Bilirim ki her insan öncelikle kendisini arar, kendisini görmek ister baktığı her şeyde… Bu ister bir roman, şiir ve sinema gibi sanatsal bir eser olsun isterse mesleki bir faaliyet ya da özel hayatındaki ilişki olsun, insan her solukta bir ayna arar kendine ve ruhunu görebilmeyi arzu eder ve belki deçözülmek bilmeyen kendi kördüğümünü çözmeyi temenni eder…
Bilirim ki insan yalnız ve yalnızca kendi yıldızını arar bu sonsuz ve muhteşem evrende, başka başka gözlerde ve sözlerde kaybolsa da insan, o göz ve sözlerde hep kendini görmeyi diler, aracısız ve dilsiz…
Evet, ben de asıl olarak bir hukukçu değil sadece bir insan olarak kendinizi görmenizi ve hissetmenizi diliyorum samimi yazılarımda. Tıpkı Oscar Wilde`ın anlattığı masaldaki gibi: “Narksisos yani Nergis çiçeğinin masalı bu… Nergis çiçeği ölmüş ve bütün çiçekler ağlamaya başlamışlar. Ama birden farketmişler ki Nergis çiçeği hakkında çok şey bilmiyorlar. Bunun üzerine bir çiçek demiş ki: Onu en iyi nehir tanır, çünkü her gün sularında eğilip kendine bakardı, gidip nehre soralım “nergis nasıl bir çiçekti?” diye. Ve nehre gidip sormuşlar, nehrin cevabı şöyle olmuş: Bilmiyorum ki, çünküo her gün sularımda bana eğildiğinde, ben onun gözbebeklerinde kendime bakardım…”
Şöhret ve itibarın korunması hakkı da özü itibariyle bir kendini arayış ve insanın kendi farklılığınıhissedebilmesi hevesinden doğmuştur. Bu bakımdan söz konusu hak tıpkı diğer temel hak ve hürriyetlerde olduğu üzere insan doğasından kaynaklanmaktadır.
Malumu olunduğu üzere “başkalarının şöhret ve itibarını” koruma, ifade özgürlüğünün kısıtlanabilmesinde ulusal makamların sıklıkla başvurduğu enstrümanlardan birini oluşturmaktadır. Ne var ki bu enstrümanın her somut olayda yeniden irdelenmesi gerekmektedir. Öyle inanıyorum ki, ifade özgürlüğü hakkının kullanımında göz önünde bulundurulmak zorunda olunan bu kıstas mahkemelerimiz nezdinde de önem ve titizlikle değerlendirilmektedir.
Evet, gerek AIHS’nin 10. maddesinin 1. fıkrasında gerekse Anayasamızda belirtilen hak veözgürlükleri kullanan herkesin söz konusu ‘görev ve sorumluluklar’ dairesinde bir hareket kabiliyeti bulunduğu aşikardır. Bu özgürlük alanının belirlenmesi görevi de öncelikle mahkemelerimize ait olmakla birlikte son aşamada Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine aittir.
Konuya Anayasa Mahkemesi penceresinden bakıldığında; hak ve özgürlüklere yapılacak her türlüsınırlamada devreye girecek olan güvencelerden birinin Anayasa’nın 13. maddesinde ifade edilen“ölçülülük ilkesi” olduğu görülmektedir. Bu ilke, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin başvurularda öncelikli olarak dikkate alınması gereken bir güvencedir. Anayasa’nın 13. maddesinde demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkeleri iki ayrı kriter olarak düzenlenmişolmakla birlikte bu iki kriter arasında bir ilişki vardır. Nitekim Anayasa Mahkemesi önceki kararlarında demokratik toplum düzeni için gerekli olmak ile ölçülülük arasındaki bu ilişkiye dikkatçekmiş, “Temel hak ve özgürlüklere yönelik her hangi bir sınırlamanın, demokratik toplum düzeni için gerekli nitelikte, başka bir ifadeyle güdülen kamu yararı amacını gerçekleştirmekle birlikte, temel haklara en az müdahaleye olanak veren ölçülü bir sınırlama niteliğinde olup olmadığının incelenmesi gerekir…” (AYM, E.2007/4, 18/10/2007) diyerek, amaca, temel haklara en az müdahaleyle ulaşmayı sağlayacak aracın tercih edilmesi gerektiğine karar vermiştir.
Anayasa Mahkemesinin kararlarına göre ölçülülük, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanma amaçlarıile araç arasındaki ilişkiyi yansıtmaktadır. Ölçülülük denetimi, ulaşılmak istenen amaçtan yolaçıkılarak bu amaca ulaşılmak için seçilen aracın denetlenmesidir. Bu sebeple düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü alanında getirilen müdahalelerde, hedeflenen amaca ulaşabilmek için seçilen müdahalenin elverişli, gerekli ve orantılı olup olmadığı değerlendirilmektedir.
Bu bağlamda, her başvuruda, başvuru konusu olay bakımından yapılacak değerlendirmelerin temel ekseninin, müdahaleye neden olan yerel mahkemelerinin kararlarında dayandıkları gerekçelerindüşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünü kısıtlama bakımından “demokratik bir toplumda gerekli”ve “ölçülülük ilkesi”ne uygun olduğunu inandırıcı bir şekilde ortaya koyup koyamadığı olduğu vurgulanmaktadır.
Konuya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi penceresinden bakıldığında da benzer şekilde Mahkemeye göre, bu alanda dayatılan her “formalitenin”, “şartın”, “kısıtlamanın” veya “cezanın”, güdülen meşru amaçla orantılıolması gerekmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinde belirtildiği üzere, bu özgürlük istisnalara tabidir; ancak söz konusu istisnaların katı bir biçimde yorumlanması ve herhangi bir kısıtlamanın gerekli olduğunun ikna edici bir biçimde tespit edilmesiönem arzetmektedir (bkz. Zana / Türkiye, 25 Kasım 1997, par. 51). Mahkeme sıklıkla, “gerekli” ifadesinin “zorlayıcı bir toplumsal ihtiyaç” varlığını ima ettiğine ve bu türden bir ihtiyaç olup olmadığının değerlendirilmesinde Sözleşmeci Devletlerin belli bir takdir payının bulunduğuna, ancak bunun Avrupa denetimiyle yakından ilişkili olduğuna karar vermiştir.
Mahkeme, denetleme yetkisini kullanırken, hakkında itirazda bulunulan müdahaleye bir bütün olarak davanın ışığında bakmaktadır. Bilhassa, söz konusu müdahalenin “güdülen meşru amaçlarla (başkalarının şöhret ve itibarı) orantılı” olup olmadığına ve ulusal makamların bu müdahaleyi gerekçelendirmek amacıyla ileri sürdüğü nedenlerin “ilgili ve yeterli” olup olmadığına karar vermektedir (Fressoz ve Roire / Fransa [BD], No. 29183/95, par. 45). Bu bağlamda Mahkeme, verilen cezaların mahiyeti ve ağırlığının da, müdahalenin orantılılığını değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken etkenler olduğunu yinelemektedir (Baş