“Ezoptur babası benim kahramanlarımın. / Tarihleri uydurma olsa da bunların / Ders alacak doğru şeyler vardır içinde. / Her şeyi konuşur burada, balıklar bile. / Bütün söyledikleri bizleredir ama: / İnsandır eğittiği hayvanlar yoluyla.” Sabahattin Eyuboğlu
Çocuklara değil, büyüklere masallar anlatan La Fontaine ile ilgili yazımın sonunda, ‘ileride bir başka zamanda, belki bir daha yazarız … kim bilir, belki de Ezop ya da Beydaba’nın Kelile ve Dimne’si üzerine yazarız’ demiştim. O zaman, benim öngördüğümden de erken geldi. Hindistanlı bilge ve fabl/masal ustası Beydaba’nın Kelile ve Dimne’sini şimdilik daha sonraya bırakayım ve Ezop ile onun büyüklere dair masalları üzerine yazayım istedim.
Elimdeki kitaplarda, ansiklopedilerde ve Google teyzede yer alan bilgilere göre, çocukluğumuzun kahramanlarının babası olan Ezop, M.Ö. VI.yüzyılda yaşamış Eski Yunanlı bir masal ustasıdır. Aslı Frigyalı, yani Anadoludur. Afyon ili, Emirdağ ilçesi, Aziziye kasabası, Hisar köyü yakınlarında kalıntıları bulunan Amorion kenti doğumludur. Yani bizden biridir, bizim buralara aittir. İşi masal anlatmaktır. Anlattığı masalların kahramanları hayvanlardır. O, her ne kadar hayvanların masallarını anlatmayı iş edinmiş ise de, aslında bir başka hayvanı, yani insanı anlatır, onu eğitmeyi ve terbiye etmeyi amaçlar.
Bizim işimize gelmeyen şeyleri duyduğumuz zaman, muhatabımıza ‘bana masal anlatma’ dediğimiz masallar, ister insana, isterse hayvanlara veya doğaya dair olsun, aslında hayatı kolaylaştıran, bize sempatiyi, empatiyi, iletişim kurmayı öğretir. Sadece bunları değil, vefa ve saygı duymak, kadir kıymet bilmek gibi, takdir ve teşekkür etmek, çalışmak, üretmek gibi toplumsal değerleri ve erdemleri belletir. Masal anlatanların esas amaçları ise, bütün bu değerlerin okuyanları veya dinleyenleri tarafından benimsenmesi ve hayata uygulanmasıdır.
Onun için masallar aracılığıyla sadece ahlak dersi verilmez, aynı zamanda öğüt de verilir. Kötü örneklerden hareketle, siz bunları yapmayın, bunlar gibi olmayın, bunları örnek almayın denilir. Beydaba’nın da, Ezop’un da, onların mirasçısı olan La Fontaine’nin yaptığı, yapmak istediği şey budur. Ve masallar, diğer edebi türler gibi, başkaca sanat ürünleri gibi, insanlığın ortak malıdır, birikimidir, aklıdır, deneyimidir, kültür mirasıdır.
Ardıllarından olan ve ondan çok etkilenen La Fontaine gibi fabllar, yani masallar anlatan, masallarının bütün kahramanları hayvanlar olan, hayvanları konuşturan Ezop, anlattığı masallarda nazım/şiir tarzını kullanan La Fontaine’nin aksine, nesri, yani düz yazıyı tercih etmiştir.
Onun masalları da, La Fontaine’nin, Beydaba’nın masalları gibi didaktiktir, yani eğitici, öğretici, ders vericidir. O da, her masalını bir hüküm fıkrasıyla, yani bir kıssadan hisseyle veya bir öğütle sonlandırır.
Ezop’un anlattığı masallar da, La Fontaine’nin, Beydaba’nın masalları, bizim Nasrettin Hoca’nın fıkraları gibi, okuyanları hem güldürür, hem de düşündürür. Ve hatta iki defa, üç defa düşündürür.
