“Beni hor görenlere kalbimde sonsuz bir sevgi besleyerek, başıboş bir hâlde uzaklara gittim. Uzun seneler şarkılar söyledim. Ne zaman sevgiye dair bir şarkı söylediysem acıya dönüştü. Ve yine, acıyı söylemeye çalıştığımda ise sevgiye dönüştü”; 3 Temmuz 1822’de kaleme aldığı ve Rüyam (Mein Traum) adını verdiği otobiyografik notunda Schubert aşka dair duygularını böyle dile getirmişti.
Franz Schubert, müzik tarihinde duyguların en saf halini notalara döken, eşsiz bir besteci olarak bilinir. Ancak onun yaşam öyküsü, yalnızca müziğin büyüsüyle sınırlı değildir. Schubert, gençlik yıllarında Viyana Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almış, ailesinin beklentileri doğrultusunda bu yola adım atmıştı. Ancak bu sistematik ve katı disiplin, onun içinde taşıdığı derin yaratıcı enerjiyi ve özgürlük arayışını tatmin edemedi. Hukuktan sanata yönelen bu genç adam, "Kış Yolculuğu" (Winterreise) gibi ölümsüz eserleriyle insanlığın ruhuna dokunan bir miras bıraktı.
Hukukun Yapısından Müzikal Dünyaya
Schubert’in hukukla olan kısa süreli ilişkisi, onun yaşamını şekillendiren önemli bir aşama olarak değerlendirilebilir. Hukuk, toplumsal düzeni sağlamak ve insan ilişkilerini kurallar bütünü içinde değerlendirmek gibi ağır bir sorumluluk taşır. Schubert ise, bu düzen ve normlar içinde kaybolmayı reddederek, kendi ifadelerini yaratıcı bir formda sunmayı tercih etti. Ancak bu reddedişi hukukun analitik yapısından tamamen kopmak olarak yorumlamak sanırım pek isabetli olmaz. Hukukun düzen arayışı, onun müziğinde fark edilen bir disiplin ve dengeyle kendini gösterir diyebiliriz.
Schubert’in eserlerinde, hukukta olduğu gibi bir yapı ve mantık düzeni hissedilir. Bu düzen, "Kış Yolculuğu" gibi eserlerinde, insanın iç dünyasının karmaşıklığını anlamaya yönelik bir çerçeve sağlar. Ancak elbette bu eserlerde hukukun soğuk normlarını değil sanatın insan ruhuna dokunan sıcaklığını ve sahiciliğini buluruz.
Kış Yolculuğu ve İnsan Ruhundaki Çağrışımları
“Kış Yolculuğu,” Schubert’in bir hukuk öğrencisi olarak deneyimlediği toplumsal normlar ve bireysel özgürlük arayışının, sanatsal bir zirvesi gibidir denilebilir. Bu eser, Wilhelm Müller’in şiirlerinden esinlenerek bestelenmiş bir lieder dizisidir. Ancak bu sadece bir şiir veya melodi değildir; Schubert, insanın içsel yolculuğunu derinlemesine analiz eden bir hikâye sunar.
Eserdeki yolcu, toplumun beklentilerinden ve dayatmalarından kaçan, kendi varoluşunu sorgulayan bir figürdür. Soğuk ve karanlık bir kış manzarasında yol alırken, yalnızlık, hüzün, kaybolmuşluk ve özgürlük gibi temaları deneyimler. Bu, Schubert’in hukukla olan ilişkisine de benzetilebilir: Birey, toplumsal düzenin katı kurallarına boyun eğmek yerine, kendi ruhsal özgürlüğünü arar.
Her şarkıda bir içsel çatışma ve dışsal bir yalnızlık hissedilir. Örneğin, "Gute Nacht" (İyi Geceler), toplumsal normlara veda edercesine bir ayrılışı anlatırken; "Der Leiermann" (Org Çalan Adam), yalnızca bir toplumun değil, tüm insanlığın adalet ve anlam arayışını yansıtır. Bu, Schubert’in hem hukuk hem de müzikle kurduğu bağın bir yansımasıdır: Düzen içinde özgürlüğü arayan bir ruhun hikâyesi.
Hukuk ve “Kış Yolculuğu” Bağlamında Adalet Arayışı
Schubert’in "Kış Yolculuğu" eserinde işlenen temalar, bir hukukçunun da üzerinde derinlemesine düşüneceği konulardır. Adalet, yalnızca mahkemelerde dağıtılan bir kavram değildir; insanın iç dünyasında da bir denge ve hakikat arayışıdır. Hukuk, bireyin toplumsal düzen içindeki yerini belirlerken, sanat, bireyin bu düzen içindeki öznel varlığını keşfetmesine olanak tanır. Schubert, "Kış Yolculuğu" ile, bu iki alanın ortak bir noktasını bulur: Adalet, yalnızca dışsal bir kavram değil, insanın içsel dengesinde de aranması gereken bir idealdir.
Bu eserin müziği, yalnızca Schubert’in melodik dehasını değil, aynı zamanda onun bir düşünür olarak derinliğini de yansıtır. Her nota, bir içsel sorgulamanın ve adalet arayışının yankısıdır. Schubert, hukukun katı kurallarını bırakıp müziğin özgür ifadelerine yönelmiş olsa da, bu iki disiplinin ortak bir idealde buluşabileceğini gösterir: İnsanlık.
Schubert ve Hukukun Ötesinde İnsanlık
Franz Schubert, "Kış Yolculuğu" ile yalnızca bir müzik eseri ortaya koymadı; aynı zamanda insan ruhumuzun derinliklerine dokunan bir hikâye anlattı. Bu eser, onun bir hukukçu olarak deneyimlediği düzen ve norm arayışını, bir sanatçı olarak bireysel özgürlükle harmanlama çabasının bir yansımasıdır denilebilir.
Schubert’in hikâyesi, bir hukukçunun sanatla nasıl iç içe geçebileceğinin de çarpıcı bir örneğidir aslında. Hukuk, adaletin soyut ilkelerini temsil ederken; sanat, bu adaletin insani yüzünü ortaya koyar diyebiliriz. Bu çerçevede Schubert, her iki alanın da insanın anlam arayışındaki yerini anlamış bir düşünür ve sanatkardı.
Sonuç olarak, "Kış Yolculuğu," yalnızca Schubert’in kendi yolculuğunun dile geldiği bir yapıt değil, hukukun ve sanatın bir araya geldiği, evrensel bir eserdir diyebiliriz. Zaten sanatçıyı sanatçı kılan da kendini evrenselleştirebilmesi ve evrensel olanı kendi bireyselliğinde tezahür ettirebilmesi değil midir? Deha ve estetik her zaman bu gerilimin karmaşık sentezinden doğmuştur. Dolayısıyla bu eser bize bireyin hem toplumsal düzende hem de kendi ruhunda anlam ve adalet arayışını da hatırlatır. Bu çerçevede Schubert’in yaşamı ve müziği, bir hukukçunun yalnızca normlar ve kurallar dünyasında değil, aynı zamanda sanatın özgür ruhunda da kendini ifade edebileceğini gösterir.
Schubert’in yolculuğunu izlemeye çalıştığımız bu amatör seyir yazısı umarım her bir hukukçunun mesleki ve insani derinliğini zenginleştirmeye vesile olur.