5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 1. maddesi, Ceza Kanununun amacını, kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemek olarak tanımlamıştır.
2. maddesi ise, kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemeyeceğini ve güvenlik tedbiri uygulanamayacağını; İdarenin, düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamayacağını,
3.maddesi de, Adalet ve kanun önünde eşitlik ilkesini düzenlemiştir.
Anayasamızın 38. maddesi de, Suç ve cezalarla ilgili olarak, Kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı kimsenin cezalandırılmayacağını,
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 11/2. Maddesi, hiç kimse işlendikleri sırada milli veya milletlerarası hukuka göre suç teşkil etmeyen fiillerden veya ihmallerden ötürü mahkum edilemez Bunun gibi suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha şiddetli bir ceza verilemez, şeklindedir. 9.madde ise şöyledir: Hiç kimse keyfi olarak, tutuklanamaz alıkonulamaz veya sürülemez.
Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin 7.maddesi, Kanunilik ilkesini benimsemiş, Hiç kimsenin işlendiği zaman ulusal veya uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu bulunamayacağını hüküm altına almıştır. Aynı biçimde suçun işlendiği sırada uygulanabilir olan cezadan daha ağır bir ceza verilemeyeceği belirtilmiştir.
Türk Ceza Kanunun birinci, ikinci ve üçüncü maddeleriyle getirilen düzenlemeler, Anayasamız, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin bu konudaki maddelerindeki düzenlemelerle örtüşmektedir. Yani evrensel ceza hukuku kurallarına aykırılık teşkil etmemektedir. Ancak Türk Ceza Kanunun diğer maddeleri ve Ceza Muhakemesi Kanunuyla getirilen yeni düzenlemeler için aynı şeyleri söylemem mümkün değildir.
Ülkemizdeki uygulamalara baktığımızda, geçmişten günümüze; yaşanan olaylara baktığımızda, suç işlediği iddia edilenler inançlarına, kimliklerine, fikir ve düşüncelerine göre, soruşturulmakta, kovuşturulmakta ve yargılanmakta; bu kriterler dikkate alınmak suretiyle cezalandırılmaktadırlar. Bu anlayışın sonucu olarak, zaman zaman eziyet ve işkenceye tabi tutulmakta, ve hatta bazen de yargısız infazlarla yaşamlarına son verilmektedir. Bu cezaların verilme gerekçesi ise ülke birliğini ve bütünlüğünü korumak, ülke çıkarları, demokrasiyi korumak, özetle vatan millet Sakarya denilerek gerçekleştirilmektedir. Oysa bu anlayış ve uygulamada, ne hukuk, ne adalet ne de evrensel ceza hukuku kuralları vardır. Sonuçta bu yargısız infazları yapanlar; bu suçları işleyenler yargılanıp cezalandırılmamaktadır. Yaptıkları hep kendilerine kâr olarak kalmaktadır. Diyorum ki, öyleyse bunların SUÇ İŞLEME İMTİYAZI vardır.
Çağımızın yükselen değerleri hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, yargı bağımsızlığı, adil yargılanma hakkı, adalet ve kurum ve kurallarıyla eksiksiz işleyen demokrasidir. Bu değerler de evrensel değerlerdir. Anayasamızın 90. maddesi “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” demektedir. Ülkemiz, uluslararası sözleşmelere uymayı kabul ve taahhüt etmiş ve bunu Anayasasına koymuştur. Böyle olunca da, bütün eylem ve işlemlerinde uluslararası sözleşmelere göre, yasal düzenlemelerini yapmak zorundadır. Aksine düzenlemelerle, ülkeyi idare edemez ve yönetemez.
Yani içerde, Hukuk Devleti, Hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı prensibi, yargı bağımsızlığına, insan haklarına aykırı yasa ve düzenlemeler yapamaz. Ve bunlar benim iç işlerimdir, kimse karışamaz deyip geçiştiremez.
Yani içerde, Hukuk Devleti, Hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı prensibi, yargı bağımsızlığına, insan haklarına aykırı yasa ve düzenlemeler yapamaz. Ve bunlar benim iç işlerimdir, kimse karışamaz deyip geçiştiremez.
Bir ülkede Yöneticiler, yasa ve hukuka bağlı olursa, o ülkede yaşayanlarda, yasa ve hukuka uyar. Yöneticiler, hukuk devletini, hukukun üstünlüğünü ve demokrasi anlayışını içselleştirirlerse işte zaman, O ülke hukuk devleti olur. Ülkeyi yönetenler, yasa ve hukuka uymazlarsa, yönetilenlerde uymaz. Demek istediğim o dur ki, bir ülkede suç işleyenler, cezalandırılmazsa, orda ne hukuka ne de adalete erişilir. Yönetenler, şunu hiçbir zaman unutmamalıdırlar. İşledikleri suçlardan dolayı kendilerinden bir gün hesap sorulacağını ve bir gün işledikleri suçların cezasını çekeceklerini unutmamalıdırlar. Bu, hukuk devleti olmanın olmazsa olmazıdır.