Ezop’ta, tıpkı La Fontaine ve Beydaba gibi çok iyi bir gözlemcidir. Hem insanları, insan davranışlarını ve karakterlerini, hem de hayvanları, hayvan davranışlarını ve karakterlerini izleyen ve gözleyen Ezop, bu gözlemleriyle biz insanlara ayna tutar. Yani aslında hayvanları değil, bize, biz insanları anlatır. Onun için Ezop’un masallarının en önemli özelliği, gözleme dayalı olması, eleştirel bir nitelik taşıması, deneyimlenmiş olaylara dayanması, sorgulayan, okuyanları sorgulamaya ve özeleştiri yapmaya davet eden bir kurguya ve içeriğe sahip bulunmasıdır.
Ezop’un aslı köledir ama kendisi asla köle ruhlu değildir. Aksine, her durumda ve koşulda, kişilikli, karakterli bir duruşa ve söyleyişe sahiptir. Mesela, efendisi ‘pazara git, pazarda en iyi ne varsa onu al getir’ der. O pazara gider, en iyi bu diye dil alıp getirir. Sonra o dilleri bir güzel soslar ve pişirir. Konuklar dili severler ve onun yemek seçimini överler. Ama her gün dil yemekten bıkarlar ve dil yemeğini kötülemeye başlarlar. Bunu gören efendisi ‘ben sana pazarda en iyi ne varsa onu al demedim mi?’ diye kızar. O aldırmaz, ‘dilden daha iyi ne var ki? Toplum yaşamının bağlayıcısı dildir, o bilimlerin anahtarıdır, hakikatin ve aklın organıdır; onunla kentler kurulur, yönetilir, yıkılır; onunla eğitim verilir, insanlar ikna edilir; Tanrılar onunla kutsanır. ’ diyerek efendisine karşı durur.
Onu köşeye sıkıştırdığını düşünen efendisi, bir sonraki gün ona ‘peki, öyleyse bugün pazara git ve bana en kötü şey ne ise onu al getir’ der. Ezop pazara gider ve yine dil alır getirir. Efendisi ‘daha geçen gün pazardaki en iyi şey diye dil aldın getirdin, bu defa da en kötü şey diye yine dil alıp getirdin, bu nasıl bir iştir’ der ve ona kızar. Ezop hiç istifini bozmaz, lafı eveleyip gevelemez ‘dünyadaki en kötü şey dildir, bütün kavgaların anası odur, bölünmeler, kavgalar, savaşlar hep onun yüzünden çıkar’ diyerek kendisini savunur.
Bu hikayenin kıssadan hissesi şudur: diline sahip olacaksın, onu iyi kullanacaksın, olur olmaz şeyi söylemeyeceksin, terbiyesizlik etmeyeceksin, muhatabını incitmeyeceksin, tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarır diye düşüneceksin, böyle yaparsan eğer, dil en tatlı şeydir. Yok, eğer böyle yapmayıp da, dilini kötü kullanırsan, terbiyesizlik edersen, kötü sözler söyleyip karşındakini incitirsen, sonuçlarına katlanırsın, ya etrafındakilerle kavga edersin ya da dostlarını, arkadaşlarını kaybedersin, zira böyle kullanılan dil, en kötü, en tehlikeli, en zararlı şeydir.
Rus çocuk kitapları yazarı Valeri Suslov’un, ‘Fil mi? Balina mı? Kaplan mı? Aslan mı? Daha güçlüdür? En Güçlü Olanlar Kimlerdir? Krallar mı? Padişahlar mı? Şahlar mı? Zalimler mi? Yeteneksiz Yöneticiler mi? Ezenler mi? Başkasının Sırtından Geçinenler mi? Topu, Tüfeği Olanlar mı? Yoksa Tankı Olanlar mı?’ başlıkları veya soruları altında, en güçlü olanı tartıştığı, karşılaştırdığı ve bulmaya çalıştığı bir kitabı var.
