“Çocuk Hakları Gününe İthafen”
“Onca yolu gelmişsin, kurtulmuşsun herkesten ama, vardığın yerin iklimi bile merhabayı çok görmüş sana”.
Bunları düşünüyorum işte, Brüksel’deki iki yıldızlı bir otel odasının ortasında soğuktan dört dönüp beni ısıtacak bir şeyler ararken. Önce yatağın üzerindeki battaniyeye ilişiyor gözüm. Sonra yarı açık bavulumdaki kazağa. O gün hiç geçmeyeceğini sandığım diş ağrısına eklenen bu soğuk sinirlerimi iyice germişken kapının sesiyle irkiliyorum. Otel girişindeki görevli bu.;. Fransızcadan bozma İngilizceyle konuşuyor. “Kusura bakmayın. Bugün bayram olduğundan tüm odalar dolu. Bu odanın da kliması bozulmuş. Size elektrikli soba getireceğiz.” Görevlinin yüzündeki umursamaz ifadeye takılıyor gözlerim. Sanki hiç diyalog kurulmayacak aramızda. Tepki vermeden kapıyı kapatıyorum. Onu dört gözle bekleyeceğimi biliyor nasılsa.
Akşam aydınlığı odama doluyor yavaş yavaş. Hayır, sokak lambaları değil. Karşımda yükselen devasa binanın içinde sevinç çığlıkları atan çocukların gayriihtiyari yaydıkları mutluluk hüzmesi bu. Aydınlık, içinde daha ne kadar kalacağımı tahmin edemediğim boğucu soğuğu az da olsa unutturunca, ısrarla çalan cep telefonumu fark ediyorum.
-“Nasılsın ?” diye soruyor telefonun ucundaki ses.
-“İyiyim” diyorum, sanki iyi olmadığımı bilmiyormuş gibi.
-“Çok yorgun musun yine?”
İnsan bazen cevabını bildiği bir soruya takılır ısrarla. Tam yarım saat, aylardır süren yorgunluğumdan konuşuyoruz. Bu sohbet de beni yoracak gibi olunca, konuyu değiştirmek istiyorum ;
-“Sen ne yapıyorsun, kendinden bahset biraz”.
-“Nasıl anlatsam”, diyor, anlatacak çok şeyi olan her insan gibi. “Burası çok yoğun. Irak’tan dönen Amerikalı askerlere psikolojik destek veriyoruz. Sayıları giderek artıyor, yetişemiyoruz artık”.
Konsantrasyonumu bir parça toplayıp, yatağın üzerine yerleşiyorum;
-“ İşe yarıyor mu?”
Nihayet bir konuya odaklanabildiğimi hissediyor. Bu iyiye işaret sanırım.
-“Çok değil. Ağır depresyon geçiriyor bu insanlar. Geceleri kabuslarla uyanıyorlar. Bağıra çağıra koşturuyorlar etrafta. Bir görsen, hepsi 18-20 yaşında gençler.Çok yazık, çok yazık….”
İkimiz de sessizliği dinliyoruz bir an. Sanki birilerine ihanet olacakmış gibi, her sözümüz taşınamayacak kadar ağır bir temkinle çıkıyor ağzımızdan. O benden daha cesur her zamanki gibi;
-“Boşver bunları sen. Geç oldu. Dinlen lütfen. Uyu. Hiçbir şey düşünmeden uyu”.
Bu sözler ninni gibi geliyor kulağıma. Soğuğa alıştığımı hissediyorum. Karşı binadan odama ulaşan mutluluk hüzmesinin, içimdeki kanaat hissini bastırmasına izin vermemeye gayret ederken, en küçük bir çıt sesini bile kaldıramayacağını hissettiğim başım yastığa düşüveriyor. Alt kattan, yan odadan, üst kattan gelen bayram kutlama gürültüsü giderek uzaklaşıyor, uykuya yeniliyorum.
Ertesi gün en sevdiğim dostumdan gelen mesaj günümü aydınlatıyor. Can Yücel’den bir şiir.
“Iskalamak istemiyorsan hayatı.
