“Temyiz istemi ve süresi” başlıklı 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu m.291’e göre; “(1) Temyiz istemi, hükmün açıklanmasından itibaren on beş gün içinde hükmü veren mahkemeye bir dilekçe verilmesi veya zabıt katibine bir beyanda bulunulması suretiyle yapılır; beyan tutanağa geçirilir ve tutanak hakime onaylattırılır. Tutuklu bulunan sanık hakkında 263 üncü madde hükmü saklıdır.
(2) Hüküm, temyiz yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda açıklanmışsa, süre tebliğ tarihinden başlar”.
İstinaf kanun yoluna başvuru süresi, CMK m.273’de gösterilmiştir. Bu maddenin birinci ve ikinci fıkrasına göre;
“(1) İstinaf istemi, hükmün açıklanmasından itibaren yedi gün içinde hükmü veren mahkemeye bir dilekçe verilmesi veya zabıt katibine bir beyanda bulunulması suretiyle yapılır; beyan tutanağa geçirilir ve tutanak hakime onaylattırılır. Tutuklu sanık hakkında 263 üncü madde hükmü saklıdır.
(2) Hüküm, istinaf yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda açıklanmışsa, süre tebliğ tarihinden başlar”.
Yukarıda yer verilen hükümler ışığında; temyiz ve istinaf süreleri yüze karşı okunan kararlarda hükmün tefhimi ile, yoklukta verilen kararlarda ise tebliğ ile başlayacaktır. Yerel mahkemenin kararına karşı istinaf kanun yoluna başvuruda, tefhim veya karar sanığın yokluğunda verilmişse tebliğ ile başlayan süre 7 gün olup, temyiz kanun yolunda bu süre 15 gün olarak düzenlenmiştir.
7 veya 15 günlük sürelerin hesabı ise, “Sürelerin hesaplanması” başlıklı CMK m.39/1-2’ye göre yapılacaktır. İlgili hükümlere göre;
“(1) Gün ile belirlenen süreler, tebligatın yapıldığının ertesi günü işlemeye başlar.
(2) Süre, hafta olarak belirlenmiş ise, tebligatın yapıldığı günün, son haftada isim itibarıyla karşılığı olan günün mesai saati bitiminde sona erer”.
“Kararların açıklanması ve tebliği” başlıklı CMK m.35/1’e göre; “(1) İlgili tarafın yüzüne karşı verilen karar kendisine açıklanır ve isterse kararın bir örneği de verilir.
Hüküm; sanığın mahkemede hazır bulunduğunda açıklanmışsa, yani sanığın yüzüne okunmuşsa, istinaf kanun yoluna başvuru süresi, hükmün açıklandığı tarihten itibaren 7 gün, temyiz kanun yoluna başvurusu süresi ise 15 gündür. Örneğin; hükmün açıklanma tarihi 01.01.2018 ise, istinaf kanun yoluna başvuru süresinin son tarihi (hükmün açıklanma tarihinin ertesi günü birinci gün olarak sayılır) 08.01.2018, temyiz kanun yoluna başvuru için son gün ise 16.01.2018 olacaktır.
İstinafta ve temyizde tefhimin ve tebliğin sonuçlarına ilişkin değerlendirmemize yer vermeden önce, kararda veya hükümde yanıltıcı veya eksik unsurların kanun yoluna başvuruya etkisine ilişkin özet bir açıklamaya yer verilecektir.
Anayasa m.40/2, CMK m.34/2, m.231/2 ve m.232/6 uyarınca hüküm ve kararlarda, başvurulacak kanun yolu ile merciinin, kanun yoluna başvuru şeklinin ve süresinin ilgiliyi yanıltmayacak şekilde gösterilmesi gerekir. Aksi halde; kararda sanığı yanıltıcı nitelikte yanlış ifadeler kullanılması, örneğin yüze karşı verilen hükümde tefhim ve tebliğden itibaren denilmesi, istinaf süresinin yedi gün yerine on beş gün olarak açıklanması, başvuru şeklinin eksik gösterilmesi, ceza infaz kurumunda bulunan sanık yönünden 5271 sayılı CMK m. 263/1'e yer verilmemesi gibi haller CMK m.40’da[1] düzenlenen “eski hale getirme” nedeni sayılabilir. Bununla birlikte; kanun yoluna başvuruya dair her yanıltıcı veya eksik ifadenin, doğrudan “eski hale getirme” nedeni olduğu sonucuna da varılmamalıdır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, eksik veya yanıltıcı bildirim nedeniyle bir hakkın kullanılmasının engellenip engellenmediğinin tespitidir. Hükümde veya kararda yer alan eksik veya yanıltıcı bir ifade kanun yoluna başvuruda hak kaybına sebebiyet vermedi ise, bu durum eski hale getirme nedeni oluşturmayacaktır. Örneğin; sadece kanun yolu ve merciin yanlış gösterilmesi, kanun yoluna başvuru süresinin işlemeye başlamasını engellemez. Bu durumda, temyiz süreleri işleyecek ve süreden sonra yapılan temyiz başvurusu kabul edilmeyecektir. Yine; hükümde veya kararda yer alan eksik veya yanıltıcı ibareler, sanık müdafii bakımından sonuç doğurmayacaktır, çünkü görevi nedeniyle kanun yollarına başvuruda yeterli hukuki bilgiye sahip olduğu kabul edilen avukatın, bu şekilde bir yanılgıyı gündeme getirmesi Yargıtay tarafından kabul edilmemektedir.