Suslov’un çocuklar için yazdığı bu kitabın adı ‘Kim Daha Güçlü? Suslov’un bu çalışmasında sorduğu az yukarıda sunduğum soruları daha da çoğaltabilir ve hatta güncelleştirebiliriz: ‘Kimin Babası ya da Abisi Daha Güçlü? Benim Babam mı, Senin Baban mı? Benim Abim mi, Senin Abin mi? Senin Arkan mı Daha Güçlü, Yoksa Benim Arkam mı? Senin Takımın mı Daha Büyük, Yoksa Benim Takımım mı? En Büyük Başkan Bizim Başkan mı, Değil mi? Senin Liderin mi En Büyük, Yoksa Benim Liderim mi?’
Evet, bunların tamamı önemli sorulardır, sadece çocuklar için değil, biz yetişkinler için de önemli olan sorulardır. Neden mi? Biz de olmayan gücü başkalarında, yani babamızda, abimizde, bizi arkalayanlarda, takımımızda, liderimizde ararız, onlarla kişilik buluruz, övünürüz, iş hayatımızda olsun, özel hayatımızda olsun bu sorulara verdiğimiz yanıtlara göre pozisyon alırız da onun için! Bu da beraberinde, bizi eyyamcılığa, güce tapmaya, itaat ve biat etmeye, birilerinin tetikçisi, adamı, emir eri olmaya, sonuç itibariyle kendimizden vazgeçmeye götürür.
Ezop’da kim daha güçlü sorusuna takılmış ve güneşle rüzgar arasında hangimiz daha güçlüyüz diye bir tartışma başlatmış ‘Güneş ve Rüzgar’ isimli masalında.
Rüzgar, ben daha güçlüyüm, bunu sana kanıtlayacağım demiş güneşe. Karşıdan gelmekte olan paltolu yaşlı adamın paltosunu ondan daha hızlı çıkaracağı hususunda güneşle iddiaya girmiş. ‘Du bakali ne olacak’ demiş güneş ve durumu izlemek için bulutun arkasına çekilmiş. O anda çok şiddetli bir rüzgar çıkmış. Rüzgar şiddetini artırdıkça paltosunu koruma telaşına düşen adam, paltosuna daha kuvvetli şekilde sarılmaya başlamış. Rüzgar esmiş, esmiş, sonunda gücümü kanıtladım demiş ve durmuş. O zaman gücümü gösterme sırası bana geldi demiş güneş, bulutların arkasından gülümseyerek ve yavaş yavaş çıkarak kendisini yaşlı adama göstermeye başlamış. Az sonra kan ter içinde kalan yaşlı adam, oflayarak, puflayarak paltosunu çıkarmış.
Bu masalın kıssadan hissesi şudur: haddini bilen, kendini bilen, kendisine güvenen, sırasını bekleyen, zamanlama yapan herkesin bir gücü vardır. Bu güç, kimilerinde akıl ve bilgi, kimilerinde mevki, makam, kimilerinde para, kimilerinde ise kaba kuvvettir. Bütün mesela sahip olunan gücü yerinde ve zamanında kullanabilmektir. Rüzgar da bir güçtür, güneş de. Deveden büyük fil vardır. Aslanın, ayının kaba gücü tilkide yoktur ama tilkinin de bir gücü vardır ve o güç kurnazlığıdır. Onun için güçleri yarıştırmaya hiç gerek yoktur. Her güç ezer geçer, her güç zarar verir çünkü.
Karıncanın gücü çalışkanlığıdır mesela. Ezop ‘Karınca ile Ağustosböceği’ isimli masalında, hem karıncanın çalışkanlığını, hem de tedbirli olmasını, geleceğini düşünmesini ve planlamasını anlatır. Masalı bilirsiniz ama yeri geldi diye bir de ben anlatayım size. Karınca yaz boyunca çalışır, çalışamayacağı, yerin altına çekileceği soğuk kış günleri için hazırlık yapar, bu amaçla yiyecek toplar. O kadar düşünceli ve tedbirli olmayan ağustosböceği, yaz boyunca gününü gün eder, gezer, tozar, oynar, şarkı söyler, eğlenir. Kış gelir, yaz boyu çalışan, kış için hazırlığını yapan, yiyeceğini stoklayan karıncanın keyfi yerindedir. Yerin altında güvendedir, yiyeceği bol, ısınması çok iyidir. Peki, ağustosböceği ne haldedir? Bir lokma yiyeceğe muhtaç durumdadır.
