Uzun süredir, nadide yazarları bulunan bu siteye yazı yazmıyordum. Özlediğimi ve yazı yazma ihtiyacımın doğduğunu hissediyorum.
Foucault’un betimlemeye çalıştığı cezalandırma olgusundan ve görünümlerinden bahsetmek istiyorum.
Ceza kavramını hayatımızın her alanında görmek mümkündür. Toplumda, mahkeme önünde, aile içerisinde, yerel ahlak kurallarının aşıldığı durumlarda, insanın kendi kendini cezalandırmasında ve nice birçok sosyal alanda. Cezalandırma alanlarının ortak yönü, cezanın; ceza veren ve ceza verilen arasında bir güç ilişkisi olmasından ortaya çıkmasıdır. Güç ilişkisinin varlığı bazen çok açık şekilde ortaya çıkabiliyorken bazen de daha gri bir alanda görünmektedir. Örneğin, insanın kendine karşı ruhsal olarak tahakküm kurması ile yine kendine karşı sınırlayıcı ve baskıcı şekilde kendini cezalandırması. Genelde bunun sonucunda insan ya kendi üzerinde eylemsizlik halini gerçekleştirir ve dışarıdan görünmeyecek şekilde kendini tecrit koğuşuna götürür. Bazen ise aktif olarak eylemde bulunur ve kendi üzerinde bir takım cezalandırma durumlarına gider. Bu konu insanın kendisine karşı yine kendi kendisiyle yarattığı bir savaşa dönüşür. Zaman geçtikçe ruh ya ehlileşir ya da vahşileşir. Zaman insanın hem mucizesi hem de acısı olabilir.
Güç ilişkisinin daha açık göründüğü ikinci alan ise, güç kuran ve güce tabi olanların arasındaki ilişkidir.Bu ilişki çıplak gözle görülecek kadar net bir ilişkidir. Foucault bunu ve bu güç ilişkisinin türevlerini çok güzel açıklar;
Foucault’ya göre düzeni sağlamanın ve devam ettirmenin yolu, insanın bedeninin kontrol edilmesinden geçer. Bu anlamda bedenin kontrol edildiği en elverişli alan ise hapishanelerdir. Hapishaneler bir anlamda insanın bedenini ve ruhunu özgürlük algısından uzaklaştırarak onu sınırlı alana dönüştüren birer kontrol mekanizmasıdır. Kontrol mekanizmasının düğmeleri, çalışma süresi ve çalışma şekli kontrol edenin biraz da vicdanına kalmış bile denilebilir.
Hapishanelerde cezalandırma anlayışı ve ıslah etme anlayışının birlikte tesisi için uğraşılır. Çünkü hapishane düşüncesinde; beden, istifade edilecek bir üretim gücüne dönüştürülmelidir. Her ne kadar Foucault üretim gücüne dönüştürmeyle beraber aslında ruhun da bir dönüşüm yaşadığını açıkça anlatır. Bu anlamda mekanın sınırlılığı ve baskısı söz konusu olsa da mekansal daralma ruhsal alanda genişlemeye sebep verebilir. Elbette bunu ruhun kendi direnişinde görmek mümkündür. Neticede her şey zıttıyla kaimdir. Foucault burada hemen ilave yapar; “ her zaman teorik olarak, kontrol ve baskının, kendi içinde direnişi olduğunu” da belirtir. Elbette bu direnişin ortaya çıkması net olabileceği gibi daha örtülü olarak da belirebilir. Bunu belirleyen, ruhun evrimleşmesi ve dönüşmesinin derinliğidir. Derinlik ne kadar artarsa, ruh, kontrol mekanizmasının bir nesnesi olmaktan o derece daha çok kurtulma olanağı bulunur.
Ruhun sonsuzluğa meyyali de buradan gelir, nesne olmaktan çok özne olma arzusundan... Bedenin bir hapishanesi olmak istemeyen bir ruh, elbette özne olma iktidarını kendi bedeninde de kurgulamaya başlar.
Fakat bazen de bedeni edilgen olmaya zorlayan durum ve şartlar, ruhu da ele geçirir ve ruhun metalaşması ile bir süreç başlar.
Neticede özgürlüğün tüm kıvrımları ile dinamikleri bir “politik gücün “ reflekslerine bağlıdır. 01.02.2019.
Av. Cennet Ceyda BOĞA
Aydın Barosu