryakıt ürünleri (benzin, gaz, motorin) ve diğer malları bulundurmayı, teşhir etmeyi ve satmayı, davacı şirketin izni olmaksızın başkaca bir mal bulundurmamayı hedef tutan bir bayilik sözleşmesi imzalanmıştır.
Anılan sözleşmenin 15.maddesinde, davalı şirketin (Bayi), yılda asgari sekizbin (8.000) ton beyaz mal (Benzin, Motorin, Gaz) satmayı taahhüt ettiği, bu hedefin altında kaldığı takdirde davalı şirketin, her eksik ton başına o günkü Merkez Bankası döviz satış kuru üzerinden olmak üzere, otuz (30) Amerikan Doları karşılığı ceza-i şartı ödemeyi kabul ve taahhüt ettiği anlaşılmaktadır.
Davacı şirket vekili tarafından, davalı şirkete (Bayi) gönderilen Beyoğlu 9.Noterliğinin 10 Mart 2000 tarih ve 05362 yevmiye nolu ihtarnamesinde özetle; 06.10.1998 tarihli bayilik sözleşmesinin 15.maddesine göre her yıl 8000 ton akaryakıt ürününü müvekkilin bayisi sıfatıyla alıp satması gerekirken bunu haksız olarak yerine getirmediği, Ocak/1999 ila Ocak/2000 döneminde yalnızca 2379 ton akaryakıt ürünü alıp sattığı, sözleşmenin 15. maddesi gereği eksik mal alımından kaynaklanan (5621 X 30 USD=168.630 USD) 168.630-USD doları müvekkil şirkete bir yılda eksik sattığı maldan dolayı kar mahrumiyetinin ödenmesi gerektiği, bu yükümlülüğün 15 gün içinde defaten ve nakten müvekkil şirketin hesabına yatırması ve bundan sonra da sözleşme hükümlerine uymayı, aksi takdirde aleyhine dava ikame ederek müvekkil şirketin, sözleşmeye uymamadan dolayı mahrum kaldığı karın faiziyle birlikte tazmini cihetine gidileceği belirtilmiştir.
Bunun üzerine, davalı şirket (Bayi) tarafından davacı şirkete gönderilen Altındağ 4.Noterliğinin 24 Mart 2000 tarih ve 06162 yevmiye nolu cevabi ihtarnamesinde özetle; akaryakıt istasyonunun mevcut konumu itibariyle yıllık 8000 sekizbin (8.000) ton beyaz mal satışının mümkün olmadığını, dağıtım şirketi bu durumdan hoşnut değilse, bayilik sözleşmesinin feshi ile ilgili şartları görüşmeye hazır olduklarını, kendilerine bununla ilgili bir (1) ay içerisinde yer ve zamanın bildirilmesinin istendiği, bu bağlamda sözleşmenin 15.maddesinin dikkate alınmaması kaydı ile bayiliklerinin devamına aksi takdirde fesih şartlarını görüşmek üzere biraraya gelmeye hazır olduklarını bildirmiştir.
Taraflar, az yukarıda içeriklerine yer verilen ihtarnamelere rağmen ticari ilişkilerini sözleşmenin kalan süresi olan dokuz (9) yıl boyunca sürdürmüşlerdir. Bu ticari ilişkinin devamı sırasında, davalı şirket (Bayi), sözleşme gereği her yıl satmayı taahhüt ettiği miktarın altında beyaz mal satmıştır.
Davalı şirket (Bayi), davacı şirkete gönderdiği Altındağ 4.Noterliğinin 11 Temmuz 2008 tarih ve 19990 yevmiye nolu ihtarnamesiyle, sona erecek olan bayilik sözleşmesini yenilemeyeceklerini belirterek, 06.10.2008 tarihinden itibaren feshettiklerini bildirmiştir.
Bunun üzerine, davacı şirket, davalı şirkete (Bayi) gönderilen Üsküdar 3.Noterliğinin 18 Eylül 2008 tarih ve 19990 yevmiye nolu ihtarnamesiyle; davalı tarafından eksik satın alınan 45.370 ton ürün karşılığı şimdilik 2.722.200-USD’nin 10 gün içinde ödenmesi aksi takdirde yasal yollara başvurulacağı bildirilmiş; hemen akabinde ise, 20.03.2009 tarihinde fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere, ifaya ekli ceza-i şartın tazmini için eldeki dava açılmıştır.
