Son zamanlarda kamuoyunda, polise ve jandarmaya (kolluğa), cumhuriyet savcısının emri olmaksızın bir veya iki gün süre ile şüpheliyi gözaltına alabilme yetkisi tanıma tartışmalarının yapıldığı görülmektedir. Olağanüstü hal ilanı gereği dahi duyulmaksızın, bireyin kişi hürriyetinin kolluk tarafından geçici süre ile kısıtlanmasını kabul etmek ve “hukuk devleti” ilkesine uygun görmek mümkün değildir.

“Önleme gözaltısı” olarak adlandırılabilecek bu kavram, Ceza Yargılaması Sistemimizi bozacağı gibi, anlık tepkileri rahatlatmak ve hukuka aykırılıklara zemin hazırlamaktan başka bir işe de yaramayacaktır. Ülkemizin mevcut şartları gözönünde bulundurulduğunda, keyfi kullanıma çok açık olan bu uygulamanın kabulü mümkün değildir.

Önleme gözaltısının bir an için kamu huzuru ve düzeni için faydalı olduğu düşünülse dahi, savcı ve hakim kararı aranmaksızın polise bu tür bir yetkinin tanınması, beraberinde kolluk gözaltısını gündeme getirecek ve kolluk, gerekli gördüğü durumlarda kişinin hürriyetini sınırlayabilecek, o an bu konuda kimseye de hesap vermeyecektir. Belirtmeliyiz ki, gözaltının önleyicisi olmaz. Gözaltı, Ceza Muhakemesi Kanunu m.91’de düzenlenen ve suç işlediği şüphesi ile yakalanan kişinin soruşturma amaçlı olarak tutulması anlamını taşır. Bunun dışında, sabıkası olan, durumundan şüphelenilen veya hakkında olumsuz istihbarat geldiği söylenen ya da bir toplantı veyahut gösteriye katılmasının önlenmesi hedeflenen birey gözaltına alınabilecektir. Bu tür bir yetkinin kabulü mümkün değildir. 

Bireylerin masumiyet/suçsuzluk karinesine aykırı şekilde ve muhtemel suçlu olarak algılandığı bu faşizan uygulamanın yararından çok zararının olacağı ortadadır. Demokratik hukuk toplumunda, insanların güce yakınlığı veya uzaklığı ile ilgili sınırlama yapılması, böyle bir düzenlemeden medet umulması ve bunun demokratikleşme olarak algılanması mantık dışıdır. Yürürlükteki hukuk kuralları yetki vermemesine rağmen polisin, futbol maçlarında taraftarları fiilen gözaltına alıp, spor müsabakalarını seyirden yasaklama tedbirini tatbik amacıyla bireylere belge imzalattırdığı bilinmektedir. 21. yüzyılın ikinci yarısında hukuk devletinde böyle bir uygulama olamaz. 6222 sayılı Kanunun 18. maddesinin açık hükmüne rağmen savcı emri veya hakim kararının dahi beklenmediği bir durumda, şimdi yapılacak yasal bir düzenleme ile savcı emri veya hakim kararına yer verilmeksizin kişi hürriyetinin kısıtlanmasının önünün açılması, olumsuz sonuçları beraberinde getirecektir.

Vatandaşların, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.10 ile güvence altına alınan ifade özgürlüğü hakkının kolektif bir kullanım biçimi olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını icra etmesini engellemek amacıyla alıkoyulması, açıkça polis devletine dönüştür. Bu uygulama, kamu menfaati ile kişi hak ve hürriyetleri arasındaki dengeyi de kişi aleyhine bozmaktadır.

Ceza Hukuku, niyeti değil fiili cezalandırır. Bunun da usulünü Ceza Yargılaması Hukuku gösterir. Bireyin sadece sabıkalı olduğundan bahisle veya sebep dahi göstermeksizin, hakim ve savcı kararı aranmaksızın alıkoyulması ve bu uygulamaya hukuki bir temel kazandırılmaya çalışılması, polis devletinin meşru zemine taşınmaya çalışılmasıdır.

Ceza Muhakemesi Kanunu, “cumhuriyet savcısının soruşturmanın amiri olduğu” esasına göre düzenlenmiş ve şüphelinin yalnızca cumhuriyet savcısının talimatı ile gözaltına alınabileceğini ifade etmiştir. Cumhuriyet savcısının bilgi ve talimatı dışında şüpheliyi gözaltına altına alma yetkisinin kolluğa tanınması, cumhuriyet savcısının konumuna ve yetkisine zarar vereceği gibi, keyfi gözaltı ve kişi hürriyeti ile ilgili endişeleri yeniden gündeme taşıyacaktır.

Soruşturma amirinin cumhuriyet savcısı olduğu bir noktada, cumhuriyet savcısının gözaltına alma talimatı vermeden şüphelinin hürriyetinin kısıtlanması ve buna da cumhuriyet savcısının müdahale edemeyecek olması, tartışmasız bir şekilde Ceza Muhakemesi Kanunu’nun sistematiğine aykırıdır.

İnsanlar; elbette kuralın keyfiliğinden veya keyfi uygulanmasından değil, ceza ile desteklenmiş hukuk kuralına bağlı yasaklardan korkmalıdır. Bu korku, bir sinme, ürkme, tedirginlik ve baskı altına alınmak olarak da algılanmamalıdır. Bu korku, düzeni için düzeni değil, kişi hak ve hürriyetleri adına düzeni sağlayan hukuk kurallarına saygı gösterme ve bağlı kalmayı içermelidir.

Hukuk güvenliği hakkının güvencesi, ancak “hukuk devleti” ilkesinden taviz vermemekle sağlanabilir. Her sübjektif duruma gösterilen tepki ile hukuk kurallarında değişikliğe gitmek, toplumun tümünü, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını yakından ilgilendiren kanunlar ve düzen bakımından yarar değil zarar getirir.

Sonuç olarak;
savaş dönemleri veya olağanüstü hallerde gündeme alınıp tartışılabilecek kolluğun önleme gözaltısının, ortada bir suç işlendiği iddiası olmaksızın ve cumhuriyet savcısının yazılı emri de aranmaksızın uygulamaya konulmaya çalışılması, her açıdan hukuka aykırıdır. Bu aykırılık, kulağa hoş gelen kamu düzeni, barışı, huzuru ve suçların önlenmesi gibi basmakalıp sözlerle aşılamaz. Muhtemel suçlu ve soyut tehlike suçu anlayışı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında terk edilmiştir. Bu terkten dönüş kabul edilemez. Hukukçular, bu olası yanlışlığa karşı itirazlarını net bir şekilde ve gecikmeksizin ortaya koymalıdır.


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)