“HUKUK FELSEFESİ” İSİMLİ KİTABIMDAN BİR FRAGMAN –
06 Ekim 2022 tarihli “Bir Kitap: ‘Hukuk Felsefesi’ ve Bir Önsöz” başlıklı yazımda sözünü ettiğim ve “önsöz”ünü paylaştığım kitabımı bitirdim ve basılmak üzere yayınevine teslim ettim.
Yakında basılacak ve yayımlanacak olan kitabın girişinde yer olan “Hak, Hukuk, Hukukun Amacı, İşlevi ve Görevi” başlıklı bölümü aşağıda paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum
HAK, HUKUK, HUKUKUN AMACI, İŞLEVİ VE GÖREVİ –
Hukuk, etimolojik olarak Arapça “hak” sözcüğünün çoğuludur, yani “haklar” demektir. Hak ise, kişilerin hukuk düzeni tarafından korunan menfaatleridir.
Hukuk düzeni tarafından korunan bu menfaatler, kişiye, hakkının korunması konusunda, Anayasa’mızın 36.maddesiyle teminat altında olan hak arama özgürlüğünü, bu bağlamda, “meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunmada bulunmak ile adil yargılanma haklarını” ve yetkilerini verir.
Normatif bir bilim, bir düzen olan, bu özelliklerine uygun bir düzen kuran hukuk, siyasal bir toplumda uygulanan, bireylerin birbirleriyle olan ilişkileri ile toplumu düzenleyen, devletin gücü ve yaptırımlarıyla desteklenen adına mevzuat dediğimiz kamusal kurallar ile yasalar toplamı, bu amaçla yöntemler ve araçlar geliştiren, yaptırımlar öngören bilimsel bir disiplindir.
Normatif bir sosyal bilim dalı olarak hukuk dogmatiğine dayanan, sosyolojik, ekonomik, siyasal, teknolojik gelişme ve değişimlerden yararlanan, bunlara bağlı olarak kendisini değiştiren ve yenileyen, bu suretle bireyin ve toplumun gereksinimlerini karşılayan hukuk, her şeyden önce bir düzen ve kurallı toplum demektir. Bu düzen, bir yandan uygarca ve insanca yaşamanın dayanağı, diğer yandan toplum içinde kurallara uyarak birlikte yaşamanın ortak güvencesidir.
Sağlıklı bir iktisadi kalkınmayı, bunun için gerekli olan iktisadi yatırımları gerçekleştirmek, ancak, güvenilir bir hukuk, bağımsız ve tarafsız bir yargı sisteminin kurulması ve bunun korunmasıyla mümkündür. Böyle bir düzenin kurulmadığı, kurulamadığı bir toplumda, gerekli olan iktisadi yatırımlar yapılamayacağı gibi sağlıklı bir iktisadi kalkınma da sağlanmaz, sağlanamaz. Zira hukuk düzeninde ortaya çıkacak herhangi bir arıza ve aksama, toplum düzenini, bu düzenin istikrarını, yatırımları ve yatırımcıyı olumsuz yönde etkiler; sosyal, siyasal, ekonomik yapıyı, barışı ve istikrarı bozar, bireyin haklarını, güvenliğini ve özgürlüğünü tehlikeye sokar. O nedenle, sağlam bir hukuk düzeninin varlığı, iktisadi yatırımları ve kalkınmayı sağlamanın, toplumda barışı, istikrarı, güveni, hukuki eşitliği, adaleti, özgürlüğü tesis etmenin en etkili ve yegane aracıdır.
Dünyanın ve ülkemizin bugün geldiği noktada, adalet de, bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu olan hukuk da, hak ve özgürlüklerin korunması da, her türlü sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel faaliyetin gerçekleştirilmesi de, büyük ölçüde yerel olmaktan çıkmış, şimdiye kadar yaratılmış ve şimdiden sonra yaratılacak olan geleceğe bağlanmış, çağımızın aşılması gereken zorlukları ulusal çerçevelerin dışına çıkmıştır.
“Nerede bir toplum varsa, orada bir hukuk vardır” sözü eski Roma’ya aittir. Son derece yerinde bir tespiti içeren bu maksimden hareketle demek gerekir ki, hukukun yeryüzünde var oluşunun tarihi, insanın var oluşunun tarihi kadar eskidir. Ortaya çıkışı insanın var oluşu kadar eskiye giden ve öyle olduğu için de kadim olan hukuk, kanımızca kendi tarihinin hiçbir döneminde, günümüzde olduğu kadar önemli, günümüzde olduğu kadar gerekli, günümüzde olduğu kadar anlamlı, vazgeçilmez, işlevsel ve yaşamsal olmamıştır.
