Bugün herkesin eşit haklarının olduğu, hatta hakların bir kısmının evrensel/mutlak veya doğal olduğu düşüncesi genel kabul görmüş olsa da yaklaşık 300 sene önce kimse böyle düşünmüyordu.
Haklar tarihin bir noktasında inşa ettiğimiz insan eli değmiş kavramlardır. En nihayetinde insan icadıdırlar. Toplumsal hayatta öteki ile bir arada yaşamayı sağlarlar. ”Öteki”nin olmadığı bir yerde ”hak” bir şey ifade etmez, çünkü hakka ihtiyaç yoktur. Hak mücadelesi dediğimiz şey de esasında ”öteki” ile aramızdaki ”sınıra” dair verilen bir kavgadır.
Bu hakların sınırları çizilirken hakkın varlığının karşı tarafa kabul ettirilmesi de, varlığı kabul edilen bir hakkın uygulanmaması da kaçınılmaz olarak çatışmalara yol açar. Toplumsal hayatta bu çatışmalar karşılıklı ödünleşme ile uzlaşmaya dönüşür. Sadece bir tarafın ödün verdiği yerde uzlaşma değil tahakküm vardır.
Yani hak mücadelesi aslında bir arada yaşamak için girişilen kavgadır. Ve bu kavga çoğu zaman ”güçler nisbetinde” bir arada yaşamamızı mümkün kılacak bir uzlaşmayla sonuçlanır.
Hak kavramı üzerinde fikir yürütmeden önce ikili bir ayrım yapmak gerekir:
1- Kişilerin salt kendi toplumları ve yönetimleriyle ilişkileri açısından geçerli olan, zamana ve mekana göre değişkenlik gösteren, hukuk düşüncesini şekillendiren ve işlemesine imkan veren haklar:
2-İnsan olmaktan kaynaklanan, doğumla kazanılan dolayısıyla da evrensel olarak adlandırılan haklar:
Hakların Değişimi, Dönüşümü ve Genişlemesi
Hakların alanı, nerede başlayıp nerede bittiğine dair sınırlar sürekli yeniden çizilir. Hakların ele alınışı ve tanımlanması daima dinamik bir süreçtir. Bu anlamda haklar olmuş bitmiş, tamamlanmış bir şey olmaktan çok, sürekli oluş halinde ve dönüşüm içindedir. Tarihin akışı içinde her momentte yeniden şekillenirler.
İki insanın bir araya geldiği her yerde hakların mutlaka tanımlanması ve düzenlenmesi gerekir. Bugünden geçmişe bakıldığında eski zamanların hak düzenlemeleri çok yetersiz, çok zayıf, hatta çok sınırlı görünse dahi; aslında her dönemde, her çağda, her sınıftan insanın mevcut koşullar ölçüsünde bir takım hakları vardır. Ama modern zamanlarda biz bu hak tanımının çok daha detaylandığına ve çok daha genişlediğine şahit oluyoruz. Elbette her dönemde insanların bir takım haklara sahip oldukları söylenebilir, fakat bu haklar hiçbir zaman içinde yaşadığımız modern dönemdeki bireyin haklarıyla mukayese götürmez.
Haklardaki değişimin sebebi kuşkusuz hayatı yaşayış ve tecrübe ediş şeklimizdeki farklılaşmadır. İnsanlığın bilgisi ve etkileşimi arttıkça ve toplumsal hayat hızlanıp karmaşıklaştıkça hakkın kapsamı da genişler.
