Sözleşmeler hukukunun temel prensiplerinden birisi olan ahde vefa (Pacta Sunt Servanda) ilkesine göre, taraflar, özgür iradeleri ile akdettikleri sözleşme hükümlerine uymakla yükümlüdürler. 1969 tarihli Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 26. maddesine göre, “Yürürlükteki her antlaşma, ona taraf olanları bağlar ve tarafların onu iyiniyetle icra etmesi gerekir.”
Pek çok ülkenin ulusal yasalarında, hata, hile, zorlama, aşırı yararlanma gibi sözleşme iradesini temelden bozacak durumların varlığı halinde, bireylerin imzaladıkları sözleşme ile bağlı olmadıkları yasal olarak güvence altına alınmıştır.
İşte bireyler arasındaki sözleşmeler bakımından ahde vefa ilkesinin istisnasını oluşturan irade sakatlayıcı bu gibi durumlardan yola çıkılarak uluslararası hukukta, özellikle de devletlerin, antidemokratik hükümetlerin hukuksuz harcamaları nedeniyle yüklendiği borçlar bakımından, tiksindirici borç doktrini gelişmiştir.
Bu doktrinine göre, genellikle antidemokratik bir hükümet tarafından, belirli bir çıkar grubunun lehine şekilde, halkın rızası olmadan yapılan ve halka fayda sağlamayan devlet borcunun gayrimeşru olduğu kabul edilmekte ve alacaklıların da borcun doğduğu sırada bu durumun farkında olması halinde, söz konusu borcun, halef bir hükümete devredilmemesi, yani halkın sırtına yüklenmemesi gerektiği argümanı ileri sürülmekte ve borcu doğuran rejim ve üyeleri tarafından ödenmesi gerektiği savunulmaktadır.
Tiksindirici borç doktrini 1898'de İspanya-Amerika Savaşı'ndan sonra ortaya çıkmıştır. Barış görüşmeleri sırasında ABD, sömürge yöneticilerinin Küba halkının rızası olmadan üstlendikleri ve onların yararına kullanılmayan borçlardan Küba'nın sorumlu tutulmaması gerektiğini savunmuştur. İspanya bu argümanı reddetmiş ise de, Paris Barış Antlaşması ile Küba’nın 400 milyon dolarlık borcunu üstlenmek zorunda kalmıştır.
İşte bu uygulama sonrasında pek çok ülkenin hükümetleri, tiksindirici borç doktrinini kullanarak, özellikle kendinden önceki despotik iktidarların yarattıkları gayrimeşru borçları ödemekten kaçınmak istemişlerdir.
Örneğin, Güney Afrika'nın Apartheid hükümeti, barajlar, enerji santralleri ve diğer altyapı projelerini inşa etmek, ülkedeki Afrikalı çoğunluğunu güçle bastırmak için orduyu ve polisi finanse etmek amaçlarıyla büyük miktarlarda uluslararası borç almıştır. Nelson Mandela liderliğindeki halef hükümet üyeleri tarafından, Apartheid rejiminin hukuksuz politikaları nedeniyle edinilen borçların tiksindirici olduğu savunulmuş ise de, ülkenin temerrüde düşmesinin yabancı yatırımcıları korkutacağı endişesi ile Afrika Ulusal Kongresi iktidarı bu borçları ödemek zorunda kalmıştır.
Benzer şekilde, Anastasio Somoza’nın, iktidarı sırasında, Nikaragua'dan yaklaşık 500 milyon dolar yağmaladığı anlaşılmış ve halefi Sandinista hükümeti lideri Daniel Ortega, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda, Somoza'nın yarattığı bu borcu reddedeceğini söylemiş ise de, Nikaragua'nın batılı kapitalist ülkelerden uzaklaşacağı endişesi ile Somoza’nın yarattığı tiksindirici borçları reddedememiştir.
Yine, Ekvador Devlet Başkanı Rafael Correa, yerine geldiği despotik ve yozlaşmış hükümetin yarattığı borcu tiksindirici borç ilan ederek Ekvador'un ulusal borcunu temerrüde düşürmeye çalışmıştır. Correa, borcun tamamını ödemekten kaçınamamış, ancak ödenmesi gereken borç miktarını düşürmeyi başarmıştır.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, devletler, temerrüde düşme, yurtdışındaki varlıklarına el konulma ve itibarlarının zedelenmesi, buna bağlı olarak da yeniden borçlanmakta zorlanılması ve yatırımcıların ülkeden kaçması riski ile karşı karşıya kalmaları gibi çeşitli siyasi ve ekonomik gerekçelerle, genellikle tiksindirici borçlarını geri ödemekten kaçınamamaktadırlar. Ancak ulusal hukuk sistemlerinde sözleşme iradesinin sakatlanıp sakatlanmadığını tespit ederek, tarafların sözleşme ile bağlı kalmaya devam edip etmeyeceğine hükmeden ulusal mahkemeler benzeri, iktidarların meşru olup olmadığını, yarattıkları borçların tiksindirici olup olmadığını ve halefi hükümetlerin (aslında halkın) bu borçları ödemekle yükümlü olup olmadığını değerlendirecek ve karara bağlayacak yetkiye sahip bağımsız bir uluslararası kurumun kurulması halinde, antidemokratik rejimlerin gayrimeşru borçlarını ödemeyi reddeden ülkelerin itibarları zedelenmeksizin, tiksindirici borçlar sorunu hukuk temelinde çözüme kavuşturulabilecektir.