Anayasamızın başlangıç bölümün de, demokrasinin olmazsa olmazı Kuvvetler ayrımıdır. "Kuvvetler ayrımının Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu" belirtilmiştir.
Kuvvetler ayrımının temel özelliği, yasama, yürütme ve yargının birlikte faaliyet göstermemesi ve bu organlar arasında bir dengenin olmasıdır. Bu denge bozulur ve Devlet İdaresinde, yetki ve görev tek bir organda toplanırsa, orada demokrasi ve yargı bağımsızlığı söz konusu olamaz.
Anayasamızın yargı bölümünde, Yargı Bağımsızlığı, hâkimlerin görevlerinde bağımsız olması, karar verirken, Anayasaya, kanuna ve hukuka ve vicdani kanaatlerine göre hüküm kuracakları ve hiçbir organ, makam, merci veya kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceği genelge gönderemeyeceği, telkin ve tavsiyede bulunamayacağı belirtmiştir.
Anayasamızın bu emredici düzenlemelerine göre inceleme ve değerlendirme yaptığımızda, kuvvetler ayrımı ve yargı bağımsızlığı var mıdır? Bu konuyu tartışmamız gerekir.
Öncelikle şu hususu açıklamak gerekir. Ülkemize getirilen Cumhurbaşkanı hükümet sistemi ile yasama organı güçsüzleştirilmiş, yasama organının birçok yetkisi Cumhurbaşkanına verilmiş ve yasama organının, yürütme organını denetlemesi zorlaştırılmış, demokrasinin en önemli özelliği olan çoğulculuk sitemi, çoğunluk sitemine dönüştürülmüş, kuvvetler ayrımı ilkesi zayıflamış, yargı bağımsızlığı tartışılır hale gelmiş ve bu sistemle demokrasimiz yara almıştır.
Yazımızın başlığı siyaset ve yargıdır. Siyasetin yargıya müdahale etmemesi için öncelikle yargının bağımsız olması gerekir. Hâkim ve savcıların hiç bir makam ve merciden emir ve talimat almaması gerekir. Bu itibarla yargı bağımsız olmadığında adalete ulaşmak mümkün olmaz.
Hâkim ve Cumhuriyet Savcıları sınavla alınmaktadır. Sınav iki kademeli olarak yapılmaktadır. Birinci kademe yazılıdır. Bu yazılı sınavda başarılı olanlar, mülakat kurulu tarafından mülakata alınmakta ve mülakat kurulundan geçerse hâkim ve savcı olarak atanmaktadırlar. Gördüğümüz kadarıyla yazılı sınavda, sorulan sorulara göre değerlendirme yapılmaktadır. Yazılı sınavın objektif olduğu söylenebilir. Ancak bu sınavdan çok yüksek puan almak yeterli değildir. Mutlaka, mülakat kurulundan geçerli not almalısın ki, hâkim savcı olasın, mülakat kurulundan geçerli not almak için de birilerinin vasıtasına ihtiyaç olmalıdır.
Bu uygulamanın doğru olduğu söylenemez. Hâkim Savcı sınavlarında, bir puan belirlenmeli, bu puanı alanlar hâkim savcı olmalıdır. Sınavlarda objektif kriterler esas alınmalı, bu kriterler, meslek bilgi ve ehliyeti, hukuk nosyonu ve formasyonu, matematik zekâsı, muhakeme yeteneği olmalı, kısacası, hâkimlik ve savcılık yapacak kapasite ve donanımına sahip olmalıdır. Hâkim, Savcı, şunun, bunun, bir siyası partinin adamı değil, bu ülkede yaşayan bütün insanların hâkimi ve savcısı olmalıdır.
Düşünebiliyor musun, Hukuk Fakültesini bitiren bir gencin hâkim ve savcı olmak gibi bir hayâlı vardır. Hiç kimse, bu gençlerin hayallerini yıkmamalıdır. Gençlerin bu hayallerinin gerçekleşmemesi, başlı başına bir haksızlık ve hukuksuzluktur. Hâkim savcı alımında bu haksız ve hukuksuzluğu yapanların, bunun kendi çocuğu olduğunu kabul edip bir empati ve vicdan muhasebesi yapsalar, böyle haksızlık ve hukuksuzluğu kabullenebilirler mi? Böyle bir adalet var mı?