Kıssadan hisse: Hayatı ıskalama, bugünü yaşa ama geleceğini de düşün ve planla! Değil ise aç kalır, başkalarına muhtaç olursun. ‘
Hayatta başarılı olamayan, olamadığı için de onu bunu kıskanan, öyleydi, böyleydi diye başkalarını yaftalayan, kimseleri beğenmeyen, sahip olmadığı, olamadığı şeyleri kötüleyen, başına her ne geldiyse kusuru, kabahati kendisinde değil, başkalarında arayan, yaratamadığı için yıkan, bekçi köpeği gibi mahallede ne oluyor, apartmanda ne oluyor, iş yerinde ne oluyor, kim ne yapıyor diye merak eden, bu amaçla onu bunu gözetleyen, onun bunun dedikodusunu yapan insanlar vardır. Bir de herkesin siyasi görüşünün çetelesini tutan düşünce polisleri vardır. Bu polisler, o böyledir, bu şöyledir diye önüne gelen herkesi karalar, yaftalar ve yargılar. Ve bu insanların sayısı hiç de az değildir.
Bizim atasözlerimiz arasında olan ‘kedi uzanamadığı ciğere mundar/pis der’ sözünün söylenmiş olmasının nedeni de, aramızda bu tür insanların var olmasından dolayıdır.
Böyle insanlar Ezop’un zamanında da vardır. Masalı bilirsiniz ama ben bir kez daha hatırlatayım: Çok acıkan tilki bir bağa girmiş. Hem açlığından, hem de üzümlerin iştah açıcı görüntülerinden dolayı karnını doyurmak istemiş. Ama bir türlü o güzelim üzümlere yetişip onları yiyememiş. Bakmış ki olmuyor, üzümleri yiyemiyor, vazgeçmiş ve ‘aman demiş, hiç de önemli değil, zaten hepsi çok ekşiydi.’
Kıssadan hisse: Hiç kimse hakikat tekeline sahip değildir. Sen de değilsin, ben de değilim. Sen de değerlisin, senin gibi düşünmeyen ben de değerliyim. Sana da ihtiyaç var, bana da. Her görüş, her siyasi görüş saygıya değerdir. Az ya da çok hakikat içerir. O halde, senin gibi düşünmeyenleri ötekileştirme, yargılama, yaftalama, kimsenin siyasi görüşünün çetelesini tutma, düşünce polisliği yapma. Bu birincisi. İkincisi, elde edemediğin, yapamadığın, sahip olamadığın şeyi kötüleme. Ben yapamadım, ben başarılı olamadım de ve bir daha dene!
Yaradılıştan kötü olan, naturası, fıtratı bozuk olan, öyle oldukları için de iyiliğin bilgisine sahip olmayan, hiç kimseye iyilik yapmayan, yapsa da iyilik yaptığı kişiyi kendisine borçlandırmak, gebe bırakmak ya da kendi çıkarı veya arka plan düşüncesi için yapan ve bütün bunları yapabilmek için yüzlerine iyilik meleği maskesi takan, ikiyüzlü, riyakar, samimiyetsiz insanlar vardır. Ezop, ‘Kurt ile At’ isimli masalında, bu sahte iyilik meleklerinin marifetlerini anlatır, foyasını ortaya çıkarır.
