Dün gece rüyamda babamı gördüm. Babam iyi olduğunu söyledi ve bana nasıl olduğumu sordu. Rüyanın kalan kısmını hatırlamıyorum ya da rüyanın tamamı bu kadardı.
Uyandığımda tefekküre daldım ve insan beyninin geçmişi hatırlamak, bugünü ve yarını tasarlamak konusunda gerçekten müthiş bir makine olduğunu düşündüm. Oysa Nietzsche’ye göre sadece şimdiyi yaşayan, geçmişi ve geleceği düşünmeyen hayvanların böyle bir becerisi ve yeteneği yoktu.
Ne var ki, şairin dediği gibi ‘Güçlü bir hafıza insan için ağır bir cezadır, zira insan iyi anları ve anıları nadiren, kötü anları ve anıları ise sıklıkla hatırlar.’ Yine insanın tarih bilinci vardır ve bu bilincin olmasının ve oluşmasının en önemli aracı da hafızadır. Unutmak veya unutmamak, hatırlamak veya hatırlamamak, sadece insanın kişisel tarihi bağlamında değil, toplumsal hafızası bağlamında da önem arz eden bir özelliktir. Oysa sadece insanlar ya da bazı insanlar değil, bazı toplumlarda balık hafızalıdır. Nitekim balıkların hafızaları üç beş saniyedir. O nedenle, balıklar bu süre geçtikten sonra her şeyi unuturlar.
Kuşkusuz insan için unutmak elbette iyi bir şeydir, zira unutmak beynin koruyucu mekanizmasıdır ve esasen unutmak kabullenmenin önemli bir parçasıdır. Eğer insan unutmazsa ve olan biteni kabullenmez ise hayata, hayatına devam edemez. Onun için Yahya Kemal o güzel şiirinde ‘Her rind bu bezmin nedir encamı bilir/Dünyamızı nagah zalam örtebilir/Bir bitmeyecek şevk verirken beste /Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir’ demiştir.
En bilge, en deneyimli, en gerçekçi öğretmen olan hayat, kuşkusuz hep aynı şekilde sürüp gitmez. Zira hayatın da bazen inişleri, bazen çıkışları vardır. Öyle ki, hayat bizi, zaman zaman aşağılara indirir, zaman zaman da yukarılara çıkarır. Gün olur kulağımıza, hiç bitmeyeceğini sandığımız şevk veren bir beste fısıldar. O besteyle yüreğimiz arasında ahenkli bir bağ kurar. Sonra bir başka gün gelir, o gün geldiğinde o beste susar, o beste susunca hayatımızdan bir tel kopar ve ahenk ebediyen kesilir.
İçimizdeki bestenin, yani müziğin sustuğu en önemli olgu ölümdür. Ölümle birlikte sadece beste susmaz hem ölenin hem de sevenlerinin hayatından bir tel kopar ve ahenk ebediyen kesilir.
Değerli yazarımız Doğan Hızlan’ın bir makalesinde yazdığı gibi ‘kimi ölümlerde içimizdeki müzik susar ve sadece uzaktan yankılanır.’ Aslında yankılanan, ölenin geride bıraktığı anılardır.
Hayat hem hafif hem de ağırlığı aşikar olan anılarla doludur. Hayatın biriktirdikleri olan ve hayatı zenginleştiren anılar, içimizdeki bestelerdir, müziklerdir. Bu besteler, bu müzikler, bazı garip anlarda ruhumuzdan içeri sızar. Bunların arasında sadece ölüm, anılarla yüklü olan beynimizdeki, yüreğimizdeki depoyu ortadan kaldırır. İçimizdeki besteleri, müzikleri susturur. Zira ölüm, ölenle birlikte ölür.
‘Gönüllü Ölüm’ de Nietzsche’nin Zerdüşt’ü şöyle der; ‘Çokları pek geç ölürler, kimileri de çok erken ölür. Şu öğreti hala garip geliyor, doğru zamanda öl.’ Nietzsche, aynı konuyu ‘Putların Alacakaranlığı’ isimli eserinde ise şu şekilde ifade eder; ‘Gururlu yaşamanın artık mümkün olmadığı anda gururlu bir şekilde ölmek. Kişinin kendi seçimi olan ölüm, çocuklar ve tanıklar arasında mükemmel bir biçimde, berrak bir kafayla ve neşeyle, doğru zamanda ölmek. Böylece ayrılacak olan hala oradayken gerçek bir vedalaşma mümkün olur. Kişi kazayla değil, yaşam sevgisi yüzünden ve özgürce, bilinçli bir şekilde ölmeyi arzulamalıdır.’