Siyasetçinin telkin ve tavsiyesi ile hâkim ve savcı olursan o hâkim ve savcı tarafsız olmayacağı gibi, yargıda bağımsız olmaz Bu anlayışla hâkim ve savcı atanması yapıldığı içindir ki, adalete olan güven %22 lere, güvensizlik ise %78 lere gelmiştir.
Hâkim ve Savcı atanmasıyla ilgili bu açıklamalardan sonra aklıma; ZİYA PAŞA'nın şu sözü geldi. "İDRÂK-İ MAÂLÎ BU KÜÇÜK AKLA GEREKMEZ! ZİRA BU TERAZİ BU KADAR SIKLETİ ÇEKMEZ" Yani insanın aklı mahdut, sınırlı olduğu için birçok hususu anlama noktasında aciz kalır demiş, Ziya Paşa, küçük akıl sahibi kişinin bu terazi bu sıkleti çekmez sözüyle, kapasitesi olmayandan bir şey olmaz demek istemiştir. Hele hâkim ve savcı hiç olmaz.
2802 Sayılı Yasanın 9/A maddesi gereğince Mülakat kurulunun teşkil tarzı şöyledir. Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı, Ceza İşleri Genel Müdürü, Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürü, Müsteşar, iki kişide Adalet Akademisi içinden seçilmektedir. Bu kurulun ekseriyeti Adalet Bakanlığına bağlı olup, Adalet Bakanı tarafından seçilmektedir. Bu haliyle Mülakat Kurulu’nun tarafsız ve bağımsız olduğu söylenebilir mi?
Siyasi partiler varlıklarını, Anayasadan, Siyasi Partiler Kanunundan ve yasalar almaktadırlar. Bu itibarla, hiç bir siyasi partinin varlık nedeni olan Anayasaya, Siyasi Partiler Kanunu ve diğer yasaları yok sayma ve bu yasalara uymama hakkı yoktur.
Bütün Siyasi partiler, muhalefette iken, yargının işleyişinden şikâyetçiler. Ancak İktidara geldiklerinde, şikâyetçi oldukları değerleri unutuyor ve yargının kendilerine yakın olması için ne yapılması gerekiyorsa onu yapıyorlar. Bu anlayışla Demokrasinin temeli olan Hukuk Devleti ve Hukukun Üstünlüğünü anlayışına ulaşmak mümkün olmaz.
Hâkimler ve Savcıların mutlaka bir fikri inancı ve görüşü elbette vardır. Karar verirken, bu değerlerinden soyutlanarak karar vermelidir. Bütün Adliye binalarının önünde adalet tanrıçası olarak nitelenen THEMİS heykeli bulunmaktadır. Bu kadın heykelinin gözü kapalıdır. Bu kapalılık körlük değildir. Aksine iyi hissetmesi ve duyarlı olmasıdır. Bu karşıma kim gelirse gelsin, ırk, renk, cinsiyet bütün inançlar karşısında ayrım yapılmayacağını, duygusallığı değil, objektif anlayışı ve dosyadaki delilleri esas alacağını, kısacası yasaları herkese eşit olarak uygulayacağını ifade etmektedir. Bu anlayışı benimseyen bir hâkim ve savcı kararlarında eşitlik ve adaleti esas alarak karar verir Ceza Kanunu, Medeni Kanunu, Ticaret Kanunun uygulamak için, okuduğunu anlamalı, yorumlamalı ve yasa ve hukuka uygun adaletli karar verebilmelidir. Hangi fikir, düşünce, ırk renk ve inançta olursa olsun, bu değerlerinden kendisini soyutlayarak hakkı ve adaleti sağlamalıdır. Bu anlayış Anayasa'nın 10.madesindeki eşitlik ilkesinin de bir gereğidir.
