Hiçbir beşeri irade gelecekte gerçekleşecek bütün ihtimalleri öngöremez. Varlık, bütün boyutlarıyla ve detaylarıyla kavranamaz. Her kavrayış, eksik bir kavrayıştır.
Modern bilimin bütün gelişmelerine rağmen insan davranışı, ruhu ve zihni tamamen çözülememiştir. Sosyal realite, tüm yönleriyle anlaşılamamıştır.
Buna rağmen her şey biliniyormuş, her şey çözülmüş ve her mesele bütünüyle kavranmış gibi konuşmanın da dayanılmaz bir hafifliği vardır. Bu hafifliğe kapılmanın bedeli koyu mantık yanılgısına düşmektir.
Koyu mantık, her şeyi kavramış edasındaki bir sınıflandırmadan yola çıkar. İşte yanılgının başladığı yer de tam burasıdır. Ancak hiçbir mantık döngüsü çıkış noktasını tartışmaz. Bu nedenle, koyu mantık yanılgısını görebilmek çok zordur.
Bu yanılgı türünün genellikle lafzi yorum türünde gerçekleşmesi dikkat çekicidir. Gerçekten, mutlak bir lafzi yorum anlayışıyla hem yasalara harfiyen uymuş olursunuz hem de istediğinizi yapmış olursunuz. “Kan akıtma yasağını” lafzi bir yoruma tabi tutarak “boğarak öldürmek serbest, çünkü kan akmıyor” sonucuna ulaşabilirsiniz. Böylece hem yasalara harfiyen uymuş hem istediğinizi serbestçe yapmış hem de yetkin bir akıl yürütmede bulunmuş olursunuz. Bu kadar kârlı bir işi kim elinin tersiyle itebilir ki?
Koyu mantık yanılgısının güzel bir örneğini büyük hukukçu Prof. Postacıoğlu vermektedir: “Davacı yetki anlaşması uyarınca, yetkili görülen mahkemede davasını açıp, davalı söz konusu yetki anlaşmasının varlığını yadsıdığı takdirde, örneğin, anlaşma altında kendisine yüklenen imzayı tanımadığı surette, mahkemenin imza incelemesine girişip girişmeyeceği, daha doğru ve kapsamlı bir anlatımla kendisine yetki sağlayan sözleşmenin varlığını veya geçerli olduğunu tespit edip etmeyeceği sorun teşkil eder. Sorun şurandan ileri geliyor: Kanundaki yetki kuralları uyarınca, mahkeme yetkili olmadığına, tersine ancak geçerli bir sözleşmenin varlığı halinde yetkisi belireceğine göre, yetki hakkındaki anlaşmanın mevcut ve geçerli olup olmadığının incelenmesi yetkisi, yasa gereğince yetkili mahkemeye ait bulunmak gerekir. Fakat, koyu bir hukuk mantığının zorunlu bir sonucu olarak görünen bu çözüm tarzı kabul edilecek olursa, pratik bakımdan yetki anlaşmalarının yararı geniş ölçüde ortadan kalkacaktır. Zira davacı, söz konusu anlaşmanın varlığını ve geçerliliğini kanıtlamak için davalının yerleşim yeri mahkemesine gelmek zorunda kaldıktan sonra, uyuşmazlığın tümünü, o mahkemede çözüme bağlamak yolunu tutar” (İlhan POSTACIOĞLU/Sümer ALTAY, Medeni Hukuk Dersleri, İstanbul 2015, Vedat Kitapçılık, s. 130).
Koyu mantık yanılgısına düşmemek için yapılan yorumlara eşya hukukundan bir örnek: “Zilyetlik iradesinin arandığı kurgularda ayırt etme gücünden yoksun kişilerin hiçbir şekilde irade ortaya koyamayacaklarından hareketle zilyet olamayacaklarını söylemek, biraz orantısız bir yaklaşım teşkil edecektir. Bu yüzden sözü geçen tam ehliyetsiz kişilerin varsayılan bir zilyetlik iradesine sahip olduğundan yola çıkılmalıdır. Şöyle ki, eğer kişinin aynı durumda ayırt etme gücüne sahip olsaydı, zilyetlik iradesine sahip olabileceği söylenebiliyorsa, artık bu kişi açısından da bir zilyetliğin söz konusu olacağı rahatlıkla söylenebilmelidir” (Başak BAŞOĞLU/ Kadir Berk KAPANCI, Eşya Hukuku Pratik Çalışmaları, 3. Baskı, Vedat Kitapçılık, İstanbul 2015, s. 18).