Konu ile İlgili Yargıtay Kararları;
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 30.01.2007 tarihli, 2007/3-9 E. ve 2007/18 K. sayılı kararına göre; “(…) yasa yoluna başvuru süresi ve şeklinin gösterilmemiş olması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ‘Adil Yargılanma Hakkını’ düzenleyen 6. maddesi ile bu hakkın kapsamına yeni bir yorum getiren Sözleşmeye Ek 7 Nolu Protokolün 2. maddesine, 2709 sayılı T.C. Anayasası'nın 40/2. maddesine, 5271 sayılı Yasanın 34/2, 231/2. ve 232/6. maddelerine açıkça aykırılık oluşturmakla, belirtilen durumun 5271 sayılı Yasanın 40. maddesi uyarınca eski hale getirme nedeni sayılması gerektiğinde tereddüt yoktur”.
Yargıtay 2. Ceza Dairesi’nin 14.01.2019 tarihli, 2018/6752 E. ve 2019/581 K. sayılı kararında; “Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 07.11.2006 tarihli, 2006/6-123 E. ve 2006/229 K. sayılı ilamı ile Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin 13.07.2009 tarihli, 2009/8068 E. ve 2009/10789 K. sayılı ilamında da belirtildiği üzere, Anayasanın 40/2, 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 34/2, 231/2 ve 232/6. maddeleri uyarınca karar ve hükümlerde, başvurulabilecek kanun yolu, süresi, mercii, başvuru şekli ve kanun yollarına başvurulmadığı takdirde hükmün kesinleşeceğinin tereddüde yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilmesinin gerekmesi karşısında, sanığın yokluğunda (...) 1. Asliye Ceza Mahkemesi'nin kararında başvuru süresinin başlangıcı konusunda tebliğ ve tefhimden hangisinin esas alınacağı ve kanun yollarına başvurulmadığı takdirde hükmün kesinleşeceği hususları gösterilmediği gibi kanun yolu, süresi, mercii, başvuru şekli ve kanun yollarına başvurulmadığı takdirde hükmün kesinleşeceğinin açıkça gösterildiği meşruhatlı davetiye de gönderilmediği cihetle, anılan Mahkeme kararının kesinleşmemesi sebebiyle sanık tarafından verilen itiraz talebini içeren 08.12.2011 tarihli dilekçenin öğrenme üzerine süresinde verilmiş itiraz dilekçesi olarak kabulü gerekirken, itiraz talebinin süre yönünden reddine karar verilmesinde isabet görülmediğinden (…)” şeklinde gerekçeye yer verilmiştir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 03.11.2015 tarihli, 2015/4-58 E. ve 2015/357 K. sayılı kararına göre; “ (…) Hükmün 10.06.2009 tarihli duruşmada sanığın yüzüne karşı tefhim edilmesine karşın, 24.10.2014 günü temyiz edildiği anlaşılmaktadır. 1412 sayılı CYUY'nın 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi gereğince halen yürürlükte bulunan 310. maddesi uyarınca, yüze karşı verilmiş olan karara yönelik temyiz talebinin hükmün tefhiminden itibaren bir hafta içerisinde yapılması gerekmekte olup, sanık 10.06.2009 günü tefhim olunan karara karşı bir haftalık süreden sonra 24.10.2014 günü temyiz başvurusunda bulunmuştur. Her ne kadar kararda, başvuru şeklinin belirtilmemiş olması nedeniyle kanun yolu bildiriminin eksik olduğu, bu durumun eski hale getirme nedeni olarak kabulü ile temyiz başvurusunun süresinde yapıldığı ileri sürülebilirse de, sadece başvuru şeklinin gösterilmemiş olması ‘kanun yolu süresinin’ işlemeye başlamasını engellemeyecek, bu durumda, başvuru şekli gösterilmemiş veya yanlış gösterilmiş olsa dahi temyiz süreleri