Gerek davanın tarafları gerekse Yerel Mahkeme ile Yüksek Özel Daire arasında, az yukarıda içeriklerine yer verilen maddi olgunun gerçekleşme biçimi konusunda, herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Uyuşmazlık; davacının sözleşmenin ilk yılında (Ocak 1999 ila Ocak 2000) tutturulamayan tonaj taahhüdü (sözleşmenin 15.maddesi) için ihtarname göndermesi üzerine davalının bu hükmün hiçbir zaman yerine getirilemeyeceğini, bu nedenle de sözleşmenin 15.maddesinin dikkate alınmaması kaydıyla sözleşmenin ifaya devam edilmesini aksi takdirde fesih şartlarını görüşmeye hazır olduklarını cevabi ihtarname ile bildirmesi ve davacının buna rağmen dava açmayarak kalan dokuz (9) yıl boyunca sözleşmeyi ifaya ve kendine yarar sağlamaya devam etmesi karşısında, taraflar arasındaki sözleşmenin 15.maddesinin uygulanmayacağı yönünde bir anlaşmanın meydana gelip gelmediği; dolayısıyla bu durumun davalı tarafta haklı bir güven oluşturup oluşturmayacağı; burada varılacak sonuca göre, davacı yararına ceza-i şart tazminatına mahkemece hükmedilmesi gerekip gerekmediği, noktalarında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümünde etkili olan “İrade beyanları”, bir sözleşmenin kurulmasını amaçlayan “İcap (Öneri)” ve “Kabul” kavramlarının açıklanmasında yarar vardır:
Hemen belirtilmelidir ki, irade beyanı, bir ruhî hâdiseden bir başkasını haberdar etmek üzere yapılan ve bununla özel hukuk alanındaki ilişkilerde değişiklik yapılması, yeni ilişkiler yaratılması veya bu gibi ilişkilerin ortadan kaldırılmasının istendiği, hayatta edinilen tecrübelere, örf ve âdete göre halin icaplarından anlaşılan iradenin hareket ve faaliyeti olarak tanımlanabilir (Belbez, Hikmet: Akitlerde Sükutun Ehemmiyeti, AÜHF Dergisi, Yıl:1944, Sayı:2, Sahife:221).
İrade beyanları açık (sarih) olabileceği gibi, örtülü (zımni) de olabilir (Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu m.1/II.fıkra).
Beyanın anlam ve konusu hiçbir yoruma ve karışıklığa meydan vermeyecek şekilde beyan vasıtalarından, yani kullanılan söz, yazı veya işaretlerden anlaşılıyorsa, bu, açık bir irade beyanıdır. Zımni irade beyanı ise, iradenin varlığını gösteren davranışı ifade eder. Bu anlamda, açık olmayan her türlü irade beyanı, zımni irade beyanıdır. İrade beyanının anlamının, yani sonuç (işlem) iradesinin doğrudan doğruya söz veya işaretlerden çıkmaması, anlaşılmaması halinde, zımni irade beyanı sözkonusu olur. Başka bir deyişle, zımni irade beyanlarında beyan sahibinin davranışı, işlem iradesini dolaylı bir şekilde ifade eder; onun davranışından, dolaylı olarak işlem iradesine sahip olduğu sonucu çıkar (Eren, Fikret: Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, 11.Baskı, İstanbul 2009, Sahife:124).
İcap (öneri), bir akdi meydana getirmek amacı ile bir şahsın teklifini ihtiva eden ve karşı tarafa yöneltilen bir irade beyanıdır. Kabul ise, yapılan bir öneriye karşılık karşı taraf(muhatap) tarafından önerene yöneltilen ve sözleşmeyi öneriye uygun olarak meydana getirme arzusunu kesin olarak ifade eden irade beyanıdır. Kanunun veya tarafların anlaşması ile, yapılacak sözleşme için bir şekil öngörülmüş olmadıkça ya da önerene kabul için bir şekle uyulmasını şart kılmış olmadıkça, kabul beyanı bir şekle bağlı değildir; sözle, yazı ile veya kanaat verici bir davranışla yapılabilir (Oğuzman/Öz:Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, İstanbul 2012, Sahife:51, 66).