Hikaye şu: Kurt bilirsiniz arpayı sevmez ve yemez. Ama bir gün kurdun yolu arpa tarlasına düşer. Öylesine gelip geçer tarladan. Sonra yolda önüne bir at çıkar. Atı gören kurt, ata ‘ben de seni arıyordum. Şurada arpa buldum, karnım tok olduğu için ben yemedim, aç olan bir kardeşim yesin diye düşündüm ve sana sakladım, sen ye, ben de keyifle seni seyredeyim’ der. Kurdun kurtluğunu ve arpa yemediğini bilen, onu iyi tanıyan at, kurdun bu sözlerine kanmaz ve şunları söyler: ‘ben seni bilmez miyim, sen arpayı sevsen beni hiç düşünmezdin, karnını doyurur keyfine bakardın.’
Ezop bu masalıyla, samimiyetin, açık sözlülüğün erdemine, iyiliğin bilgisine sahip olmanın önemine ve değerine vurgu yapar ve ‘ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün’ der. Kime mi? Yalancılara, ikiyüzlülere, sahtekarlara, maskeli dolaşanlara, arka plan düşünce ve hesapları olan samimiyetsiz insanlara.
Ezop’un ‘Ayı İle Tilki’ masalı da böyleleri içindir. Şimdi yeri gelmiş iken onu da anlatayım: Ayının biri, ‘Ben insanları severim; ölülerini onun için yemem’ diye caka satıyormuş. Bunu duyan tilki, ayıya: ‘Keşke ölülerini parçalasan da, dirilerine dokunmasan!’ demiş.
Kıssadan hisse: ikiyüzlülük yapma, yalan söyleme, caka satma, poz yapma, bir gün foyan meydana çıkar ve utanırsın sonra.
Çok konuşan, boş konuşan, konuşması gerektiği zaman susan, konuşsa da suya sabuna dokunmayan insanlar vardır. Böyleleri, ortalık sakinken, kendileri için herhangi bir risk, tehlike yok iken konuşur da konuşur. Demokrasi üzerine, hak, hukuk üzerine, özgürlükler üzerine nutuk üstüne nutuk atar. Ortalık biraz karıştı mı, böylelerini ara ki bulasın. İnlerine çekilirler, konuşmak için tehlikenin geçmesini, ortamın normalleşmesini beklerler. Böylelerine tatlı su demokratı denir. Böyleleri hem hayvanların dünyasında, hem de insanların arasında vardır. Cemal Süreya şu dizeleri onlar için yazmıştır mesela: ‘…Dibe çökerler devinim evrelerinde, / Durgun dönemlerdeyse kurbağa pislikleri gibi / Yan yana omuz omuza bitişe bitişe. / Suyun yüzüne yükselirler / Giderek renkleri koyulaşır. / Avukattırlar. / Günoğludurlar. / Nilüferleri kararta kararta, / Kalırlar orda…’
Kurbağaların sadece pislikleri değil, kendileri de böyledir. Ezop ‘Kurbağa ile Aslan’ masalını bunlar için yazmıştır. Okuyalım: Bir gün aslan kırda dolaşırken bir ses duymuş. İrkilmiş. ‘Nedir acaba bu?’ diye sormuş kendine. Sonra ‘ne yaman hayvandır bu, sesine baksana, ne gürültü, benden baskın çıkar belki ve şuracıkta paralar beni, en iyisi saklanayım da hiç olmazsa canımı kurtarayım’ demiş ve saklanmış bir yere. Aslanı fark eden kurbağa tehlikeyi sezmiş, o da bulduğu en yakın yere saklanmış. Ama kurbağanın saklanması aslanın gözünden kaçmamış. Bu saklanan kimdir diye biraz daha yaklaşmış. Bir de ne görsün? Bir kurbağa. ‘Vay kerata vay’ demiş aslan, sonra arkasını şöyle getirmiş: ‘Boyuna posuna bakmazsın, dünya kadar gürültü yapar, herkesi rahatsız edersin. Duyan da seni bir şey sanıp korkar. Kendinden güçlüsünü gördün mü, bu defa korkar, siner, susar, saklanırsın.’ Olmasan da olur demiş, yakalamış kurbağayı saklandığı yerde ve basmış tekmeyi orada öldürmüş kurbağayı.