Pek çok faktöre bağlı olan değişim, hele de hak söz konusu olduğunda hiçbir zaman toplumun bütün unsurlarının desteğiyle gerçekleşmez. Fakat apaçık olan vakıa, her türlü değişimin haklarda da bir değişiklik yaratacağıdır. İnsanlık tarihinde olaylar kimi zaman yavaş ve derinden, kimi zaman hızlı ve yıkıcı biçimde cereyan eder. Yavaşlığın hüküm sürdüğü dönemlerde hak konusundaki değişim de hissedilmeyecek denli yavaş ve durağan gerçekleşir. Temel üretim ve ilişki biçimlerinin değişmediği yüzyıllar boyunca iktidarın, kölelerin, yabancıların, kadınların haklarında da pek bir değişim görülmez. Ama temel maddi koşullar ve ilişki biçimleri köklü bir değişime girdiğinde daha önce hiç akla bile gelmemiş haklar gündeme gelir, çatışmaya yol açar, kabul görür ve nihayetinde de iktidarlar bunları tanımak zorunda kalır.
Dünün dünyasında dile getirildiğinde kamuoyu tarafından o günün koşulları ve hayat tarzı içinde ciddiye alınmayacak pek çok şeyin, bugünün dünyasında haklar listesine dahil edildiği ve tartışmasız hak olarak kabul edildiği açıktır. Modern zamanlarda ırk eşitliği mücadelesinin sembolü haline gelmiş 1955 tarihli Montgomery otobüs eyleminin kahramanı Rosa Parks’a o gün, gelecekte 2008 yılında ABD başkanlık seçimlerini bir siyahi olan Barack Obama’nın kazanacağını söylesek, otobüs içinde siyahlar ile beyazlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak için direnen Parks’ın kendisi bile bunu ciddiye almazdı.
Aslında her çağ; antik çağ, orta çağ, rönesans, aydınlanma, modernite gibi her dönem hakların yeniden dağılımı ve toplum sözleşmesinin yenilenmesidir. Çağları değiştiren hep haklardaki bu köklü değişikliklerdir.
Antik Yunan
Çağının ilerisinde olmakla nam salmış Atina demokrasisinin, halk yönetiminin ilk örneği olduğu kabul edilir. Fakat Atina demokrasisindeki ”demos”, yani ”halk” farklı sınıflardan oluşuyordu. Devlet yönetimine katılma imtiyazına sahip olanlar belli bir yaşı geçmiş, belli miktarda serveti bulunan özgür erkeklerdi. Bu söylediğimiz grup esasında Atina halkının çok küçük bir kısmını teşkil ediyordu. Çocuklar, kadınlar, aile evinde bulunan diğer erkekler ve çok büyük bir sayıya karşılık gelen köleler bu halk yönetiminin ”halk” tanımı içinde yer almıyordu.
Bunun yanı sıra yönetime katılma hakkı kağıt üstünde bulunan ama yeterince mülk ve köleye sahip olamadığı için fiilen kamusal tartışmalara katılamayan Atinalıların da olduğu vakıadır.
Tanrı Kral
Her toplumsal yapıda olduğu gibi feodal toplumsal yapıda da haklar vardır. Fakat şüphesiz feodal toplumdaki söz konusu haklar bizim bildiğimiz insan haklarıyla karşılaştırıldığında pek çok temel haksızlık içerir. Neticede feodal toplumdaki haklar toplumsal piramidin tabanına doğru genişletilmiş haklar değil, aksine toplumsal piramidin üstündeki küçük bir azınlığın çıkarlarını gözeten ve meşrulaştıran haklardır. Bu nedenle feodal toplum sözleşmesinde serflerin derebeylerine karşı yükümlülüklerini belirleyen bir takım temel haklar, derebeyinin evlenen bir serfin geliniyle ilk geceyi geçirme hakkı gibi bir garabetle yan yana bulunur.
Modern Dönem ve Bireyin İcadı
17. yüzyılda teolojik dünya yerini seküler dünyaya bırakırken, yani feodal toplum yerini modern topluma, feodal devlet yapısı yerini modern ulus-devlet yapısına bırakırken, hak topluluklarla değil bireylerle anılmaya başlıyor. Feodal yapı çözülürken hakkın konusu doğrudan bireyler oluyor. Sivil bir alan oluşuyor. Kurallar kralların da üzerine çıkıyor. Kural/kral dönemi başlıyor. Kurallar, kuralı koyanın da üzerinde sayılıyor.