Doğumun rastlantısallığı içinde ana rahminden kopmak, hayata kendini oldurmaya hazır bir insan olarak başlamak. Böylece ayrılıkla ve yalnızlıkla karşı karşıya kalmak. Bu suretle ve zaman içinde, yaşamın geçiciliğinin ve tekrarı olmadığının bilincine varmak. Daha sonra kendini oldurmaya, oldurmak için öğrenmeye, olgun, erdemli, onurlu bir insan olarak inşa etmeye çalışmak. İşini, mesleğini iyi yapmaya, üstlendiğin sorumlulukların hakkını vermeye gayret etmek. İnsanlara hizmet etmek, arkanda eserler bırakmak. Bunlardan keyif almak. Hayatı böyle anlamak, böyle yorumlamak ve böyle uygulamak!
Günlük uğraşlar, koşmalar, koşuşturmalar, para hırsı, iktidar hırsı, makam, mevki hırsı, sonra çocuklar, onların yetiştirilmeleri için katlanılan özveriler, özel hayat, iş hayatı, buralarda yenilen çelmeler, oynanan oyunlar, yaşanan çirkinlikler, uğranılan haksızlıklar, yalanlar, iftiralar, dedikodular, başkaca çirkinlikler, hayata dahil başkaca işler, zevkler, alışkanlıklar, etkinlikler edinmek.
Bütün bunlar, insanın ölümlülüğü bağlamında düşünüldüğünde; insanın çabalarının, uğraşlarının, hırslarının, sadece kendisi için, kendi yararı veya zararı için olmadığını ortaya koyar. Hayata böyle bakıldığında; insan bu dünyadan göçüp gittikten sonra, sadece mirasçılarına değil, geride bıraktığı herkese bir miras bırakır. Bu mirası insan ölürken yanında götüremeyeceği gibi, ölmeden önce yaptıklarını, ürettiklerini, yarattıklarını da tüketemez. Yani ölümün kişiselliği, insanın ölüme yalnız gitmesi, bizi yaşamın içinde başkalarına ve ölümden sonra bizsiz sürecek olan bir geleceğe bağlar.
Öldüğümüz zaman bağlanacağımız o gelecekte; belki yetiştirdiklerimiz bizi övgüyle anacak, daha sonra gelecek olan insanlar, bizim hayattayken gösterdiğimiz çabaya, yaptığımız fedakarlıklara, geride bıraktıklarımıza saygı duyacaklardır. Hayatta iken bizi kıskananlar, kıskanmaktan vazgeçecekler, düşmanlarımız yaptıkları haksızlıklardan dolayı belki utanacaklardır. Belki de bunların hiçbirisi olmayacaktır.
Öldükten sonra gideceğimiz diğer köyde, belki birileri bize Lermantov’un o güzel şiirinde yazdıklarını söyleyeceklerdir. Yani şöyle diyeceklerdir: ‘Hayır, ilgi beklemiyorum ben/ Hüzünlü sayıklamalarına ruhumun/Alışkınım el çekmeye isteklerimden/Eski günlerinden beri çocukluğumun/Yazdıklarımdan da bir şey beklemem/Fakat isterim ki yıllar sonra/Kısa, fakat isyancı bir ömürden/Bir iz kalsın onlarda/Kim bilir, belki günün birinde/Tüm sayfaları hızla geçerken/Takılıp kalacaksınız bu dizelere/Mırıldanarak: ‘Haklıymış gerçekten’ diyeceksin/Belki o sevinçsiz şiir uzun süre/Durduracak üstünde bakışlarınızı/Bir mezar taşının yol üstünde/Durdurması gibi yabancıyı.’ Belki de birileri bunların hiçbirisini demeyeceklerdir.
Her ölen bunları düşünür mü? diye sordum kendime. ‘Başkalarını bilmiyorum, ama ben ölürken eğer kendimde olursam, bilincim az da olsa yerinde olursa, bunları düşüneceğimden eminim’ cevabını verdim.
‘Hayatımın ve hayatımızın ötesinde uzanan bir geleceğe bağlılığımız, yaşadığım şu anla gurur duymamı sağlıyor ve beni bekleyen son hakkında beni teselli ediyor’ diyor Amerikalı siyaset bilimci William E.Connolly. Doğru da diyor. Zira hepimizin aradığı bu tesellidir aslında!