Ülkemiz, çok partili, demokratik sisteme geçtikten sonra, her on yılda askeri darbelere maruz kaldık. Yapılan bu darbelerin gerekçesi hep aynıdır. Ülke birliğinin bütünlüğünün bozulması ve korunması gerekçe gösteriliyordu. Darbelerle, demokratik sistem bütünüyle askıya alınıyor; yönetimde keyfi idare dönemi başlıyor. Üç beş kişinin iradesi yönetimde hakim oluyor. İdare bütünüyle keyfileşiyordu. Kimse kimseden hesap soramıyordu. Yaptım oldu anlayışıyla ülke idare ediliyordu. Öyle ki, güç kimdeyse, herkes güçlünün yanında yer alıyordu. Siviller de, güçlülerin yanında yer almak suretiyle, darbecilere adeta yardımcı oluyordu. Hiç kimse yapılan bu yanlışa, haksızlığı karşı çıkmıyordu. Böyle gelmiş böyle gider anlayışı hakim oluyordu. Bilmiyorlar da ki, militarizmle demokrasi gelmez ve bunun ikisi bir arada yürümez.
27 Mayıs 1960 yılında bir darbe oldu. Bu darbeyle, insanlara eziyet ve işkenceler, haksız tutuklamalar, yargısız infazlar, mahkûmiyetler ve idamlar gerçekleştirildi. 1971 yılında yine darbe, yine eziyet ve işkenceler, yargısız infazlar, idamlar… 1980 yılında yine darbe, bu darbe sonrası, eziyet ve işkenceler, yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler, yine idamlar, en son olarak, yönetimde askeri vesayet kaldıralım diye, yasa ve hukuk tanımız bir anlayışla, TSK mensupları, yazarlar, gazeteciler ve bir kısım insanlar hakkında soruşturmalar, kovuşturmaların yapılması, haksız yere uzun süre tutuklu kalmaları, mahkum edilmeleri ve bilahare, bu insanların bir kumpasla mağdur edildiğini ileri sürmek suretiyle, bunlar hakkındaki mahkumiyetlerin, yeniden yargılama yoluyla, ortadan kaldırılmaları ve beraat etmeleri, ve sonuçta, demokrasi ve hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan uygulamalar bunun açık örnekleridir. Bütün bu yaşananları da, ancak suç işleme imtiyazı ile izah edebiliriz. Bir hukukçu olarak haklı ve yasal bir gerekçe bulamadım ki zaten, hukukun üstünlüğünün anlayışının hakim olduğu bir hukuk devletinde, haklı ve yasal gerekçenin olması da mümkün değildir...
SUÇ İŞLEME İMTİYAZINA sahip olduklarına inanlar, bu suçları işlerken, yasa ve hukuk dışı uygulamalarını gerçekleştirirken, güçlerini sahip oldukları siyasetten alıyorlardı. Bu anlayışın sona erdiğini söylemek zordur. Ancak, bazı şeylerin değiştiğini de belirteyim. Ülkemizde, eziyet ve işkencede, yargısız infazlarda, geçmişe göre bir kıyaslama yaptığımız da olumlu yönde büyük bir gelişme kaydedilmiştir. Ayrıca kendilerini suç işleme imtiyazına sahip olduklarını kabul ederek, yönetime el koymak suretiyle darbe yapan silahlı kuvvet mensuplarının bu heveslerinin sona ermiş olması da, demokrasi açısından çok büyük bir olumlu gelişmedir. Zira, her yirmi yılda bir, ülkemizde darbe yapılırken aradan, otuz beş yıl geçmesine rağmen, darbe yapılmamışsa ve hatta bir darbe girişiminde bulunulmamışsa, darbe döneminin bittiğini söylemek yanlış olmaz diyorum. Bu olumlu gelişmelerin yanında, taraflı bir anlayışla basına, gazetecilere ve medyaya karşı yapılan hukuksuz uygulamalar, bu olumlu gelişmelere gölge düşürmüştür. Avrupa Birliğini girmek için çaba içinde olan ülkemize yakışmamaktadır. Ve bu uygulamalar Avrupa birliği kriterleriyle de örtüşmemektedir.