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az
Haydi kalk bakalım,
ŞİMDİ YAŞAMAK ZAMANI !”
Hoşuma gidiyor bu şiir. Şimdi bu soğuk oda bana ne kadar da sıcak geliyor. Kapının yanında sanki hiç açmayacakmışım gibi duran bavulumu bir çırpıda atıyorum yatağın üstüne. Bir yandan eşyalarımı, bir yandan dağılmış ruhumu yerleştiriyorum odaya.
Birden, önümdeki devasa aynanın yanında gözü yaşlı küçük bir kız çocuğu beliriyor. Sanki bir dumanın arkasından bakakalmış bana. Şaşkın yüzü kir pas içinde, üzerinde yırtık bir elbise, dudaklarını bükmüş, öylece önümde. Birilerine küsmüş belli.
-“Kimsin sen, niye geldin odama ?”
Cevap vermiyor. Kirli burnunu çekiyor yalnızca. Ağlamaktan nefesi kesilmiş .
Bana cevap vermeyeceğini anlayınca, yatağın yanına ilişiyorum. Onu ürkütmemek için elimden geleni yapmalıyım.
Küçük kız, sanki saatlerce sohbet ediyormuşuz gibi fısıldıyor ;
-“Bugün kaç çocuğun yazgısı, omzuna silah almış bir askerin insafına kalacak ?”
İrkiliyorum. Küçük kızın naif ifadesinden bu soruyu duymak şaşırtıyor beni. Bilmiyorum cevabını. Ya da cevap vermek istemiyorum. Anlaşılan, o da cevap vermemi değil dinlememi istiyor.
-“Kaç çocuk bugün yetim ve öksüz bırakılacak ? Evleri-okulları, parkları, bahçeleri alınmış, bölük pörçük uykularla ölümü gözleyen çocuklar... nereye kaçacaklar ?”
Sesi sonuna kadar kısılmış televizyona ilişiyor gözüm. Görüntü bir başka görüntüde kayboluyor. Ortalık yangın yeri . Patlayan bombalar, ağlayan anneler, bağırış çağırışlar, haykırışlar. Duman bir çaresizlik bulutu olmuş , kaplamış gökyüzünü, güneşe yer kalmamış.
-“Soğuk, çok soğuk bizim orası. Çöl soğuğu”.
Bunalıyorum küçük kızın fısıltısından. Yakamı gevşetiyorum yavaşça. Şimdi sanki azarlıyor beni;
-“Sabah kalktığında hissettiğin şu ağırlık, bitmeyen öfken, sadece seninle mi ilgili ? Sadece senin yazgın mı önemli olan ?”
Benim sesim de fısıltı olmuş şimdi. “Bilmiyorum” diyorum. Duyuyor mu, anlamıyorum. O devam ediyor konuşmaya, gözlerini ayırmıyor yüzümden.
-“Bu halin, yeryüzündeki ihmalin habercisi. Bu hal, senin ihmalinin habercisi. Her gün ölümü bekleyen gözler bir köşede ağlarken, yaşamayı sadece kendine saklamışsan, her gün listene sadece mutluluk koymuşsan, hiç sorumluluk almamışsan ruhuna, o ruh bir gün şu aynanın köşesinde, ağlayıp sızlanacak, bir dumanın arkasından kir pas içinde bakacak sana. Sen de çekeceksin elbet bu kahrı. Kiminiz hastanenin duvarında ağlayacak, kiminiz bağıra çağıra koşturacaksınız. Gece kabuslarla uyanacaksınız. Duvarlar dar gelecek çığlıklarınıza”.
Küçük kız, soğuktan üşümüş çıplak ayaklarıyla bana doğru yaklaşıyor;
-“Birileri sana da “çok yazık” demeden sen de üzerine düşeni yapıver olur mu?”
“Nasıl” dememe fırsat kalmadan küçük kız kayboluyor karanlıkta. Ardında bıraktığı ses odamı çınlatıyor ;
-“Şimdi SİLKİNEREK YAŞAMAK ZAMANI !”
Av. Ebru EKŞİOĞLU