Kıssadan hisse: Bir insanı konuştuğundan daha çok sustuğundan tanırsınız. Bu birincisi. İkincisi, hani kilise düğünlerinde papaz cemaate ‘itirazı olan, söyleyecek sözü bulunan varsa, şimdi konuşsun, değil ise ebediyen sussun’ der ya. İşte, onun gibi bir şey! Konuşman gerektiği zaman, sana ihtiyaç duyulduğu zaman konuşmuyorsan, sonra da konuşma ve sus. Sus da hem yaptığın gürültüden rahatsız olmasın kimse, hem de insanlar seni bir şey sanmasın!
Atinalıların nefret ettiği kral Pisistratus’un zamanında Ezop Atina’ya gitmiş. Görmüş ve dinlemiş ki, bütün Atinalılar kraldan şikayetçi. Bunun üzerine Atinalıları gelenin gideni aratacağına ikna etmek için onlara ‘Kral Arayan Kurbağalar’ masalını anlatmış. Okuyalım:
Çok eski zamanların birinde geveze kurbağalar yaşarmış büyük bir gölde. Kimse karışmazmış onlara, kendi kendilerine mutlu ve özgür bir şekilde yaşarlarmış. Sıkılmışlar, içlerinden bazılarının olur olmaz zamanda bağırmalarından, gürültü yapmalarından rahatsız olmuşlar. Tanrı Zeus’un kapısını çalmışlar, durumu anlatmışlar ve ondan kendilerini yönetmek, düzeni sağlamak için başlarına bir kral göndermesini istemişler. Zeus ‘başka derdiniz yok mu, sonra çok pişman olursunuz’ demiş ve geri göndermiş kurbağaları.
Bir zaman sonra yeniden gelmişler, o kadar çok bağırıp çağırıp gürültü yapmışlar ki, Zeus mecbur kalmış ve eline geçirdiği bir odun parçasını işte kralınız bu diye gölün ortasına fırlatmış. Kral geldi diye korkan kurbağalar seslerini çıkaramaz olmuşlar. Bir zaman sonra genç bir kurbağa şu kralı yakından göreyim diye odun parçasına yaklaşmış, dokunmuş önce, bir tepki görmeyince üzerine çıkmış tepinmeye, zıplamaya, cıyaklamaya, vıraklamaya başlamış. Bu durumu izleyen ve kraldan hiçbir tepki gelmediğini görerek cesaretlenen göldeki diğer kurbağalar, krallarının yanına koşmuşlar, üzerine çıkmışlar, tepinmeye, zıplamaya, vıraklamaya başlamışlar.
Sonunda Zeus’un gönderdiği kral pis ve yosunlu bir hale gelmiş, hem bundan dolayı, hem de otoritesi olmadığı için kurbağalar bu kraldan kurtulmak için yeniden Zeus kapısını çalmışlar ve ondan yeni bir kral göndermesini istemişler. Kurbağaların gürültüsünden, şamatasından, gevezeliğinden bıkan Zeus dayanamamış ve onlara iyi bir ders vermek için yeni bir kral göndermiş. Bir yılan. Her gün bir kurbağa yutan, gölde ne varsa yiyen, kurbağalara yiyecek bir şey bırakmayan yeni kral kurbağaların başına bela olmuş.
Kurbağalar ‘yandık Zeus bizi bundan kurtar’ diye vıraklayarak bir kez daha Zeus’un kapısına dayanmışlar. Bunun üzerine Zeus şöyle demiş: ‘Size önce iyi bir kral gönderdim, değerini bilemediniz, bir yenisini gönderdim, ondan da memnun olmadınız, eğer mevcut kralın yerine bir yenisini göndermemde ısrar ederseniz, bu defa daha kötüsüne razı olmak zorunda kalabilirsiniz.’ Zeus’un bu sözleri üzerine kurbağalar durumlarına razı olmuşlar ve yeni bir kral istemekten vazgeçmişler.
Kıssadan hisse: Beterin beteri, kötünün daha kötüsü vardır. Onun için elinizdekinin, sahip olduğunuzun değerini bilin. Bilmezseniz eğer, gün gelir onu da arar duruma düşer ve sonra çok pişman olursunuz. Gelen gideni aratır zira.