Bu bağlamda, taraflar arasında öteden beri mevcut iş ilişkileri dolayısı ile, o tarihe kadar ki uygulama çerçevesinde içlerinden birinin yaptığı siparişi diğer tarafın ayrıca bir kabul beyanında bulunmaksızın bir süre sonra malı göndererek (fiili kabul) cevaplandırmış bulunması, durumun bundan sonra da böyle olacağı hususunda bir güven olgusunun gerçekleşmesine yol açacağı belirtilmektedir (Kocayusufpaşaoğlu/Hatemi/Serozan/Arpacı: Borçlar Hukuku, Genel Bölüm, Birinci Cilt, İstanbul 2008, Sahife:206).
Öte yandan, taraflar arasındaki somut uyuşmazlığın çözümünde etkili olduğu düşünülen “güven ilkesi”, “güven kavramı” ve “güven sorumluluğu” hakkında açıklamalarda bulunulması yararlı görülmüştür.
Hukukun evrensel ve genel ilkelerinden olan “dürüstlük ilkesi” (Türk Medeni Kanunu m.2), bazı alt ilkelerin doğmasına sebep olmuştur. Bu ilkelerden birisi “ahde vefa ilkesi”, bir diğeri de “güven ilkesi”dir.
Yine dürüstlük ilkesini temel alan bir akım da, irade beyanlarının yorumunda ve dolayısıyla sözleşmelerin kurulup kurulmadığını tespitte “korunmaya layık haklı güveni” esas alan “güven ilkesi” dir. Bu güven ilkesi de, “hukuki görünüşe güvenin korunması” alt ilkesini doğurmuştur.
Güven kavramı, anlam itibariyle sadece, etik ve moral beklentilerin mevcut olduğu bir kavram değildir. O, aynı zamanda, toplum içerisindeki bireylerin iletişiminde çok ciddi rol oynayan ve bazı durumlarda eksik kalmış, tamamlanamamış ya da üstü kapalı olarak geçirilmiş, bazı irade beyanlarının yorumlanması ve tamamlanmasında önemli derecede etkisi olan psikolojik-sosyolojik bir kavramdır. Bilgilendirme gereksinimi içinde, güven kavramının, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamları da mevcuttur. Bir görüşe göre güven kavramı, toplum içerisinde, bir bireyin diğer bireylerle olan ilişkilerini tamamlayan; bu ilişkilerin yorumlanmasında kullanılan; ya da o bireyin geleceği ile ilgili olan olaylarda yol gösterici bir rol oynayan, tamamen insanın kendi iç dünyasıyla ilgili bir davranış, bir ruh hali, bir zihniyet, bir anlayıştır.
Güven kavramının temelinde; doğruluk, dürüstlük, açık sözlülük, içtenlik, gerçeklik, haklılık gibi anlamlar yatmakta; güven kavramının anlamı da sayılan bu ilkelere dayanmaktadır. Bu anlamda güven, iki taraflıdır. Bir birey, ya karşısındakine güvenir, ya da karşısındaki, o bireye güven verir. Bir kimsenin, çevresine verdiği güven, aynı derecede bir karşılık ve hukuki olarak korunma gerektirmektedir.
Özel bir ilişkiye girmiş taraflardan biri, hukuka ve güven ihlali söz konusu olduğunda da hukukun öngördüğü yaptırıma güvenerek karşı tarafa güvenmiştir. Karşı taraf omuzlarına da bu güvenden dolayı, doğru ve dürüst davranmak ve sadakatli olmak yükümlülüğü yüklenmiştir. Kendisine güvenilen taraf da yapmış olduğu kendi davranışları ile bu güven olgusunu meydana getirdiği için, güvenen tarafa kendisine neden güvendiği hususunda bir itiraz hakkı söz konusu olmayacağı öğretide ileri sürülmüştür.