işleyecek ve süreden sonra yapılan temyiz başvurusu kabul edilmeyecektir. Zira belirtilen sürede yanlış mercie yanlış şekilde bir başvuruda bulunulması halinde, bu yanılma 5271 sayılı CMK'nın 264. maddesi kapsamında değerlendirileceğinden başvuranın hakları ortadan kalkmayacaktır. Bu itibarla, sanığın kanuni süreden sonra gerçekleşen temyiz talebinin 1412 sayılı CMUK'un 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 310 ve 317. maddeleri uyarınca reddine karar verilmelidir”.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 16.01.2018 tarihli, 2015/9-188 E. ve 2018/9 K. sayılı kararında; “(…) mesleği bir kamu hizmeti niteliğindeki avukat olan, (…) yasa yollarına başvurma açısından yeterli düzeyde hukuki bilgiye sahip olan vekilin, temyiz süresinin kararın yüze karşı verildiği hallerde tefhimden itibaren işlemeye başlayacağını bilmemesi düşünülemeyeceğinden, kanun yolu bildirimindeki bu eksiklik müdafi açısından bir yanılgı ve bu kapsamda hakkın kullanılması yönünden bir engel oluşturmayacaktır.” açıklamalarına yer verilerek, temyiz süresinin başlangıç tarihinin belirtilmemesinin sanık müdafii yönünden sonuç doğurmayacağı ifade edilmiştir.
1- Sanığın ve müdafinin yokluğunda verilmiş karar
Karar sanığın ve müdafinin yokluğunda verilmişse; yani yerel mahkeme veya bölge adliye mahkemesi kararı açıklarken, sanık ve müdafii duruşma salonunda değilse, CMK m.35/2 uyarınca sanığa veya vekiline tebliğ edilir. Burada istinaf veya temyiz kanun yoluna başvuru süresinin hesabında, tebligat tarihi esas alınacaktır. Hüküm sanığın ve müdafinin yokluğunda verilmişse; tebligat sanığa mı, vekiline mi yapılır, yoksa her ikisine mi yapılır? Birden çok tebligatın yapılması halinde, istinaf veya temyiz kanun yoluna başvuru süresi hangi tarihten başlar?
CMK m.35/2’ye göre; “(2) Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hakim veya mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur”.
“Vekile ve kanuni mümesile tebligat” başlıklı 7201 sayılı Tebligat Kanunu m.11/1’e göre; “Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden fazla vekile yapılmış ise, bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak, Ceza Muhakemeleri Usulu Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır”.
Yukarıda yer verilen hükümler ışığında; sanık ve müdafinin yokluğunda tefhim edilen karar 7201 sayılı Kanun m.11 uyarınca vekile tebliğ edileceğinden, kararın ayrıca sanığa da tebliğ edileceği yönünde bir düzenleme bulunmadığından, istinaf ve temyiz kanun yoluna başvuru sürelerinin hesabında, kararın vekile tebliğ edildiği tarihin esas alınacağını söylemek yerinde olacaktır. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 06.11.1989 tarihli, 1989/8-268 E. ve 1989/338 K. sayılı kararında; “(…) Hükmü temyiz edebilme yetkisi, kamu davasının tüm aşamalarında sanığın savunmasını üstlenen vekilin yasal görevi içinde bulunmaktadır. Dolayısıyla yoklukta tefhim olunan kararın vekile tebliğ edilmesi gerektiği gibi, ayrıca sanığa yapılan tebligatın hukuksal geçerliliği de yoktur. (…) Vekille kendisini savunan sanığa, ancak vekile tebligat olanağı bulunmadığı takdirde tebligat yapılabilir. Dolayısıyla da, ancak bu durumda yapılan tebligatın hukuksal geçerliliği bulunabilir (…)”.