Hayat, planlardan, imgelerden, özlemlerden daha çok rastlantılardan ibarettir. O rastlantıların getirdiği olayların ve insanların, bize yaşattığı mutluluklar, sevinçler, üzüntüler vardır. Esasen hayat bunların hepsini kapsar. Önemli olan iyi ve kötü anları, olumlu veya olumsuz duyguları kamplaştırmamak, o anı yaşamak, o anın tadını çıkarmaktır. Ama biz toplum olarak böyle bir kültürden gelmediğimiz için çoğu zaman bunu yapmayız, yapamayız.
Oysa ‘dünkü ekmek azdı, dünkü ekmek bayattı diye düne kızmamamız, dünü düşünmememiz, yarın ekmeğimiz olacak mı diye kaygı duymamamız, bugün yediğimiz ekmeye şükretmemiz gerekir. Zira yiyebileceğimiz yegâne ekmek, bugünkü ekmektir. Dünkü ekmek, dünde kalmıştır. Yarınki ekmeği yiyip yiyemeyeceğimiz ise belli değildir. Zira o ekmeği eğer yarın yaşarsak yiyebiliriz.’
Cezanne, Saint Victoria Dağı’nın her anının ayrı bir resmini yapmış. Neden mi? Her anın ışığı farklıdır da onun için. O nedenle, ah vah demeyip her anın ışığını görmek, her anın değerini bilmek ve keyfini çıkarmak gerekir.
‘Tek bir sevince – Evet – dediğiniz oldu mu hiç?’ diye sorar Zerdüşt. Sonra şöyle devam eder; ‘Ah! Dostlarım, o zaman üzüntüye de – Evet – demişsinizdir. Bütün her şey birbirine dolanmış, düğümlenmiş ve kenetlenmiştir. Bir kez bile bir şeyi iki kez istediyseniz, mutluluk, beni memnun et! Kal biraz! Dediyseniz, o zaman her şeyi geri istemişinizdir. Çünkü her sevinç, her mutluluk ebediyet ister.’ Oysa acının, üzüntünün, mutsuzluğun, böyle bir talebi ve iddiası yoktur! Onun için bizi mutlu eden, sevindiren şeylerin ve anların değerini bilmek gerekir.
‘Ölüm’ diyor Octavia Paz ve sonra şöyle devam ediyor: ‘Hayat sahnesindeki rol kesme/hava atma çabalarımızın pek işe yaramadığını gösteren bir aynadır. Eylem, unutkanlık, hüzün ve umutlardan oluşan karmaşık bir hayat süreci içindeki insanın ölümünü – bir anlam ya da açıklama olarak değil de – salt bir son olarak görürüz. Ölüm hayatı tarif eder: bir kişinin ölümü ise, o kişiyi belirler. Ölülerimiz hayatlarımızı aydınlatır ve anlatır bize. Ölümümüzde anlam bulunamıyorsak eğer, hayatımızda da bir anlam yok demektir.’
Oysa insan anlam arayan bir varlıktır. İnsanın bu anlam arayışı, aslında içgüdüsel itkilerin tali bir ussallaştırılması değil, insanın yaşamındaki temel bir içgüdüdür. Nazilerin, 1940 yılında Polonya, Krakow yakınlarında inşa ettikleri ve çoğunluğunu Yahudilerin oluşturduğu 4 milyondan fazla insanın imha edildiği Auschwitz’deki Toplama Kampından sağ kurtulan ender kişilerden olan Victor E.Frankl, ‘İnsanın Anlam Arayışı’ isimli özgün eserinde şöyle diyor: ‘…anlam, sadece kişinin kendisi tarafından bulunabilir oluşuyla ve böyle olması gerektiği için eşsiz ve özel bir yapıdadır; zira bu ancak o zaman kişinin kendi anlam istemini doyuran bir önem kazanabilmektedir. Bazı otoritelere göre anlamlar ve değerler, savunma mekanizmalarından, tepki oluşumlarından ve yüceltmelerden öte bir şey değildir. Ama bana göre, ben, sadece savunma mekanizmalarım uğruna yaşamak istemeyeceğim gibi, sadece tepki oluşumlarım uğruna ölmeye hazır da olamam. Öte yandan insan, kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme, hatta ölme hakkına ve yetisine sahiptir.’