Gerçekten de, her iki tarafın menfaatlerini korumak ve dengelemek için ileri sürülen güven ilkesine göre, bir irade beyanını anlamak ve değerlendirmek için, beyan muhatabınca bilinen ve bilinmesi gereken bütün hal ve şartları Medeni Kanun m.2′de düzenlenen dürüstlük ilkesi gereğince değerlendirmek gerekecektir. Böylece, beyana ne anlam verilmesi gerektiği ortaya çıkacaktır. Bu ilkeye göre, korunan karşı tarafın-beyan muhatabının- “haklı güven”idir. Beyan muhatabının gerekli dikkat ve özeni göstermeksizin, beyanı nasıl anladığına bakılmayacaktır. Beyan muhatabı, kendisine ulaşan beyanı, dürüstlük ilkesi gereği, bildiği veya bilmesi gereken tüm unsurları dikkate alarak anlamalıdır. Yani, onun bu beyanı o şekilde anlaması MK. m.2 uyarınca haklı görünmelidir. İşte bu ilke, meydana gelen adaletsizliği ve taraflar arasında gerçekleşen sorunu çözmüş olmaktadır. Zira, güven ilkesi “karşılıklı birbirini gözetme” ve “bağlılık” esaslarına dayanmaktadır. Bu ilkeye göre, hem beyan sahibinin hem de beyan muhatabının menfaatleri dengede tutulmuş olmaktadır. Bir yandan beyan muhatabının, dürüstlük kuralına(objektif iyiniyet) göre, bildiği ve bilebileceği bütün olguları değerlendirerek beyana vermesi gereken anlama olan haklı güveni korunmakta; diğer yandan ise, beyan sahibinin yaptığı beyanının, makul ve dürüst bir sözleşen insan tarafından anlaşılması olağan biçimde anlaşılacağına dair haklı güveni teminat altına alınmaktadır.
Güven sorumluluğunun gerçekleşebilmesi için, bir kimsede hukuken korunmaya layık bir güvenin olması, bu güvene dayanılarak bir tasarruf işleminde bulunulması, tüm bunların da bir kişiye isnat edilebilmesi gerekir.
Yukarıda güven sorumluluğuna ilişkin belirtilen genel şartlar, aynı zamanda Alman Hukukunda da aranmaktadır.
Öte yandan, güven sorumluluğu kavramı, 90′lı yılların ortalarına doğru, İsviçre Federal Mahkemesi kararlarına da konu olacak şekilde uygulama içerisinde, ciddi biçimde ağırlığını göstermeye başlamış, bu kavramın hukuk biliminde yer almasını sağlamıştır.
İsviçre Federal Mahkemesi’nin kararları ve İsviçre Hukuk uygulaması, özellikle, bir kimsenin, karşı tarafta oluşturduğu güveni daha sonraki davranışlarıyla hayal kırıklığına dönüştürmesini, yani söz konusu olan çelişkili davranışları korumadığı anlaşılmaktadır.
Güven sorumluluğunun Türk Pozitif Hukuku’nda özel bir kanuni düzenlemesi bulunmamakla birlikte; Türk Hukuk Öğretisinde dürüstlük kuralından hareketle bir olayda güven sorumluluğunun gerçekleşebilmesi için şu şartlar aranmaktadır: Olayda bir “güven” unsuru bulunmalı, zarar gerçekleşmeli, yaratılan hukuki görünüme güvenin pozitif olarak korunması anlamında geçerlilik sonucu bağlanmamalı, zarar ile yaratılan hukuki görünüş arasında nedensellik bağı söz konusu olmalı, başka hukuki kurumların uygulama alanına giren herhangi bir durum söz konusu olmamalı, hukuki görünüşü yaratan kimse kusurlu olmalı, kişinin haklı güveni, yani olayda iyiniyeti bulunmalıdır.