Hâkim, Savcı, Avukat ve Baroların Siyaseti; Demokrasi, Hukuk Devleti, Hukukun Üstünlüğü, İnsan Hakları, İfade Özgürlüğü, Yargı Bağımsızlığı, Adil Yargılanma olmalı. Bu değerler siyasetse bu siyaseti yapmalı, Bu değerlerden dolayı taraf olmalı. Bu değerler yok olduğunda, bu mesleklerin zaten gereği de kalmaz. Hâkim, Savcı ve Avukatlar hukukçudur. Hukukçu olarak mesleğine ailesini, topluma ve ülkesine karşı olan sorumlulukları vardır... Bu sorumluluk anlayışından vazgeçip bana ne dememelidir. Bana ne denildiğinde, ortada ne hukuk ne de adalet kalır. Bu anlayış aynı zamanda bir insan olmanın da vazgeçilmez özellik ve niteliğidir de. Bu ülke bizim, dışardan kimse gelip bu ülkeyi yönetmez. Bu ülkede yaşadığımıza göre, bir hukukçu olarak elimizi taşın altına koymalı, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, insan hakları, adil yargılanma, yargı bağımsızlığı, özetle, kurum ve kurallarıyla işleyen eksiksiz bir demokrasiyi ülkemizde hâkim kılmak için mücadele etmeliyiz. Bu anlayışı benimseyip içselleştirdiğimizde ve uyguladığımızda, hem hakka, hukuka ve adalete ulaşırız hem de Ülkemize karşı görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmiş oluruz. Aksi takdirde bu değerler havada kalır.
Anayasanın 11.maddesi aynen şöyledir. "Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz." 153.maddesinin son fıkrası, "Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete'de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar."
Anayasanın 138.maddesi aynen şöyledir. "Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez."
Anayasanın 90.maddesi aynen şöyledir. "Usulüne göre konulmuş Milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır."
Anayasa Mahkemesinin verdiği kararlara Yasama, Yürütme ve Yargı organları uymakla yükümlü olduğu halde, Anayasa Mahkemesi kararlarını bazı mahkemelerin uymadığını görmekteyiz. Yargının Anayasa Mahkemesi kararlarını uymaması, Anayasa'yı ihlal suçunu oluşturur. Bu anlayış Hukuk Devleti ilkesiyle bağdaşmaz.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarını uygulanması Anayasa'nın 90. maddesi uyarınca, Uluslararası adlaşmaların gereğidir. Ülkemiz Avrupa Konseyinin kurucu üyesi olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına uymayı kabul ve taahhüt etmiştir. Zaman zaman ülkemizde bazı mahkemelerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararlara uymadığını görmekteyiz. Oysa Anayasamızın 90.maddesindeki düzenlemeye göre, uluslararası sözleşmeler iç hukukla çatıştığında, Uluslararası sözleşmeler öne geçer demektedir. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 41 ve 46.maddeleri, Avrupa İnsan hakları mahkemesinin kararlarının bağlayıcı olduğunu kabul etmiştir. Ülkemizin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymaması, Uluslararası antlaşmalarına bağlı olmaması sonucunu doğurur ve Avrupa Konseyi tarafından bir takım yaptırımların uygulanmasına neden oluruz. Ve hukuk Devleti, hukukun üstünlüğü, demokrasimizi tartışılır hale gelir, Ülkemiz Uluslararası camiada da itibar kaybeder.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini, Kopenhag Kriterlerini ve buna benzer birçok Uluslararası Sözleşmelerini kabul etmiştir. Bu sözleşmelerin esas amacı, Hukuk Devleti, Hukukun Üstünlüğü, Adil Yargılanma, İnsan Hakları ve demokrasidir. Bu değerler insanlar içindir. Devletin amacı, ülkesinin sosyal ve ekonomik alanda kalkınmasını sağlamak ülkesinde yaşayan insanların barış içinde yaşamasını, insanların huzurunu ve refahını artırmaktadır. Devlet insanlar için vardır. Bu anlamda insanı özne olmaktan çıkardığınızda Devlet olmanın anlamı da kalmaz.