Victor E.Frankl’inin bu görüşü son derece önemli ve değerli bir görüştür. Zira insanın yaşaması ve yaşamak istemesi için, hayatının bir anlamı olması, bu anlamın, kıymetli ideallerden ve değerlerden oluşması gerekir. İnsan için hayatın bir anlamı yoksa eğer, insanın hayatında anlamlı idealler ve değerler yoksa eğer, ya da bir zamanlar vardı da bunlar daha sonra kaybolduysa eğer, yani insanın içinde ona şevk veren bir beste, bir müzik yoksa eğer, işte o zaman insanın hayatındaki bir tel kopmuş, ahenk ebediyen kesilmiş demektir.
Ama insanın içindeki şevk veren bestenin, müziğin sona erdiği, telin koptuğu ve ahengin bozulup kesildiği ölümden başka durumlar da vardır. Aşk vardır mesela! Aşk bitti mi, seven insanın kalbindeki beste de, müzik de biter, bir tel kopar ve ahenk ebediyen kesilir.
Arkadaşlarınızdan, eğer var ise dostlarınızdan, kazık yediğiniz, vefasızlık, kadir, kıymet bilmezlik gördüğünüz zaman da bize şevk veren içinizdeki beste, müzik durur, yüreğinizden bir tel kopar ve ahenk ebediyen kesilir.
Mesela bir güruh, haksız olarak sizin üzerinize geldiğinde, sizin hakkınızda ileri geri laflar ettiğinde, arkadaşlarınız, dostlarınız susuyor ise eğer, daha düne kadar hemen her gün sizi arayan birileri araya mesafe koyuyor ise eğer, o zaman da içinizdeki bir tel kopar, ahenk bozulur ve siz Martin Luther King’in dediği gibi sadece ‘düşmanlarınızın sözlerinden çok, dostlarınızın sessizliğini hatırlarsınız.’
Ve işte o zaman, siz Can Yücel’in şu dizelerini çok daha iyi anlar, yerli yerine oturtursunuz: ‘Dostlar ırmak gibidir/Kiminin suyu az, kiminin çok/Kiminde elleriniz ıslanır yalnızca/ Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya’
Peki, bütün bunlar neden olur? Bunların psikolojik, psişik, patolojik, sosyolojik, politik bir açıklaması var mıdır? Vardır elbette. Uzmanlar bu durumu, ‘Çağdaş Nihilizm’, yani ‘Çağdaş Hiççilik’ kavramı ile açıklıyorlar.
Bilirsiniz, aslında nihilizm hiçbir şey olmadığını söylemez, sadece hiçbir şeyin anlamı olmadığını, hemen her şeyin saçma olduğunu söyler. Yani aşk da anlamsızdır, arkadaşlık, dostluk, vefa, erdem, kadir, kıymet bilirlik, düşmanlık, nefret, kin de anlamsızdır. Onun için sizin bütün bu anlamsızlıklara tepki göstermeniz de anlamsızdır.
Bu gibi durumlarda bazıları tarafından en anlamlı bulunan şey susmaktır. Sizden de bu istenir zaten. Oysa Sartre, ‘insanın kişiliği kendisine yapılan haksızlığa gösterdiği tepki de gizlidir’ diyor. Bu söze herhalde şunu da eklemek gerekir; ‘insanın kişiliği başkasına yapılan haksızlığa gösterdiği tepki de gizlidir.’
Peki, çağdaş nihilizm nedir? Logoterapist George A. Sargent’in Uluslararası Logoterapist Forumu’nda verdiği tebliğde söylediği şeydir. Yani ‘öğrenilmiş anlamsızlıktır. ’Onun için George E. Sargent bu durumda kendisine şunu tavsiye eder; ‘…George, dünyanın bir şaka olduğunu anlamalısın. Adalet diye bir şey yoktur. Her şey rastlantıdır. Ancak bunu kavradığın zaman kendini ciddiye almanın ne kadar aptalca olduğunu anlayacaksın. Evrende büyük amaç diye bir şey yoktur. Evren sadece evrendir. Bugün ne yapacağın konusunda verdiğin kararın özel bir anlamı yoktur.’
Anton Cehov da benzer bir şey söyler ve şöyle der; ‘Hayata gülmüyorsan eğer, espriyi, yani hayatı, yani hayatın bir şaka olduğunu anlamamışsın demektir!’