Haksız fiil zararının söz konusu olduğu haller ile diğer sorumluluk ilkelerinin devreye girdiği hallerde söz konusu olmayan güven sorumluluğu ancak, Türk-İsviçre Hukuku’nda MK.m.2 ve MK.m.3 ışığında Canaris’in “Negativer Vertrauensschutz-güvenin negatif-menfi-olumsuz korunması” olarak nitelendiği hallerde söz konusu olabilir. Güven sorumluluğu olabilmesi için, BK. 36/2.maddesinde olduğu gibi, bir “hukuki görünüşe haklı güven olgusu-Rechtsscheinhaftung” söz konusu olmalıdır (Oğuztürk, Burcu(Kalkan): Güven Sorumluluğu, Vedat Kitapçılık, 1. Bası, İstanbul 2008, sahife:1,4, 9, 37-38, 128, 166, 184, 193, 268, 271; Hukuk Genel Kurulu’nun 10.02.2010 gün ve E:2010/9-39, K:2010/71 sayılı ilamı).
Nihayet, her yerden ziyade ticari alışverişler emniyet ve itimat üzerine kurulmuştur; tacirlerden muamelelerinde beklenen basiret ve alâka alelade vatandaşlarınkinden fazladır. Karşılıklı güven, karşılıklı olarak dürüstlük esaslarına uymayı, kendisinin olduğu kadar karşı tarafın menfaatlerini de gözönünde tutmayı icabettirir. Medenî Kanunu’muzun 2 inci maddesinin koyduğu “Herkes haklarını kullanmakta ve borçlarını ifada hüsn-ü niyet kaidelerine riayetle mükelleftir.” prensibi yalnız dar mânada medenî hukuk sahasına değil, bütün hukuki hayatımıza hâkim olan bir kaidedir. Ve özellikle ticaret hukukunda uygulama alanı bulur. (Belbez, Hikmet: age., Sahife:221).
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Davacı şirket vekili tarafından, davalı şirkete (Bayi) gönderilen Beyoğlu 9.Noterliği’nin 10 Mart 2000 tarih ve 05362 yevmiye nolu ihtarnameyle, 06.10.1998 tarihli bayilik sözleşmesinin 15.maddesine göre, eksik mal alımından kaynaklanan kar mahrumiyetinin müvekkili şirkete ödenmesi gerektiğinin bildirilmesi üzerine, davalı şirket (Bayi) tarafından davacı şirkete gönderilen Altındağ 4.Noterliği’nin 24 Mart 2000 tarih ve 06162 yevmiye nolu cevabi ihtarnamesinde sözleşmenin 15.maddesinin dikkate alınmaması kaydı ile bayiliklerinin devamına aksi takdirde fesih şartlarını görüşmek üzere biraraya gelmeye hazır olduklarını belirtmiştir.
Taraflar, az yukarıda içeriklerine yer verilen ihtarnamelere rağmen ticari ilişkilerini sözleşmenin kalan süresi olan dokuz (9) yıl boyunca sürdürmüşlerdir. Bu ticari ilişkinin devamı sırasında, davalı şirket (Bayi), sözleşme gereği her yıl satmayı taahhüt ettiği miktarın altında beyaz mal satmıştır.
Görüldüğü üzere, davalı şirketin, davacı şirkete hitaben gönderdiği 24 Mart 2000 tarihli ihtarnamedeki önerisi, davacı şirketin bu anılan ihtarnameye cevap vermemekle (veya sessiz kalmakla) birlikte, sözleşme süresince davalı şirkete beyaz mal vermesine ilişkin davranışı, bu ilişkinin sözleşmenin kalan süresince (9 yıl) devam ettiği gözönüne alındığında, davacı şirket, taraflar arasındaki bayilik sözleşmesinin ceza-i şartı düzenleyen 15.maddesinin uygulanmayacağı konusunda davalı tarafta haklı bir güven oluşturmuştur.
Davalı şirket, kendisinde uyandırılan bu haklı güven dolayısıyla davacı şirketten beyaz mal almaya devam etmiş; ancak, beklemediği şekilde, bayilik sözleşmesinin kendisi tarafından feshinden sonra davacı tarafından eldeki dava ile ceza-i şart tazminatının tahsili istenilmiştir.
Dolayısıyla, davacı şirketin bayilik sözleşmesinin 15.maddesinin uygulanmayacağı yönündeki anlaşma nedeniyle ortaya çıkan olgunun kaynağı haklı güvendir. Bu şekilde ortaya çıkan güven sorumluluğu ise, dürüstlük ilkesinin bir gereğidir.