Ülkemizde,son zamanda olup bitenlere baktığımızda,bir çok kurum ve kuruluşa olan güven iyiden iyiye azalmıştır.Bu kurumların başında ise yargı geliyor.Hakimler,Savcılar Yüksek kurulunun uygulamalarından,Hakim ve Savcılar,rahatsız ve huzurlarının kaçtığını ifade etmem gerekiyor.Verdikleri kararlardan dolayı ,ne zaman görev yerlerinin değişeceği,ne zaman açığa alınacakları,ne zaman meslekten ihraç edilecekleri endişesi içindeler.Bu duygu ve düşünce içinde olan Hakim ve Savcılardan verimli çalışmaları, doğru ve adaletli karar vermeleri beklenebilir mi? Sorun, yargının bağımsız olmamasından kaynaklanıyor. Bu soruna mutlaka bir çözüm bulmamız gerekiyor. Çözüm bulmadığımız takdirde, Hukuk Devletinden, Hukukun üstünlüğünden ve demokrasiden söz etme hakkımız bütünüyle ortadan kalkar.
Aydınlara, yazarlara, çizerlere, hukukçulara, siyasetçilere, sorumluluk taşıyan bütün insanlarımıza sesleniyorum. Eğer ülkemizi, insanlarımızı, hukuk devleti, hukukun üstünlüğünün ve gerçek anlamda demokrasinin ülkemize yerleşmesini istiyorsanız ve kendinizi bugün ve yarınlarda güvende hissetmek istiyorsanız, mutlaka yargıyı bağımsız hale getirelim. Bağımsız yargı, bir gün size bize ve herkese gerekebilir. Gelin, yargıyı bağımsız hale getirmek için bir çaba içine girelim. Sözde değil de, özde bu ülkeyi gerçek anlamda seviyorsanız!
Ülkemizde, basın mensubu gazeteciler, yazarlar, aydınlar, siyası parti liderleri, birbirlerine hakaret ediyorlar, küfrediyorlar. Biz basın ve ifade özgürlüğünü savunuyoruz. Elbette herkes ifade özgürlüğüne sahip olmalıdır. Basın da özgür olmalıdır. Bu Özgürlükler, bir başkasına, küfretme, hakaret etme hakkı vermemelidir. Elbette ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü insanları eleştirme hakkı verir. Herkes bu hakkını kullanırken, başkalarının haklarına saygı göstermeli, sorumluluk anlayışı içinde hareket etmelidir. İfade ve basın özgürlüğü, bir başkasının, şerefiyle onuruyla, kişilik haklarını zedeleme hakkı değildir. Bu böyle olmamalıdır. Ancak, âdeta bu konuda herkes yarış halinde, özellikle, siyasi parti liderleri, parti sözcüleri parti mensubu kişiler, yazarlar, gazeteciler eleştiri haklarını kullanırken hiç ama hiç, özen göstermiyorlar ve duyarlı davranmıyorlar. Konuşurken, yazarken topluma ve insanlara örnek olmalıdırlar. Sorumluluk anlayışı içinde konuşmalı, yazmalıdırlar. Aksine anlayış, toplumda ayrıştırmaya ve kutuplaşmaya neden olmaktadır. Hiç bir kimse böyle bir hakka sahip olmamalıdır. Ancak maalesef, gerçek böyle değil!
Yaşanmış bir olayla yazımı sonlandırmak istiyorum. 1865 yılı, Amerika Birleşik Devletlerinin Başkanı, Abraham Lincoln”dır. Başkan, Bakanlar kuruluna, köleliğin kaldırılması için bir teklif getirir. Yapılan oylamada, yedi bakan hayır, Başkan ise evet der. Başkan,”evetler kazanır” der ve köleliği kaldırır. Başkan, çarşıda gezerken, bir köle başkana yaklaşır. Minnet ve şükran duygusunun ifadesi olarak, yerlere kadar eğilir. Yani, reveransta bulunur. Başkan da, aynı hareketle, köleye karşılık verir günün sabahı, Amerikan, basını ve medyası, birlikte söz etmişçesine,”Bir Amerikan Başkanı nasıl olur da, bir kölenin karşısında eğilir. ”İşte o zaman, Abraham Lincoln, ”Köle benim karşımda eğilip, reverans yapmakla centilmenlik gösterisinde bulundu. Centilmenlik yarışında köleden geride mi kalaydım.” Diyerek muhteşem bir cevap verir.
Yaşanmış bu olayın, sevgi, saygı, hoşgörü açısından herkese örnek olmasını ve herkesin örnek almasını istiyor ve ülkemde yaşayan bütün insanlarımıza, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, gerçek anlamda yargı bağımsızlığı, kurum ve kurallarıyla eksiksiz işleyen bir demokrasinin gerçekleşmesi dileğiyle, sevgi ve saygılarımı sunuyorum…
(Bu köşe yazısı, sayın Avukat Aziz CANATAR tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)