Yukarıda belirttiğimiz değerler Uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmıştır. Bu değerler evrensel değerlerdir. Uluslararası sözleşmeleri kabul eden her devlet bunlara uymak zorundadır. Uluslararası kuruluşlar bu değerlere uyulmadığında haklı olarak tepki gösterdiklerinde, bu benim iç işimdir Egemenliğime kimse bana karışamaz deme hakkında olmaz. Zira Uluslararası sözleşmelerle bu değerleri kabul ettiğine göre uymakla yükümlüsün!
Siyasetin Yargıya Müdahale etmemesi gerektiğine dair, geçmişte yaşanan bir olayı buraya aktarmak istiyorum:
27 Mayıs darbesi döneminde Yargıtay Başkanlığı görevinde bulunan, önemli bir hukukçu olan RECAİ SEÇKİN, Yassıada'daki darbe mahkemesinin başkanlığını reddetmişti.
Merhum RECAİ SEÇKİN, Devlet ve hükümet başkanı, Türk Silahlı Kuvvetler Başkumandanı Orgeneral Cemal Gürsel'in huzurunda şöyle konuşmuş.
"Hâkim, hukuk esasları ve vicdan yerine idare adamlarının veya davada ilgisi olanların birisinin etkisinde kalarak karar verirse, verdiği karar özünde adaletle ilgisi bulunmayan bir belge, daha açıkçası bir zülüm belgesinden ibaret kalır. Bu durum haksızlığa uğrayanın kadar bütün toplumun gönül rahatlığını bozar. Zira yurttaş haklı olarak aynı felaketin bir gün kendi başına geleceğini düşünür."
Böylesi faziletli, verdiği mesajla herkese ders veren büyük hukukçu RECAİ SEÇKİN'i saygıyla anıyorum. Günümüzde böyle faziletli hukukçu görmek oldukça zordur.
27 Mayıs Darbesinden sonra, darbecilerin isteği doğrultusunda karar verecek hâkim ve savcılar ayarlandı. Kurulan bu olağanüstü mahkemelerde görevlendirilen hâkim ve savcılar tarafından, yargılama yapılırken, Ceza Muhakemesi Kanununu, Türk Ceza Kanununu yok saydılar. Evrensel hukuk anlayışı unutuldu. Savunmaya hiç itibar edilmedi. Yargılama yapılırken ne hukuk ne de adalet vardı. Verilen kararlar tamamıyla siyasi idi.
Yassıada da yargılanıp mahkûm edilen, zamanın başbakanı Adnan Menderes, Hariciye Bakanı Fatin Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan yapılan yargılamalar sonucu idam cezası ile cezalandırıldılar. Verilen bu idam cezaları infaz edildi. İdam edilenler hala bu milletin gönlünde yaşıyor. Ancak onları yargılayanlar ise bu milletin gönlünde zerre kadar bir yeri kalmamıştır. Onlara isnat edilen suçlar köpek, bebek, arsa, değirmen, istimlak, arsa davası gibi basit ve yargılamayı ve mahkûm edilmeyi gerektirecek nitelikte değildi.
12 Mart 1971 yılında, yapılan darbe ile sivil hükümet devrildi. Ülkemizde Olağanüstü hal ilan edildi. İnsan avına başlandı. Rastgele insanlar gözaltına alınarak eziyet ve işkencelere maruz kaldı Kimisi sakat, kimisinin ruh sağlığı bozuldu. Hayatları karardı. Olağanüstü mahkemeler kuruldu. Bu mahkemelere, darbecilerin isteği doğrultusunda karar verecek hâkim ve savcılar görevlendirildi. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan bu olağanüstü mahkemelerde yapılan usulsüz ve hukuksuz yargılamalarla haklarında idam cezası ile cezalandırıldılar. Verilen bu idam kararları infaz edilerek, bu üç gencin hayatlarının baharında yaşamlarına son verildi. Verilen bu karar da siyasi idi. Hatta denildi ki, bu üç genç hakkında verilen karar, 27 Mayıs darbesiyle idam edilen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın karşılığıydı. Böyle bir hukuk, böyle bir adalet var mı? Devlet intikam peşinde olur mu? Yanlışa yanlışla karşılık verilir mi? Bu üç genç kendilerini vatanına adayacak kadar yurtseverdi. Emperyalizme karşıydılar. Gerçek anlamda tam bir bağımsız Türkiye istiyorlardı. Pırıl pırıl bir zekâya sahiptiler. Yaşasalar ülke yönetimde görev alsalar ülkenin kaderini değiştirecek kadar zeki ve akıllı insanlardı. Her nedense bu üç gencin hayallerini yıktılar. Ülkemize de, bu ilerici ve devrimci üç gence de yazık ettiler.