Daha da önemlisi, davacı şirketin davranışları ile davalı şirkette yarattığı güvenle çelişki oluşturacak şekilde sözleşmenin davalı şirket tarafından feshinden sonra eldeki davaya konu edilen ceza-i şart tazminatını istemesi çelişkili davranış yasağını oluşturur ki, böyle bir davranışın hukuken korunması beklenemez.
Öyleyse, yerel mahkemenin az yukarıda belirtilen maddi ve hukuki olguları gözeterek, paralel gerekçelere dayalı olarak davacı tarafın ceza-i şart tazminatının reddine ilişkin karar vermesinde bir isabetsizlik bulunmadığından, usul ve yasaya uygun direnme kararının onanması gerekir.
SONUÇ: Davacı …….. A.Ş. vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440/1.maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 30.01.2013 gününde oyçokluğuyla karar verildi.”
Benzer nitelikte Yargıtay19. Hukuk Dairesi E: 2013/14654 K: 2013/19950 T:17.12.2013; Yargıtay 19. Hukuk Dairesi E: 2013/16912 K: 2014/667 T:07.01.2014; Yargıtay E: 2013/14851 K: 2014/1302 T:16.01.2014; Yargıtay 19. Hukuk Dairesi E: 2014/720 K: 2014/3105 T:18.02.2014;
Yargıtay 19. Hukuk Dairesi E: 2013/14654 K: 2013/19950 T:17.12.2013; Yargıtay 19. Hukuk Dairesi E: 2013/16912 K: 2014/667 T:07.01.2014; Yargıtay 19. Hukuk Dairesi E: 2013/14851 K: 2014/1302 T:16.01.2014; Yargıtay 19. Hukuk Dairesi E: 2014/720 K: 2014/3105 T:18.02.2014; kararları da aynı doğrultuda olup, TMK md.2 deki güven unsurunu ve çelişkili davranma yasağını esas almak suretiyle, çekince koymadan mal sevkiyatını asgari alım taahhüdüne uymama karşısında kâr mahrumiyeti talebinin reddi gerektiğine karar verilmiştir.
Yukarıda zikredilen Yargıtay Hukuk Genel Kurul ve Yargıtay 19.Hukuk Dairesi kararları istikrarlı şekilde mahkemelerce uygulanırken Yargıtay 11. Hukuk Dairesi E:2020/3027 K:2021/3649 T:14.04.2021 tarihli kararı ile, taraflar arasındaki bayilik protokolünün 5/2 maddesinde; “bayinin dağıtım şirketine karşı her ne suretle olursa olsun üstlenmiş olduğu yükümlülük ve taahhütlerden herhangi birinin ihlali halinde,….lehine doğacak hakların bir ya da birkaçının…tarafından bayiye karşı zamanında kullanılmaması….tarafından bu haklardan feragat edildiği anlamına gelmez….bu haklarını mevzuat ve yasalarda belirtilen sürelerde her zaman için kullanabilir.” Hükmü yer aldığından yeni mal tesliminin sözleşmenin eylemli olarak tadil edildiği anlamına gelmeyeceği, bu durumda mahkemece tartışılan ihtirazi kayıt ihtarının davalıya tebliğ edilip edilmemesinin de sonuca bir etkisi bulunmayacağı gözetilerek ….” denmek suretiyle, taraflar arasındaki yazılı metinlerde tarafların kendi lehlerine olan haklarını zamanında kullanılmamasının bu haklardan feragat edilmiş sayılmayacağı kabul edilerek; böyle bir durumda ihtarname çekilmese ya da çekilmiş olup bayiye tebliğ edilmese dahi bu hakkını her zaman kullanabilir kararına varılmıştır.