İcra ve İflas hukukundan bir örnek: “Konkordato teminatı bizzat borçlu tarafından veriliyorsa; borçlu genelde bu teminat gösterme yükümünü menkul ya da gayrimenkul rehini (özellikle ipotek) tesisi suretiyle yerine getirecektir. Oysa, İcra ve İflas Kanunu’nun 290. maddesi uyarıca, her iki tasarruf türü de, borçlunun, konkordato mühleti içerisinde yapamayacağı yasak tasarruflar arasında yer almaktadır. Bu iki durumu bağdaştırmak için, İcra ve İflas Kanunu’nun 290. maddesine getirilen yasaklamanın amacına bakmak gerekir. Kanun koyucunun, konkordato mühleti içerisinde, konkordato borçlusuna, menkul ve gayrimenkul rehini tesisini yasaklamakla güttüğü amaç, söz konusu işlemleri, alacaklıların menfaatlerine zarar verebilecek ya da onların menfaatlerini tehlikeye düşürebilecek nitelikte görmesidir. Halbuki, borçlunun menkul ve gayrimenkul rehinini, konkordato teminatı olarak vermesi halinde, alacaklıların menfaatleri zarar görmemekte; aksine güvence altına alınmaktadır. Dolayısıyla, İcra ve İflas Kanunu’nun 290. Maddesindeki düzenlemenin konuluş amacıyla hareketle, kanunla açıkça izin verilmemiş olsa bile, konkordato teminatı olarak, menkul ve gayrimenkul rehini verilmesi işlemlerinin, salt bu amaçla sınırlı olmak kaydıyla, yasaklamayı öngören düzenlemenin kapsamı dışında kaldığı söylenebilir. Aksi bir düşüncenin kabulü, borçlunun konkordato teminatı koşulunu, sadece kendi adına teminat verebilecek üçüncü kişileri temin suretiyle gerçekleştirebileceği anlamına gelir ki; bu durum, konkordato teminatı koşulunun yerine getirilmesini son derece güçleştirir hatta imkansızlaştırabilir. Bu konudaki denetim, tasdikten önceki evrede konkordato komiserince; tasdik incelemesi evresinde ise, konkordatoyu tasdike yetkili mercice gerçekleştirilecektir” (Süha TANRIVER, İflas Dışı Konkordato Bakımından Tasdik Şartı Olarak Teminat, s. 214).
Kira sözleşmesine dair TBK’ da yer alan bazı hükümlerin uygulanması kiracısı tüzelkişi veya tacir olan işyeri kiraları açısından 2020’ye kadar ertelenmiştir. Koyu mantık yanılgısının bir örneğini kira hukukuna ilişkin ertelenen hükümler hakkında yapılan şu değerlendirmelerde görebiliriz: “6353 sayılı Kanun, ertelenen hükümler yerine uygulanacak hukuk konusunda bir düzenleme getirmiştir. Buna göre; kira sözleşmelerinde bu maddelerde belirtilmiş olan konulara ilişkin olarak sözleşme serbestisi gereği kira sözleşmesi hükümleri tatbik olunur. Kira sözleşmelerinde hüküm olmayan hallerde Mülga Borçlar Kanunu hükümleri uygulanır. Maddenin lafzı esas alındığında söz konusu erteleme hükümlerine uygulanacak hukukun; sözleşme hükümleri, 818 sayılı eski BK hükümleri sırasıyla olması gerektiği sonucuna varılması olasıdır. Ertelemenin asıl amacının bu tür yatırım sahiplerini korumak olduğunu ve en azından ertelenen hükümler itibariyle 6098 sayılı Kanundan önceki yasal durumun muhafazasının amaçlandığı söylenebilir. Yoksa, ertelemeyle birlikte, bunların yerine ertelenecek hükümleri içeren konularda sözleşmenin taraflarına sınırsız bir sözleşme özgürlüğü getirildiği kabul edilemez. Bu sözleşme özgürlüğünün sınırlarına sadece 818 sayılı BK m. 19-20’deki genel sınırlamalar değil, ayrıca 818 sayılı BK’daki kira sözleşmesine ilişkin özel hükümler ve 6570 sayılı Kanundaki mutlak ve emredici hükümlerde dahildir. Emredici nitelikte olmayan hükümler bakımından ise, hiç şüphesiz sözleşme özgürlüğü çerçevesinde taraflar diledikleri gibi sözleşme içeriğini belirleyebilirler. Tüm bu açıklamalar ışığında, ilk tespitimiz sözleşme hükümlerinin kanunun emredici hükümlerinden önce uygulanamayacağıdır. Kanun maddesinde sözleşmeye öncelik tanınması da bu durumu değiştirmez” (Ahmet TÜRKMEN, 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanununun Kira Sözleşmesine İlişkin Yürürlüğü Ertelenen Hükümlerinin Değerlendirilmesi, Ankara Barosu Dergisi, 2015/1, s. 348-349).
Yasanın normatif amacından ve teorisinden uzaklaşmak koyu mantık yanılgısının yolunu açar. Yapılan yorum, bir “hukuki değere” dayanmadıkça yasanın lafzına uyuşmuş olmak hukuka hiçbir katkı sağlamaz. Yasanın lafzına uyulduğunu göstermek, hukuka bir lütuf gibi sunulsa da hukukun bünyesini alt-üst eder.
Yasanın lafzi yorumunun yadırgatıcı sonuçlarından kurtulmak için amaçsal yoruma gidilebilmelidir. Bununla birlikte amaçsal yoruma hangi hallerde başvurulabileceğinin unsurlarını ve teorik temellerini keşfetmek, hukuk felsefecilerine düşen büyük bir görevdir. Aksi halde lafzi yorumun sakıncalarından kurtulayım derken, yasaların keyfi yorumlarına dayalı uygulamalar başımıza musallat olur. Böyle bir durum, Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmak, anlamına gelir.