Modern zamanda kilise ve kral gücünü yitirirken, modern devlet hızla güç kazanır. Bu yeni dönemde de tabii ki kimin hangi haklara sahip olduğunun tanımlandığı yeni bir toplum sözleşmesine ihtiyaç duyuluyor. Bu yeni toplum sözleşmesiyle birlikte de insanlık tarihinde sahneye ilk defa “birey” çıkıyor.
İnsan haklarından bahsedebilmek için önce “birey” fikrine ihtiyacımız var. Bu anlamda bireyin bir suje olarak hukuk düzeni tarafından kabul edilmesi insanlık için önemli bir aşamadır.
Birey modern bir icattır. Modern öncesi dönemde topluluklarda bulunan insanları bugünün “birey” kavramıyla nitelemek mümkün değildir. Modern dönem öncesi gruplarla anılan, müstakil varlıklar olarak görülmeyen insanlar sınırlı bazı haklara sahip olsa da, kendileri ve hayatları hakkında, pek çok konuda karar verme imkanına sahip değillerdi. Tanrı devlet yapısı çökünce hakkın konusu doğrudan bireyler olduğu için sivil bir alan oluştu.
Kendi bedensel, ruhsal bütünlüğüne sahip, kendi hakları olan, bir sınıfa ve bir zümreye ait olduğu için değil, doğrudan kendisi olduğu için, kendi bedeni ve kendi ruhuyla hakları olan bir özne/birey fikri ortaya çıkıyor. Artık insanlar; aristokrat sınıfın bir unsuru ya da köylü sınıfın bir unsuru gibi değil de, kendi başına bir birey olarak, cemaatlerden kurtulmuş, hak sahibi olabilen bir özne/birey olarak kabul ediliyor.
Bireyin icadıyla “halk” diye bir şey de ortaya çıkıyor. Bundan sonra o halkın içerisinde sadece erkeklere oy hakkı veriliyor. Sonra kadınların da halkın bir parçası olduğu kabul görüyor, böylece kadınlar da oy kullanmaya başlıyor. Ardından bununla da yetinmeyip oy verme yaşı 18’e kadar indiriliyor, bunun neticesinde de halk artık sadece yetişkin kadınlar ve erkeklerden değil, aynı zamanda gençlerden de oluşuyor.
Değerlerin Tiranlığı ve Hakkın Zayıf Karnı: “Evrensellik”
Haklara dair sınırlar kurallarla çizilir. Kurallar tanım gerektirir ve tanımları da güçlü olanlar yapar. Tanımlar tanımı yapanın, yani güçlü olanın değer yargılarını ve iradesini yansıtır. Egemenlerin dini, etnik, ideolojik değer yargıları, hakların şekillenmesinde büyük rol oynar. Sıradan insanın hak konusundaki düşünceleri her zaman yaşadığı zamanın ve mekanın sınırları içerisindeki değer yargılarına göre şekillenir.
Tarihten gördüğümüz kadarıyla güçlüler bir değer hiyerarşisi inşa edip kendilerinden olmayanları “öteki” olarak görürler. Ötekileri de asla kendileri ile eşit görmezler. Yani aidiyet hissettiklerine hak gördüklerini, diğerlerine hak görmezler.
Carl Schmitt bu yüzden değerler meselesini hukuktan ve bilhassa anayasa hukukundan uzak tutmamızı söyler. Çünkü “değer” düşüncesinde kendisini iyi saklamış bir saldırganlık ikamet eder. İnsan bir şeyi değerli olarak tanımlarken zımnen başka bir şeyi de değersiz olarak tanımlamış olur. Bir şey daima başka şeylerin içinde ve başka şeylerle ilişkisinde değerli olur. Bir şey başka şeylerin içinde ve başka şeylerle ilişkisinde değer kazanıyorsa, bu onun karşısında başka şeylerin de değer kaybına uğrayarak, değersiz olduğu anlamına gelir. O vakit değerleri hukukun içine taşımak o değer karşısında başka her şeyi otomatikman değersiz kılar. Bu da değerli olanın değersiz olan üzerinde bir zulmüne/tiranlığına yol açar. Kısacası değerlerin olduğu yerde haklar gölgelenebilir.