Ama bu her zaman böyle de olmayabilir. Bektaşi’nin iki testi şarap hikayesinde olduğu gibi, diğer alternatifler daha henüz denenmemiş olsa da, denenen, ne olduğu, ne olmadığı belli olan mevcut kraldan/iktidardan/yönetimden daha kötüsü de olmayabilir. Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi!
Kraldan çok kralcılar vardır. Kralın adamları, tetikçileri vardır. Kendi gücü, kişiliği, adamlığı, özgürlüğü ve özerkliği olmayan, her biri ayrı bir kukla olan böylelerinin ipleri başkalarının elindedir. Bu kuklaların efendileri vur derler, kuklalar vurur, yürü derler kuklalar yürür, dur derler kuklalar durur.
Ezop’un bu kuklalar için de bir masalı vardır. ‘Duvar ile Çivi’ Okuyalım: Duvar, hoyratça, acımadan, önünü arkasını düşünmeden canını acıtan çiviye: ‘Ben sana ne kötülük ettim de, beni böyle deliyorsun?’ diye sormuş. Çivi: ‘Benim seninle bir işim, bir derdim, bir sorunum yok. Görmüyor musun? Beni de arkamdan itiyorlar!’ demiş.
Peki! Ezop bu masalıyla ne demek istemiş? Başkasının adamı olma, adam ol. Adam olmazsan eğer, birilerinin adamı olursan eğer, değerin olmaz, saygınlığın kalmaz, birileri seni hep arkandan iter, insanlara zarar verirsin ve sonunda başın belaya girer.
Bazı insanlar vardır. Hem severler, hem de döverler. Nerde dost, nerde düşman olduklarını bilemezsiniz, dost mu, düşman mı anlayamazsınız. Böyleleri, sizin iyi günlerinizde, kendilerinin kötü günlerinde ben seni severim diye yanınıza gelirler, işleri bittikten sonra ortadan kaybolurlar ve bir süre hiç görünmezler. Sadece ortadan kaybolmakla kalmazlar, arkanızdan da ileri geri konuşurlar, olur olmaz bir dolu laf ederler. Bir zaman sonra bir nedenle yine ortaya çıkarlar. Aynı teranedir sürer gider böyle. Bu yapıdaki insanların hepsi mutlaka kötü değildir. Sadece duyguları, düşünceleri, tercihleri, kişilikleri henüz olgunlaşmamıştır. Bir kısmı da kötüniyetli ve çıkarcıdır. Kötü olsunlar ya da olmasınlar, kötüniyetli ve çıkarcı olsunlar veya olmasınlar, bu tür insanların istikrarı olmadığı gibi dengeleri de yoktur. Kendisini, dahası ne istediğini ve ne istemediğini bilmeyen ya da çok iyi bilen bu insanlar, böyle oldukları için, bir gün sizi öperler, ertesi gün ısırırlar. Ve dolayısıyla sizi sadece şaşırtmakla kalmazlar, sizin dengenizi de bozarlar ve giderek duygularınıza zarar vermeye başlarlar. En iyisi böylelerinden uzak durmaktır.
Ezop Usta, ‘Köpek ile Tavşan’ isimli masalında tam da bunu anlatır. Okuyalım: Av köpeğinin biri bir tavşan yakalamış. Köpek, tavşanı bir ısırır, bir ağzını, burnunu yalarmış. Tavşan dayanamamış, ‘Ayol!’ demiş ve sonra şöyle devam etmiş ‘ya ısırmayı bırak, ya öpmeyi bırak, bırak da, dost musun, düşman mısın anlayayım.’
İşte böyle bir şey! Hayvanları, pardon insanları La Fontaine’den, Ezop’tan dinledik. Sıra geldi Beydaba’ya. Sağ olursak, sağ kalırsak eğer, bir daha ki sefere onu yazar, omu okuruz.
Hoş Kalın, Hoşça Kalın!