Bu tespitten hareketle, günümüzde insanlığın hukuku yeniden keşfettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Son zamanlarda hukukun üstünlüğüne, hukuk devletine, yargı bağımsızlığına ve tarafsızlığına yapılan yollamalar, bu ilke, kavram ve kurumların referans alınması, çağcıl bütün devletlerin örgütlenmelerinin merkezine hukuku koymaları, başta Avrupa Birliği olmak üzere benzeri diğer örgütlenmelerin projelerini ve gelecekle ilgili tasavvurlarını hukuk yoluyla toplumu dönüştürme anlayışı üzerine kurmuş olmaları da, bu savımızı desteklemekte ve doğrulamaktadır.
Siyaset felsefesinin, toplum felsefesinin, devlet ve iktisat kuramlarının, iktidar, egemenlik, özgürlük, adalet, eşitlik, hak gibi kavramların, hukuku referans almadan, hukuka dayanmadan kendilerini açıklayamamaları, hukukun gerek toplum yaşamı üzerinde, gerekse ulusal veya uluslararası düzeyde ne ölçüde etkili ve işlevsel olduğunun en somut kanıtı ve göstergesidir.
Bütün bu nedenlerle, insan davranışını kuralların yönetimine tabi kılmanın odak noktası olan hukuk, günümüzde devletle çok daha farklı bir bağlamda bütünleşmiştir. Bu bağlam, hukukun üstün, egemen ve evrensel ilkelerine olan bağlılıktır. Yani hukuk devleti olmaktır, hukuku kurucu bir değer, üstün, egemen ve vazgeçilmez bir kurum olarak görmektir. Hukuku uygulayacak, adaleti tesis edecek, hakkı, haklı olana verecek olan yargıyı bağımsız ve tarafsız bir şekilde örgütlemektir. O nedenle, devletin klasik tanımında yer alan asli unsurlardan olan cebir tekeli, merkezi otorite, muayyen sınırlar, bu sınırlar içinde yaşayan halk ve egemenlik unsurlarına, günümüzde hukuk devleti olma niteliği de eklenmiştir.
Hukukun bir sistem, bir düzen olarak kurulabilmesi, sağlıklı bir şekilde işletilebilmesi ve yürütülebilmesi için felsefi bir zemin üzerine oturtulması, yani bir felsefesinin olması gerekir. Zira hukuk, felsefi bir zemini olmadığı, felsefi bir zemin üzerine oturtulmadığı takdirde, sistemli bir hale getirilemez, sistemli bir hale getirilmediği, getirilemediği takdirde ise gelişmez, gelişemez, geliştirilemez.
Hukuk biliminin görevi, hukukla ilgili olgu ve olayları, hukukun kavram ve kurumlarını incelemek, bunları düzenli bir şekilde sistemleştirmektir. Hukuk felsefesinin görevi ise, bir kurallar, kavramlar ve kurumlar toplamı olan hukukun, neden ve nasıl ortaya çıktığı, yani kökeni hakkında bilgi edinmek, hukuku, hem genel kültür hem de hukuk kültürü açısından incelemek, böylece gerek her iki kültür konusunda, gerekse hukukun felsefi temeli hakkında bilgi sahibi olmaktır.
Kitabımıza bir kurum olarak hukuku, hukukun türetildiği hak kavramını açıklamakla başlamamızın nedeni budur.
Genel kabul gören yaklaşımlara ve görüşlere göre, hukuk “dogmatik” bir bilimdir ve bu bilim, yürürlükte olan hukukun, yani pozitif hukukun içeriğini açıklamaya, boşluklarını doldurmaya, varsa aksayan yönlerini gidermeye, kısaca onu uygulanabilir bir duruma getirmeye çalışır…yine hukuk dogmatiği yürürlükte bulunan hukuku tam olarak ve gereği kadar kavrayabilmek için, ona eleştirel bir göz ile yaklaşarak, kavramların ve deyimlerin yeteri kadar açık ve anlaşılabilir olup olmadıklarını, bunlarda bir çelişme ve boşluk bulunup bulunmadığını saptamak ister, zira boşlukları ve eksiklikleri gidermek onun görevidir. (Prof.Dr.A.Şeref Gözübüyük, “Hukuka Giriş”, sayfa 19, Turhan Kitapevi – 1999)
Hukuk sosyal bir olgu ve sosyal bir düzen olmakla, bu olgu ve bu düzen için üç unsurun varlığı esastır; bu unsurlar, bu düzenin konusu, ilkesi, uygulanması ve korunması üzerinedir. (Prof.Dr.Ernest Hirsch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka Ve Ticaret Hukuk Araştırma Merkezi, sayfa 107 – 1996) O nedenle, hukuk düzenine özgü olan konunun ve ilkenin ne olduğunu, bu düzenin uygulanması ve korunması için gerekli olan araçların nelerden ibaret bulunduğunu bilmemiz, bunu yapabilmek için de hukukun kavramları, kuralları ve kurumları hakkındaki teorileri incelememiz gerekir. Bu ise, ancak hukukun felsefesini, yani hukuk felsefesini bilmekle mümkündür.