İfadelerine yer verilerek; sanık ve müdafii yokluğunda verilen kararın müdafie tebliğinin yeterli olacağı, kararın sanığa tebliğ edilmesinin veya edilmemesinin hukuki bir değeri bulunmadığı, sanığa tebligat hususunun ancak vekile tebligat yapılma olanağının olmaması durumunda gündeme geleceği, aksi halde sanığın avukatı olduğu sürece, kararların tebligatının sanık avukatına yapılacağı belirtilmiştir.
Sanık birden fazla müdafii tarafından temsil edilmekte ise; Tebligat Kanunu m.11 gereğince, ilk yapılan tebligat esas alınacak, bundan sonra yapılan tebligatların kanun yollarına başvuru süresinin hesabına bir katkısı olmayacaktır.
Özetle; sanık ve müdafii yokluğunda verilen bir kararın, sanık müdafii tarafından kendisine tebliğ edildiği tarihten itibaren 7 gün (istinaf kanun yolu) veya 15 günlük süreler içerisinde istinaf veya temyiz edilmediği durumda, bu kararın istinaf veya temyiz edilmesi mümkün değildir. Bu noktada sanığa sonradan yapılan tebliğ de istinaf veya temyiz süresini yeniden canlandırmayacaktır.
2- Sanığın kendisine atanan zorunlu müdafiden haberdar olmadığı ve sanığın yokluğunda verilen karar
Prensip; sanığın müdafii huzurunda verilen kararın, ayrıca sanığın kendisine de tebliğ edilmesine gerek bulunmamaktadır. Böyle bir durumda; istinaf ve temyiz kanun yollarına başvuru süresi, kararın sanık müdafiine tefhim edilmesi ile başlayacak, sanığa ayrıca yapılacak tebligatın hukuki bir anlamı olmayacaktır. Bununla birlikte, bu kuralın zorunlu müdafilik müessesi bakımından bir istisnası bulunmaktadır.
Şöyle ki;
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 18.03.2008 tarihli 2008/9-7 E. ve 2008/56 K. sayılı kararı[3]; sanığa baro tarafından tayin edilen zorunlu müdafii huzurunda verilen kararın, ayrıca sanığın kendisine de tebliğ edilmesinin gerekip gerekmeyeceği hususuna ilişkin olup, Kurulun tespitlerine göre;
“1- Zorunlu müdafii atamasının yapıldığı tarih itibarıyla yürürlükte bulunan Usul hükümlerine göre tayin edilmiş zorunlu müdafiye yapılan tefhim ve tebliğ, aynen vekaletnameli müdafiye yapıldığında olduğu gibi hukuki sonuçlarını doğurur. Ancak; bunun ön şartı, kendisine bir zorunlu müdafii atandığından sanığın haberdar edilmiş olmasıdır.
2- Sanığın zorunlu müdafii azletme ve değiştirilmesini isteme hakkı bulunmaktadır[4].
3- Kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar olan sanık buna ses çıkarmazsa, zorunlu müdafinin yapmış olduğu ve kendisinin açıkça karşı çıkmadığı tüm tasarrufların sonuçlarına katlanmak zorundadır.
4- Kendisine zorunlu müdafii atandığından sanığın haberdar edilmediği durumlarda ise; zorunlu müdafiye yapılmış bulunan tefhim ve tebliğ kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmaz. Bu durumda, velev ki zorunlu müdafii sanığın lehine gibi görünen bazı işlemleri yapmış olsa -örneğin temyiz dilekçesi vermiş olsa- dahi, hükmün sanığın kendisine de tebliğ edilmesi ve kendisine yapılan tebliğ üzerine sanık tarafından temyiz dilekçesi verilmesi halinde, temyiz davasının kabul edilmesi gerekir.
(…)
Somut olayda; zorunlu müdafinin yüzüne karşı yapılmış olan tefhim, kendisine zorunlu müdafi atandığından haberdar edilmeyen sanık (...) açısından hukuki sonuç doğurmayacağından, temyiz süresini de başlatmaz. Bu nedenle, temyiz davasının sanık müdafinin temyiz isteminin süresinden sonra olduğundan bahisle reddi yerine, gerekçeli kararın sanığın kendisine de tebliği gerekmektedir. Şu halde, sanığın kararı tebellüğ ettikten sonra süresinde temyiz dilekçesi vermesi halinde, Özel Dairenin kabul ettiği şekilde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının iadesinden önceki temyiz dilekçesine istinaden değil, fakat iadeden sonraki hükümle ilgili olmak üzere verilen dilekçeye dayalı olarak temyiz davasının açılması gerekmektedir. Buna karşılık, kararın kendisine tebliğ edilmesine rağmen sanık tarafından süresi içinde temyiz dilekçesi verilmemesi halinde ise sanık müdafinin süresinden sonra vaki temyiz isteminin reddine karar verilmeli ve Genel Kurulca duraksamasız olarak kabul edildiği gibi Özel Dairenin yaptığının aksine, iadeden önceki temyiz dilekçesine dayalı olarak da temyiz davası açılmamalıdır”.