12 Eylül 1980 yılında, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından bir darbe yapıldı. Yapılan darbe ile insanlar gözaltına alındı. Özel olarak işkence odaları kuruldu. İnsanlar Eziyet ve işkencelere maruz kaldılar. Bir kısım insanlar eziyet ve İşkencelerle hayatlarını kaybetti. Bir kısmı sakat kaldı, kimisinin ruh sağlığı bozuldu Haklarında soruşturma açılanlar üç dört yıl mahkeme huzuruna çıkarılmadılar. Adeta yargısız infazla hayatlarına son verildi. Zira Darbeciler kendi isteklerine göre karar verecek mahkemeler kurdular. Bu mahkemelerde yapılan usulsüz ve hukuksuz yargılamalarla verilen kararlarla insanlar ağır cezalara çarptırıldı. Bir kısım insanlar idam edildi. Bir soldan bir sağdan denilerek insanlara ceza verildi. Bir kısmı idam edildi. Bu anlayış darbecilerin eşitlik anlayışıydı. Böyle eşitlik mi olur? Bu eşitlik anlayışında ne hak, ne hukuk ne adalet ne insanlık ne de vicdan vardı.12 Eylül darbesinin yapılmasının sorumlusu olarak bu genç çocuklar gösterildi. Ne var ki darbe yapıldıktan hemen olaylar bıçak gibi kesildi. Böylece yaşanan terör olaylarının sorumlusunun bu gençler olmadığı ortaya çıktı. Ancak cezayı bu gençler çekti. Darbeyi yapanlarda ne hukuk, ne adalet ne de vicdan vardı. Hatta bazılarının yaşları büyütülerek idam edildi. Savunma yok sayıldı. Bu gençler kendilerini vatanlarına adayacak kadar yurtseverdi. Yazık değil mi, günah değil mi? Bu haksız ve hukuksuz uygulamaları sonucu insanlar isyankâr oldu. Bu haksız ve hukuksuz uygulamaların sonunda, birçok terör örgütünün ortaya çıkmasına neden oldular. Bu anlayış ve uygulama ile Ülkemize ve ülkemiz insanlarını yazık ettiler.
27 Mayıs 1960,12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleriyle yasa ve hukuka aykırı olarak yapılan yargılamalar ve verilen kararlar, Türkiye Cumhuriyeti Hukuk ve Yargı tarihinde unutulmayacak birer UTANÇ BELGESİ olarak yerini almıştır
Dileğim o dur ki. Ülkemizde bir daha ne darbe yapılsın ne de böyle olaylar yaşansın istiyorum!
Yukarıda açıklamış bulunduğumuz üzere, ülkemizde yapılan darbelerle halkın iradesi yok sayıldı. Darbecilerin siyasi iradesiyle kurulan mahkemelerdeki yargılamalarda kanun ve evrensel hukuk kuralları, adil yargılanma yok sayıldı. Adil Yargılanmanın olmazsa olmazı olan savunmaya hiç itibar edilmedi... Verilen kararlar hep siyasi iradenin emriyle verildiğinden, bu yargılanmalar âdete yargısız infazlara dönüştürüldü ve adalet katledildi.
Demek istediğim o dur ki, siyaset yargıya müdahale ettiğinde ve mahkeme salonlarına girdiğinde o mahkeme salonlarında adalet yok olmaktadır. Bu itibarla da, mutlaka yargı bağımsız olmalı, aksi takdirde, ne hakka, ne hukuka ne de adalete ulaşırız. Herkes bunu böyle kabul etmeli ve böyle bilmelidir!
Avukat Aziz Canatar.