Bir değerin savunucularının ezici bir çoğunluk olduğu yerde o değer kaçınılmaz olarak güç haline gelir. Bu değer etnik, dini ya da politik bir değer olabilir. Bir yerde, çoğunluğun paylaştığı değer başka değerler karşısında açık ara öne çıkarsa, o değer artık egemenlerin iradesini; sübjektif değer yargıları sanki objektif bir yapıya sahipmiş gibi mahkeme kararları biçimi altında hukuki kudretle donatır. İşte değerler, hakları böyle gölgeler. Değersizleştirilen, değerliye boyun eğer; çünkü değeri güçlü ve özgür olan belirler.
İnsanların doğuştan gelen haklarını evrensel bir değer olarak sunan ve bu anlamda insan hakları teorisine büyük katkıda bulunan John Locke, evrensel bir değer olarak insan hakları fikrini ortaya atarken aynı zamanda köle ticareti yapan bir firmanın ortaklarındandı. Bugün Locke’u tutarsızlık ve ikiyüzlülükle suçlayabiliriz, fakat kendi kültürünün ve kendi kültürel değerlerinin sınırları içinde kaldığı için Locke’u ahlaken mahkum etmek aslında hiç de makul değildir. Locke’un değerleri, Locke’un teorisindeki insan haklarını gölgelemiştir; bunun için Locke’u kimse suçlayamaz.
Coğrafi keşiflerden önce Avrupa düşüncesinde siyasi ve toplumsal hiyerarşiyi anlamlandıran ve belirleyen bir “büyük varlık zinciri” vardı. Bu büyük varlık zincirinde Tanrıdan başlayarak evrendeki bütün varlıklar kendilerine uygun bir konumda yerlerini alıyordu. Papa’dan kardinale, kraldan şövalyeye, rahipten serfe, hayvandan bitkiye, taşa ve toprağa kadar her şeyin bu büyük varlık zincirindeki konumu bellidir. Ne zaman ki Avrupalı beyaz insan başka kıtalarda dilleri dillerine, dinleri dinlerine, renkleri renklerine, yaşama biçimleri yaşama biçimlerine benzemeyen yerlilerle karşılaştı, işte o vakit siyah ve kızıl derili yerlileri büyük varlık zincirinde nereye yerleştireceklerini bilemedi. Onlar için insan (tıpkı Locke için olduğu gibi) beyaz, Anglosakson ve Protestan (WASP) olandı. Yerlilerin beyaz, Anglosakson ve Protestan olmamaları, insan yerine de konulmamalarına yol açmıştı.
Keza köleliğin hukuki bir kurum olarak uzun yıllar uygulandığı Amerika Birleşik Devletlerinde siyahların hak mücadelesi öncelikle taşınır eşya olarak değil, bir insan olarak görülmek olmuştu. Amerikalı yargıçlar, elbette beyaz ve erkek yargıçlar kölelerin hele de kadın kölelerin insan olduğunu kabul etmekte çok zorlanmışlardı. Böyle olunca da, efendisinin sürekli tekrarlanan cinsel saldırısından en nihayetinde kurtulmak isteyen bir kadın köle efendisinin şiddetine karşılık verip canını kurtardığında meşru müdafaa kurumunun olaya uygulanması tasavvur bile edilememişti. Esasında kağıt üzerinde köle sahiplerinin köle kadınlara tecavüz edemeyeceği kabul ediliyor, dolayısıyla köle kadının bir hakkı varmış gibi görünüyordu. Fakat tecavüzden kurtulmaya çalışmak bir hak olarak tanımlanmamıştı. Nitekim bu aşikar çelişkiyi ortaya çıkaran şey kölelerin insan tanımına dahil edilmesinde gösterilen dirençtir. Görüleceği üzere tanımlar masum değildir; çünkü hiçbir adlandırma masum değildir. “İnsan” hiçbir adlandırmanın tek başına tüketemeyeceği kadar çok renkli ve çok seslidir.