Bundan sonra da Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E:2023/11-503 K:2024/99 T:14.02.2024 kararı ile,
“Taraflar arasında düzenlenen 02.05.2011 tarihli sözleşme ve eki niteliğindeki taahhütnamede öngörülen ceza koşulu, ifaya eklenen ceza koşulu niteliğinde olduğu her türlü duraksamadan uzaktır. Kural olarak, davalının yıllık ürün alım taahhüdüne uymaması nedeniyle davacı tarafından ceza koşulu talep edilebilmesi için ceza koşulunun oluştuğu yıldan sonraki yıllarda ürün verilirken ihtirazi kayıt koyularak bu hakkın saklı tutulması gerekir. Ancak taraflar arasında düzenlenen protokolün 5.2 maddesinde "........lehine doğacak hakların bir kaçının …….tarafından bayiye karşı zamanında kullanılmaması, ……..tarafından bu haklardan feragat ettiği anlamına gelmeyeceği" hükmüne yer verildiği gibi yine taraflar arasında imzalanan aynı tarihli sözleşmenin 47 nci maddesinde de cezai şarta ilişkin düzenlemede bayinin "...cezai şart tutarlarını, ihtarname keşidesine ve mahkeme kararı alınmasına gerek kalmaksızın ilk yazılı talep üzerine..." ödeyeceği ifade edilmiştir. 17. Bu durumda davacı ihtirazi kayıt koymadan her yıl davalıya ürün vermişse de, protokolde ve sözleşmede yer alan hüküm dikkate alındığında ihtirazi kayıt koymadan ceza koşulunu talep edebilecektir. Zira yukarıda da bahsedildiği üzere sözleşme serbestisi ilkesi çerçevesinde taraflar sözleşme ile ceza koşulu talep edebilmek için ihtirazı kayda gerek olmadığını kararlaştırmışsa veya taraflardan biri ceza koşulu talep edebilmek için ihtirazı kaydı aramayacağını taahhüt etmişse sonradan yapılan teslimlerde ihtirazi kayıt konulmamış olsa dahi ceza koşulu isteme hakkı düşmez. Dolayısıyla davacı tarafından davalıdan geriye dönük ceza koşulunu talep etme hakkı bulunmaktadır
Önemle vurgulamak gerekir ki; her ne sebepten doğarsa doğsun ceza koşulunu talep hakkının ihtirazi kayıt ileri sürülmesine gerek olmaksızın sözleşme ile saklı tutulması veya ihtirazi kayıt aranmayacağı hususunda taahhütte bulunulması durumunda bir yıllık dönemler sonunda ceza koşulu alacağının yazılı olarak talep edilmemesi zımnen feragat olarak kabul edilemez. Aksinin kabulü ise bayilik sözleşmesinin uygulanma olanağı olmadığı ve geçersizliği sonucunu doğurur. Ayrıca sözleşme serbestisi ilkesi gereğince tacir olan tarafların bilerek ve isteyerek imzaladığı sözleşmeyi veya sözleşme gereğince bir tarafça verilen taahhütnameyi geçersiz kılmak anlamını taşır.
O hâlde; taraflarca imzalanan sözleşme ve protokolün anılan maddeleri karşısında sözleşme süresince davalının yıllık taahhüdüne uygun alım yapmamasına rağmen ihtirazi kayıt ileri sürülmeden ürün verilerek sözleşmenin devam ettirilmesinin artık ceza koşulunun talep edilemeyeceği hususunda davalıda haklı güven oluşturmayacağı aşikardır. Bu itibarla davalı şirketten asgari alım taahhüdüne uyulmamasından dolayı ceza koşulu talep edebileceğinden, bölge adliye mahkemesince bu hususlar dikkate alınarak varılacak uygun sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekir.”
denmek suretiyle yukarıda ilk bahsedilen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/19-670 K: 2013/171 T:20.01.2013 ve Yargıtay 19.Hukuk Dairesi’nin istikrarlı şekilde vermiş oldukları TMK md.2 de kendisini hissettiren haklı güven oluşturması ilkesinden bir dönüş olduğu izlenimi veren bir karar oluşturmuştur.
