Son yıllarda ülkemizde “ifade özgürlüğü”, yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. İfade özgürlüğü, asla ve katiyen sıradan bir “hak” olarak tanımlanamaz. Siyasi iktidarın ve hukukun ne derece demokratik olduğunun göstergesidir, turnusol kağıdı işlevi gören hakların başındadır. İfade özgürlüğü, pek çok hakkın temelini oluşturur. Bu hak, demokratik toplumlar açısından en asli hakların başında yer alır.

Anayasamızın 26.maddesinde “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” başlığında düzenlenmiştir. İfade özgürlüğü ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10.maddesinde de tanımlanmıştır.

Fakat bir hakkın Anayasa’da tanımlanmış olmasından çok, o hakkın nasıl uygulandığı, üzerinde bir kısıtlama yapılıp yapılmadığı önemlidir.

2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde Türkiye, 180 ülke içerisinde 158'inci sıradadır. Uluslararası Demokrasi ve Seçim Yardımı Enstitüsü’nün 2023 yılı raporuna göre Türkiye Hukukun Üstünlüğü kategorisinde 173 ülke arasında 148. sırada. Bu sıralamalar, ülkemizi “demokratik olmayan ülkeler” sınıfında değerlendirmektedir. Bu veriler ve mevcut hukuka aykırı uygulamalar, ifade özgürlüğü konusunda çok sorunlu bir bakış açımızın olduğunun ispatıdır.

Ülkemizde İfade Özgürlüğü’ne Yönelik Sınırlamalar

Mevcut siyasi iktidar -bilhassa muhalif kesime yönelik- hoşuna gitmeyen ve ifade özgürlüğü çerçevesinde kalan ifadelere karşı dahi, yargı eliyle tutuklamalar süreci yürütmektedir. İfade özgürlüğü çerçevesinde kaldığı bariz olan birçok söylem nedeniyle yargı yoluna başvurmaktadır. Bu durum, toplumun her kesiminde bir otosansüre, yani “kişinin kendi çalışmalarını sansürleme veya sınıflandırmasına” sebebiyet vermektedir.

Vatandaşlara yönelik sürdürülen yargı süreçleri dışında kamu görevlileri de ciddi bir baskı altındadır. Kamu görevlilerinin sosyal medya paylaşımları, kamu yönetimleri tarafından adeta mercek altına alınmaktadır. Burada ifade özgürlüğü dışında kimi zaman kişinin kimi takip ettiği, kimlerin paylaşımlarını beğendiği dahi tartışma konusu edilebilmekte, idari soruşturma geçirmesine sebep olabilmektedir.

Yargı son yıllarda “tarafsız ve bağımsız” olma özelliğinden giderek uzaklaşmıştır. Temel hukuk ilkeleri çiğnenmektedir, yargı adeta siyasi iktidar tarafından bir sopa olarak kullanmaktadır. Bu durum, ülkemizde “yargıya olan güveni” de azaltmıştır. Önceki Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, “Geçmişte yargıya güven yüzde 70’di, şimdi yüzde 30’lara düştü” diyerek bu durumu kabul etmiştir. Ülkemizde özellikle kamu görevlisine hakaret ve Cumhurbaşkanına hakaret suçları iddiasıyla başlatılan soruşturmalar, son 10 yıllık süreçte ciddi oranda artmıştır. 2014 yılında 682, 2015 yılında 7 bin 216, 2016 yılında 38 bin 254, 2017 yılında 20 bin 539, 2018 yılında 26 bin 115, 2019 yılında 36 bin 66 soruşturmaya bakmıştı. 2020 verileriyle birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan döneminde 299’uncu maddeden açılan kamu davası sayısı da 35 bin 507’ye yükselmiş. Bu veriler açık kaynaklardan elde edilen verilerdir.

İfade Özgürlüğünün Özgürlükçü Bir Bakış İle Yorumlanması Gerekir

Oysaki hem Anayasa Mahkemesi’nin hem Yargıtay’ın hem de İHAM’ın birçok içtihadında; “siyasi kişilerin, sıradan yurttaşlara göre sert, ağır eleştirilere daha çok katlanması gerektiği” ifade edilmektedir. Yani sıradan bir yurttaşa ifade edilen bir cümle, somut olayın koşullarına göre hakaret kabul edilebilecekken aynı cümlenin bir siyasiye söylenmesi durumunda bu husus hakaret olarak kabul edilmeyebilir. Bu hususlar, somut olayın özelliklerine göre değerlendirilir.

Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere ifade özgürlüğü, demokrasinin olmazsa olmaz, en temel haklarındandır. İfade özgürlüğü ile doğrudan ilintili olan hakaret gibi davalarda mahkemelerin çok daha geniş, özgürlükçü yorumlar yapması gerekir. Fakat ülkemizde bu bakış açısının aksine, hakaret suçu eli ile yapılan yargılamalar topluma bir göz dağı vermek amacıyla yürütülmektedir.

Avrupa Birliği’nin ve organlarının çeşitli tavsiye kararlarında, hakaretin bir suç olmaktan çıkartılıp (ırkıçık ve nefret suçları hariç olmak üzere), özel hukukun yani tazminat hukukunun konusu olması gerektiğine dair birçok görüşü de mevcuttur. Biz de bu hususa katılmaktayız. Hakaret, çok istisnai şartlar hariç olmak üzere özel hukukun tazminat hukukunun konusu olmalıdır.

İfade özgürlüğüne yönelik sınırlamalar maalesef sadece bireyler ile sınırlı kalmamaktadır. Aynı zamanda basına karşı da ciddi bir baskı uygulanmaktadır. Basına karşı yargı yoluyla yapılan baskı girişimleri yanından RTÜK, Dezenformasyonla Mücadele adlı kurum gibi yapılar da ciddi baskılar uygulamaktadır. Bireylerin ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün yerleşmediği ülkelerde demokrasinin gelişmesi mümkün değildir.

İlk Adım Olarak İfade Özgürlüğünün Sağlanmasının Gerekliliği

Hukukun üstünlüğünün sorunlu olduğu, yargının taraflı ve bağımlı olduğu ülkelerde demokratik standartların da ekonomik refahın da sağlanamayacağı bugün birçoklarının kabul ettiği bir gerçektir. Her şeyden evvel hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı, tarafsız ve bağımsız hukuk devletinin kurumlaştığı ülkelerde ekonominin geliştiğini ve refah seviyesinin arttığını görüyoruz.

Bu konuda ilk adım, “ifade özgürlüğünü” ve “basın özgürlüğünü” sözde değil, uygulamada teminat altına almak olmalıdır. Bugün ülkemizde zirve yapmış yolsuzluklar, artık konuşulamaz bir başlık haline gelmiştir. Bunun yanı sıra, yolsuzluk bir yargılama konusu dahi yapılamamaktadır. Böylesi vahim bir tabloda sağlıklı bir ekonomik-demokratik gelişme beklemek imkansızdır.

Diğer yandan siyaset, yargı eliyle dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Ekrem İmamoğlu hakkındaki kamuoyunda bilinen adıyla devam eden “ahmak davası” bunun somut bir örneğidir. Ekrem İmamoğlu’na “ahmak” diyen kişi yargılanmıyor fakat bu kelimeden ötürü “Ekrem İmamoğlu” yargılanıyor. Eğer ki bir yargılama yapılacaksa bu ifadeyi Ekrem İmamoğlu’na karşı kullanan kişinin de yargılanması gerekir. Bu kelime bir hakaret olarak kabul edilemez, burada siyasi kişiler açısından hakaret suçunun daha geniş ve özgürlükçü bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştik. Üstelik bu davanın ilk derece yargılaması sırasında şaibeli şekilde bir hakim değişikliği de yaşanmıştır. Milyonlarca insanın oyunu almış bir kişi, olmayan bir “hakaret suçu” ile yargılanmakta ve “siyasi yasak” tehdidi ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Hukuk devletinde karşılığı olmayacak bir vakıa yaşatılmaktadır.

İfade özgürlüğünün ve basın özgürlüğünün teminat altına alındığı, yargının bağımsız ve tarafsız olduğu bir yapı ile ancak demokratikleşebilir, ekonomik ve sosyal refaha kavuşabiliriz. Mevcut baskıcı uygulamalar ile gelişmek mümkün olamaz.