Hak üzerine düşünen, yazıp çizen pek çok insanın tarih boyunca aşmaya, dolayısıyla felsefi, mantıksal ve tutarlı bir temel bulmaya çalıştığı şey, ya hakların evrenselliği yahut da farklı hak evrenlerinin aynı anda mevcut olabilmesinin meşruiyeti olmuştur.
Geçmişte karşılaştığımız pek çok düşünürün, dönemlerinin ruhuna da uygun olarak evrensellik iddiasını, kendi mensup oldukları dinin veya kültürün hak evrenini üstün bir konuma yerleştirerek çözmeye çalıştıklarını görüyoruz. Dolayısıyla çok tanrılı, Hristiyan, Yahudi veya Müslüman olup olmadığı fark etmeksizin düşünürler kendi dinlerinin hak evrenini, diğer bütün toplumların hak anlayışlarının karşısına koyarak mutlak değerleri ifade ettiğini düşünebilmişlerdir. Bu tip hak anlayışlarının tarihte önce soykırımlar, sömürgecilik ve işgallere gerekçe teşkil ettiğini, daha yakın zamanda ve günümüzde ise bir kültürel emperyalizm biçimi aldığını söyleyebiliriz.
Nitekim özellikle gittikçe genişleyen haklar listesiyle birlikte insan hakları ve hatta demokratik düzenin neredeyse bir insan hakkı olarak kabul edilmesi, evrensellik iddiasına yönelik en sıcak gündemi oluşturmaktadır. Ne yazık ki insan hakları ve demokratikleşme bu sözde evrensel değerler adına hareket ettiği iddiasında bulunan rejimler tarafından askeri müdahalelerin ve zaman zaman da kültürel böbürlenmenin gerekçesini teşkil eder.
Güçlü Olan Hep Haklı Mıdır?
Hak öncelikle bireyler arasındaki ilişkinin biçimini ama asıl olarak da iktidarı elinde bulunduranlarla yönetilenler arasındaki ilişkinin temelini ve içeriğini belirlediğinden, haklar konusundaki tartışmalar ve uygulamalar her zaman güçle yakından ilişkili olmuştur. Bir yönüyle hak kavramı iktidarın, yönetilenler üzerindeki tasarruflarını haklılaştırmanın bir aracıdır. Böylece kalabalıkları istediği gibi yönlendirmek şeklindeki hayli külfetli ve masraflı iktidar arzusu, bu yönlendirmenin bir hakka dayanmasıyla kolaylaşıverir. İktidarın hakkına ilişkin bu pratik, ilk bakışta özneleri ve içerikleri tarih boyunca değişmiş gibi görünse de en ilkel toplumdan en karmaşık topluma kadar varlığını devam ettirmiştir.
Dolayısıyla hak, temelsiz bir tahakküm arzusunun bir mistifikasyon yoluyla hayata geçirilmesinden başka bir şey olarak görünmeyebilir. Krala itaat etmeniz, onu rahat ettirmeniz, çalışmaktan kurtarıp kendi ürünlerinizden vermeniz, onu savunmak için hayatınızdan vazgeçmeniz gerekir. Çünkü kralın kimi zaman soydan, kimi zaman Tanrı’dan kimi zaman çeşitli becerilerinden kaynaklanan bir yönetme hakkı vardır. Dolayısıyla kaba gücün itaat etmeye ikna etmediği durumlarda öğrenilmiş ve kabullenilmiş bir hak kavramıyla itaat garanti altına alınır. Çağlar değişir, kral dönüşür, inançlar mahiyet değiştirir ama yöneticilerin tarihten, milli iradeden, halkın ruhundan, tanrılardan, düşmanların tehditlerinden ya da kamudan aldığı yönetme hakkının meşruiyeti her zaman aynı işlevi görmeye devam eder.