Kısaca; kendisine zorunlu müdafii atandığından sanığın haberdar edilmediği durumlarda, zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğ işlemleri, sanık bakımından hukuki sonuç doğurmayacaktır. Müdafiye yapılan bu tefhim veya tebliğ, müdafiin kanun yollarına başvuru süresi bakımından hukuki sonuç doğursa da, sanık için istinaf ve temyiz kanun yollarına başvuru süresi -bu süreden bağımsız olarak- kararın sanığa tebliğ edilmesiyle başlayacaktır. Ayrıca; müdafiin kararı kanun yoluna taşıması, sanığa bu tebliğin yapılmasına engel değildir. Sanık kendisine tefhim edilen kararı temyiz etmese dahi; bu durum, kararın kendisine tefhim edilmeyen müdafinin kanun yoluna başvurma hakkına engel teşkil etmez. Kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar olmayan sanık için; bu müdafii tarafından istinaf veya temyiz kanun yoluna başvurulmaması halinde ise, sanık, kararın kendisine tebliğ edilmesinin veya kararı öğrenmesinin ardından istinaf veya temyiz kanun yollarına başvurabilir[5].
3- Müdafiin yokluğunda hükmün (kısa kararın) okunması
Yukarıda yer alan iki numaralı maddede yer verdiğimiz istisna saklı olmak kaydıyla, tefhim ve tebligat konusunda esas olan müdafie yapılan tefhim ve tebliğdir. Bir başka ifadeyle; istinaf ve temyiz kanun yollarında başvuru süresi, müdafiye yapılan tebligat tarihinden itibaren başlar. Burada tefhim ile anlaşılması gereken, hükmün, yani kısa kararın sanık müdafiine okunmasıdır. Örneğin; sanık müdafinin karar duruşmasında hazır bulunduğu, ancak hükmün açıklanmasından önce salondan ayrıldığı durumda açıklanan karar, sanık müdafinin yokluğunda yapılmış sayılacak, dolayısıyla temyiz süresi de kararın sanık müdafiine tebliğinden itibaren başlayacaktır.
YCGK’nın 11.10.2018 tarihli, 2018/6-373 E. ve 2018/426 K. sayılı kararına göre;
“ (…) Hükmün verildiği 12.07.2012 tarihli oturumda hazır olanların yoklaması yapılırken sanık müdafisinin duruşmaya katıldığının zapta yazıldığı, Cumhuriyet savcısının esas hakkındaki mütalaasına karşı beyanda bulunan sanık müdafisi ile diğer sanıklar müdafilerinin kısa kararın açıklanması sırasında duruşma salonunda hazır bulunmadıkları zapta geçilerek ‘Talebe uygun son karar duruşmasında hazır bulunanlar açısından kararın tefhiminden itibaren 7 gün içerisinde, son karar duruşmasında hazır olmayanlar açısından gerekçeli kararın tebliğinden itibaren 7 gün içerisinde mahkememize veya bir başka mahkemeye dilekçe verilmesi veya zabıt katibine beyanda bulunulması suretiyle Yargıtay nezdinde temyiz edilebileceği belirtilmek suretiyle temyizi mümkün olmak üzere sanıklar ve sanıklar müdafilerinin yokluklarında...’ denilmek suretiyle sanık hakkında mahkumiyet hükmünün verildiği,
Gerekçeli kararın sanık müdafisine 03.10.2012 tarihinde bizzat tebliğ edildiği ve sanık müdafisinin de 10.10.2012 havale tarihli süre tutum dilekçesi ile söz konusu hükmü temyiz ettiği,
Anlaşılmıştır.