Her iki Hukuk Genel Kurul kararı aynı ilkelere dayanmakta olup nitekim son kararda “Kural olarak, davalının yıllık ürün alım taahhüdüne uymaması nedeniyle davacı tarafından ceza koşulu talep edilebilmesi için ceza koşulunun oluştuğu yıldan sonraki yıllarda ürün verilirken ihtirazi kayıt koyularak bu hakkın saklı tutulması gerekir.” Denmekle bu husus vurgulanmışsa da, son karar, taraflar arasındaki sözleşmelerde dağıtım şirketi “lehine doğacak hakların bir kaçının …….tarafından bayiye karşı zamanında kullanılmaması, ……..tarafından bu haklardan feragat ettiği anlamına gelmeyeceği" hükmünün var olması halinde, ihtirazi kayıt zorunluluğu doğmayacağı anlamını içermektedir. Sözleşmede böyle bir hükmün yer almaması halinde Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/19-670 K: 2013/171 T:20.01.2013 ve Yargıtay 19.Hukuk Dairesi’nin istikrarlı şekilde vermiş oldukları kararlar aynen uygulanmaya devam edecektir.
Ancak bizim hukuki görüşümüze göre TMK Md.2 de yer alan, “Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.” ilkesi bu kararla açıkça ortadan kaldırılmıştır. Zira sözleşmeye en başından böyle bir hüküm konularak, ben haklarımı kullanırken ve borçlarımı yerine getirirken dürüstlük kuralına uymasam da hukuk düzeni buna cevaz verecek anlamına ve davranışa yönelik verilen bu karar, güven ilkesini ve taraflar arasındaki dengeyi, bayi karşısında güçlü konumda olan dağıtım şirketi lehine bozmuş olmaktadır.
Dağıtım şirketi sözleşmede yer alan şirketi “lehine doğacak hakların bir kaçının …….tarafından bayiye karşı zamanında kullanılmaması, ……..tarafından bu haklardan feragat ettiği anlamına gelmeyeceği" hükmünden yararlanmak suretiyle bu sefer de bayide, acaba sözleşme sonunda kâr mahrumiyetinden doğan cezai şartın tamamını tarafımdan ister mi sorusuna yöneltecek, kendisi bakımından bir güven zedelenmesine yol açacaktır. Nitekim yargılama makamları huzurundaki benzer davaların tamamında ve bu dosyalardaki bilirkişi raporlarında, dağıtım şirketinin bir sonraki sözleşme için bayide baskı yaratmak için bu kozu kullandığı ve fakat yeni sözleşme yapılması halinde kâr mahrumiyeti adı altındaki cezai şartı talep etmediği belli olmaktadır. Yani Yargıtay Hukuk Genel Kurul kararı aslında bir sözleşme hükmünü yerine getirilmesi doğrultusunda karar verdiğini düşünürken, diğer taraftan taraflar arasındaki dengeyi dürüstlük kuralına uymayacağını en başında sözleşmeye koymakla açıklayan dağıtıcı lehine bozmuş olmaktadır.
Son Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E:2023/11-503 K:2024/99 T:14.02.2024 kararına konu yargılamadaki taraflar arasındaki sözleşme içeriği tarafımızdan bilinmese de, bu sözleşmede aynı hüküm yani lehine doğacak hakların bir kaçının …….tarafından bayiye karşı zamanında kullanılmaması, ……..tarafından bu haklardan feragat ettiği anlamına gelmeyeceği" hükmü sadece dağıtıcı değil de her iki taraf açısından da konulmuş bir hüküm değilse yukarıdaki dengenin ve dürüstlük ilkesini tamamen ortadan kalktığı aşikardır. Bu hüküm her iki taraf için de geçerli ise bu sefer bayi tarafından ihtirazi kayıt olmadan mal kabulünün, bu koşullarda sözleşmeye devam edemeyeceğinin, kimsenin zarar edeceği bir işe zorlanamayacağını ihtar etmese dahi, bunu kabul ettiği anlamına gelmeyeceği sonucunu doğurur. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/19-670 K: 2013/171 T:20.01.2013 yargılamasına konu olayda, bayi tarafından sözleşmeye bu koşullarda devam edilemeyeceği ihtarı çekilip dağıtıcının susması ve mal tedarikine devam etmesi halinde bayiyi haklı bulmuştur.
Dağıtım şirketlerinin sözleşme yapma sürecinde o yöredeki bir bayinin ne kadar ürün satabileceğini bildiği, bilmesi gerektiğinden hareketle, bunun çok üstünde bir asgari alım taahhüdü ve yüksek miktarlı cezai şartlar koymakla en başından dürüstlük kuralına uymadıklarının kabulü de zorunludur.
Av. Murat BAŞMAN