Bir başka yönüyle ise hak güçsüzlerin güçlü karşısındaki konumunu korumaya alır. İster yurttaşlar arasında olsun, isterse yurttaş ile iktidar mücadelesinde olsun hak güçlü olanın istediği şeyi, istediği zaman güçsüz aleyhine ve gücü yettiğince yapabilmesini engelleyen bir bariyer görevi görür.
İnsanlığın eski zamanlarında hayatta kalmak için doğayla girişilen mücadelede en belirleyici olan güç, kuşkusuz fiziksel güçtü. Fakat tarihin içerisinde yaşanan değişimlerden sonra hayatta kalma mücadelesinde verilen kavganın hasmı değiştiğinden ihtiyaç duyulan güç tipi de değişti.
Günümüz dünyasında toplumsal hayatta bir bireyin var olabilmesi için fiziksel güçten ziyade mental güce ve şüphesiz ekonomik güce gereksinimi vardır. Günümüz dünyasında hayat kavgasında en hayati güç, ekonomik güçtür.
Hak daima güçlü tarafından tanımlandığı ve güçsüzler tarafından talep edildiği için ekonomik güçten yoksun kalabalıkların hak talepleri duymazdan gelinir yahut onların talepleri hak tanımının içinde görülmediğinden maruz kaldıkları haksızlıklar çoğu kez haksızlık olarak bile görülmez.
Dolayısıyla haklardan yararlanıp yararlanmamamız, hak mağduru olup olmamamız ekonomik güçten yoksun olup olmamakla, bir başka ifadeyle ekonomik güce sahip olup olmamakla ilgilidir. Ekonomik gücü olanların hakları vardır, ekonomik gücü olmayanlarınsa sadece mağduriyetleri. Bu ifadede gözden kaçmaması gereken husus buradaki hak veya mağduriyetlerin ekonomik temelli olmak zorunda olmamasıdır. Yani esasında bütün bir haklar listesinin mücadelesi de, kazanımı da, uygulaması da esasında ekonomi temelli bir savaşın parçasıdır.
O yüzden, hak taleplerinin ve hak arayışlarının mevziisi kadın ve LGBT gibi toplumsal cinsiyet veya göçmen gibi etnik temel üzerine değil, ekonomik imkânlara ulaşıp ulaşamamak üzerinden sınıfsal temelli kurulmalıdır. Sınıf temelinde yürütülmeyen bir mücadele başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûmdur. Söz konusu diğer haklar ancak sınıfsal eşitliğin sağlanmasıyla hayata geçirilir.
Hakkın Varlığı ve Gerçekleşmesi Farklı Şeylerdir-Teori ve Pratik Çatışması
Hem hukuk düzenleri tarafından toplumlara tanınan haklar, hem de evrensel olduğu kabul edilen daha genel haklar, kâğıt üzerinde bulunsa da hayatın içinde bunları aynı açıklıkta göremiyoruz.
Nasıl ki hiçbir hak durup dururken iktidar tarafından kabul edilmez, hakların tanınması için iktidarlara karşı mücadele vermek gerekirse, iktidarların haklara karşı direnci de haklar kabul edilip resmileştirildikten sonra da devam eder. Dün hakları tanımamak için en sert yöntemlere başvurma konusunda tereddüt göstermeyen iktidarların, durumu büyük bir serinkanlılıkla kabullenmesini beklemek zaten gerçekçi olmayacaktır.
İktidarda bulunanlar hakların ya mahiyetini ya da gerçekleşmesini sürekli kendilerine doğru yontarlar. Dolayısıyla kâğıt üzerinde yazsa da hakların tanınması için verilen mücadele hiçbir zaman tanıma eylemiyle sona eremez ve mevcut hakların korunması ve hayata geçirilmesi için de aynı yoğunlukta bir mücadele vermek gerekebilir. Bu yüzden her yurttaşın haklarını önemsemesi ve yerine getirilmesi için bir şeyler yapması gerekebilir.