(…)
Hükmün verildiği 12.07.2012 tarihli karar oturumuna katılıp kısa kararın verildiği sırada hazır bulunmadığı duruşma tutanağından anlaşılan sanık müdafisi için temyiz süresinin gerekçeli kararın tebliğ tarihinden başlayacağı, dosya içerisinde yer alan tebligat parçasından gerekçeli kararın sanık müdafisine 03.10.2012 tarihinde tebliğ edildiği, sanık müdafisinin ise 10.10.2012 havale tarihli dilekçesi ile sanık hakkında kurulan mahkumiyet hükmünü temyiz ettiği anlaşıldığından, sanık müdafisinin temyiz talebinin süresinde olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir”.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
-----------------------------------
[1] “Eski hale getirme” başlıklı CMK m.40’a göre;
“(1) Kusuru olmaksızın bir süreyi geçirmiş olan kişi, eski hale getirme isteminde bulunabilir.
(2) Kanun yoluna başvuru hakkı kendisine bildirilmemesi halinde de, kişi kusursuz sayılır”.
[2] Aynı yönde Yargıtay 11. Ceza Dairesi’nin 18.9.2018 tarihli, 2016/481 E. ve 2018/6966 K. sayılı kararı.
[3] Benzer yönde bkz; YCGK 21.12.2010 tarihli, 2010/11-251 E. ve 2010/267 K. sayılı kararı; YCGK 20.03.2012 tarihli, 2011/6-235 E. ve 2012/110 K. sayılı kararı.
[4] Genel kurala göre, sanığın zorunlu müdafii azletme ve değiştirilmesini isteme hakkı bulunmaktadır. Ancak Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafi ve Vekillerin Görevlendirilmeleri ile Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik “Görevin sona ermesi” başlıklı m.7/2’ye göre, “(2) Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince soruşturma ve kovuşturma makamlarının talebi üzerine görevlendirilen müdafi veya vekil azledilemez”. Hükme göre; soruşturma ve kovuşturma makamlarının talebi üzerine CMK m.150 uyarınca baro tarafından görevlendirilen ihtiyari veya zorunlu müdafiin, sanık tarafından azledilmesi mümkün değildir. Bir başka ifadeyle; sanığın, soruşturma ve kovuşturma makamlarının talebi üzerine baro tarafından görevlendirilen ihtiyari veya zorunlu müdafiyi, kabul etmeme veya azletme yetkisi bulunmamaktadır. Bununla birlikte; maddenin ilk fıkrasında gösterilen hallerden birisinin gerçekleşmesi ile müdafiin görevi son bulur. Yönetmelik m.7/1’e göre;
“(1) Müdafi veya vekilin görevi;
a) Soruşturma evresinde; kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın kesinleşmesi, yetkisizlik veya görevsizlik kararı, kamu davası açılması halinde ise iddianamenin kabulü kararı verilmesi,
b) Kovuşturma evresinde; yargılamanın yapıldığı il veya ilçe dışında yargılamayı gerektirir görevsizlik veya yetkisizlik kararı, esasa ilişkin hükmün kesinleşmesi ya da davanın nakline karar verilmesi,
c) Müdafi, vekil veya kendisine müdafi ya da vekil görevlendirilen kişinin ölmesi
ç) Kişinin kendisine bir müdafi veya vekil seçmesi
Hallerinde sona erer”.
[5] Yargıtay 17. Ceza Dairesi’nin 10.9.2018 tarihli ve 2018/2802 E. ve 2018/10268 K. sayılı kararına göre; “Zorunlu müdafiliğe dair CMK'nın 150. maddesinin uygulanması ile ilgili olarak ayrıntıları Ceza Genel Kurulu'nun 18.03.2008 tarih 2008/9-7-56, 21.12.2010 tarih 2010/11-251-267 ve 20.03.2012 gün ve 2011/6-235-2012/110 Esas ve Karar sayılı kararlarında açıklandığı üzere, ‘Kendisine zorunlu müdafi atandığından sanığın haberdar edilmediği durumlarda, zorunlu müdafiye yapılan tefhim veya tebliğin kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmayacağı; bu durumda zorunlu müdafi, sanığın lehine bazı işlemler yapmış, örneğin temyiz dilekçesi vermiş olsa dahi, hükmün sanığa da tebliğ edilmesi ve onun tarafından temyiz dilekçesi verilmesi halinde, isteminin kabul edilmesi gerektiğinin’, belirtilmesi karşısında; somut olayımızda kararın sanık ve müdafinin yokluğunda verildiği, kararın sanığa tebliğ edilmeden müdafiye tebliğ edildiği ancak müdafinin kararı temyiz etmediği, sanığın bu müdafiden haberdar olmaması sebebiyle temyizin süresinde olduğu kabul edilmekle yapılan incelemede (…) hükmün açıklanan sebeple tebliğnameye aykırı olarak bozulmasına karar verilmiştir”.