Tarihsel gelişime baktığımızda genelleşmiş bir hak anlayış ve uygulaması için her insanın bir birey olarak görülmesinin ne kadar önemli olduğuna değinmiştik. Hukuki anlamda birey olmakla ilgili sorunların büyük bir kısmı en azından yurttaşlar bakımından büyük oranda çözülmüş durumda. Üstelik tarihin eski dönemleriyle karşılaştığımızda bireyler “kâğıt üzerinde” muazzam haklara sahipler. Sadece bu açıdan değerlendirecek olursak bireylerin hak ve özgürlüklerinde neredeyse bir haklar enflasyonundan bahsedilebilir. Yine kâğıt üzerinde bireyler hiçbir zaman olmadıkları kadar özgürler. Hatta dünyanın özgürlük açısından bugün için en kötü karnesine sahip devletlerin yurttaşları bile 100-150 yıl öncesinin en özgürlükçü devletlerinin önünde yer alıyor olabilir. Fakat kâğıt üzerinde sahip olduğumuz hak ve özgürlükler gerçekten hayata geçiyor mu?
Bugünün bireyinin seyahat hakkı, bir insan hakkı olarak görülmektedir. Kişinin hareket etme özgürlüğüne müdahale anlamına gelebilecek yasaklar büyük oranda azaltılmış, bu konudaki kısıtlamaların ancak çok istisnai durumlarda meşru olabileceği kabul edilmiştir. Eğer seyahat hakkı evinden işe veya bakkala gitmenin dışında da bir anlam taşıyacaksa, hareket etmeyi mümkün kılan ekonomik imkânlardan yoksun olan bir bireyin bu hakka gerçekten sahip olup olmadığını sorgulamak gerekir. Evet devlet, istisnai durumlar haricinde yurttaşların hareket etmelerine karışmamaktadır. Ama acı bir vakıa, pek çok insan zorunluluklar haricinde de hareket edememektedir. Temel, yaşamsal ihtiyaçların karşılanması gittikçe daha masraflı bir hal almakta, insanlar en temel ihtiyaçları olan barınma, beslenme, temiz su ve çağın getirdiği ihtiyaçlardan, mesela elektronik haberleşme gibi ihtiyaçlar için kazançlarının büyük bir kısmını harcamak zorunda kalmaktadır. Çalışma alanında son yüzyıl içerisinde elde edilen kazanımlar bir taraftan temel ihtiyaçların tedarikinin özelleştirilerek pahalılaşmasıyla, diğer yandan da esnek çalışma, kısmi çalışma gibi uygulamalarla törpülenmektedir.
Yeni çağın yeni sorunları karşısında yeni bir hak mücadelesi verecek ve bu hak mücadelesinde yeni yöntemler bulacak olan yeni bireyin, her şeyden evvel tüketimle ilgili davranış kalıplarını siyasete aktarmaması ve içildikten sonra atılan boş bir kola kutusuna benzer şekilde demokrasiyi ve hak mücadelesini adeta bir tüketim nesnesi olarak görmemesi gerekir. Demokrasinin zayıfladığı, yasanın egemenliğinin çatırdadığı ve değişimin sancılarının toplumun her katmanında hissedildiği dönemlerde hak mücadelesi özgürlüğün son kalesi haline gelir.
Haklarından gönüllü olarak feragat eden, hakları askıya alındığında bunu dert etmeyen tüketici yurttaşlar daima iktidardakiler için hayatı kolaylaştırırlar. Oysa sadece seçimden seçime oy kullanmakla yetinmeyen hakiki yurttaşlar haklarının kıymetini bildikleri için iktidardakilerin hayatını daima zorlaştırırlar. Yurttaşların yurttaşlık ödevlerini yerine getirmedikleri toplumlarda, yani demokratlardan yoksun demokrasilerde hakların sınırlarının daralacağı aşikardır. Hakların alanının genişletilebilmesi ve daha adil ve daha barışçıl şekilde bir arada yaşamayı mümkün kılmak için haklarını önemseyen insanlardan oluşan demokrasiler inşa etmek şarttır. Mücadelenin olmadığı yerde hak da yoktur.