Hepimizin bildiği üzere, hukuk, insan yaşamını doğumdan ölüme ve hatta bazı durumlarda ölümden sonrasına kadar; toplum yaşamını ise hemen her alanda ve her daim düzenleyen, toplumsal ilişkilerde ve yönetim işlerinde hukuka uyulmasını kimi zaman emreden, kimi zaman tavsiye eden, bu amaçla kurallar, kurumlar tesis eden, yöntemler, araçlar, yaptırımlar geliştiren bir disiplindir.
Normatif ve sosyal bir bilim dalı olarak değişmezlik dogmasına dayanmaması, sosyolojik, tarihsel, felsefi, ekonomik, siyasal, teknolojik gelişme ve değişimlerden yararlanması ve o nedenle kendisini sürekli yenileyerek ve değiştirerek, bireyin ve toplumun gereksinimlerini karşılaması gereken hukuk, her şeyden önce bir düzen demektir.
Bu düzen, bir yandan uygarca yaşamanın dayanağı, diğer yandan, toplumda huzur ve başkalarıyla birlikte barış içinde bir hayat sürmenin güvencesidir. Hukuk düzeninde ortaya çıkacak herhangi bir eksiklik, boşluk ve aksama, toplumun düzenini olumsuz yönde etkileyeceği gibi, bireyin güvenliğini, özgürlüğünü, mal varlığını ve hatta hayatını tehlikeye sokar. Zira hukuk düzeni, toplumda adaleti, barışı, güveni, huzuru, eşitliği, özgürlüğü, istikrarı sağlamanın, hak ve özgürlükleri güvence altına almanın en etkili, belki de tek aracıdır.
Hukuk düzeninin, “ceza hukuku” disiplini adı altında yaptığı düzenlemelerin önemli olmasının en başta gelen nedeni, bu düzenlemelerin bireyin hak ve özgürlüklerine doğrudan ve çok etkili biçimde müdahale eden yaptırımları içermesidir. O nedenle, bir ülkenin ceza yasalarına egemen olan felsefe ve ceza yasalarının mahkemeler tarafından uygulanma şekli, o ülkedeki siyasal rejimin de niteliğini gösterir.
Bu anlamda, tıpkı Konfüçyüs’un “bir ülkenin nasıl yönetildiğini anlamak istiyorsanız şarkılarına bakın” maksiminden hareketle, “bir ülkenin nasıl yönetildiğini anlamak istiyorsanız, ceza yasalarına, o yasaların mahkemeler tarafından uygulanma şekline, bu uygulamada ceza hukukunun evrensel ilkelerine uyulup uyulmadığına bakın” demek her halde yanlış değildir.
En büyük öğreticilerden birisi olan tarih bize, totaliter devletlerin, gerek kendi ideolojilerini benimsetmek, gerekse rejimlerini ayakta tutmak için, ceza yasaları ve bu yasaları uygulayan mahkemeler aracılığıyla; öncelikle ve özellikle birey hak ve özgürlüklerini ya geniş biçimde sınırlandırdıklarını ya da bütünüyle ortadan kaldırdıklarını bilfiil yaşatarak göstermiştir.
Bu bağlamda, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya’da yönetimi ele geçiren faşistler ile Almanya’da iktidara gelen Naziler, Ekim Devriminden sonra ve özellikle Stalin döneminde komünistler, hem kendi ülkelerinde, hem de işgal ettikleri ülkelerde, başta ceza yasalarına ilişkin tüm mevzuatlarını ve bunların yargısal uygulamalarını kendi otoriter/totaliter anlayışlarına göre değiştirmişlerdir.
Demokratik hukuk devletleri ise, bireyin hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için, en başta anayasalarında; siyasal iktidarın kullanılmasını birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırmışlar, bu amaçla kuvvetler ayrılığı ilkesini esas almışlar, ceza hukuku ile ilgili temel ve evrensel ilkelere anayasalarında yer vermişler ve uygulamada bu ilkelere sıkı sıkıya bağlı kalmışlardır.
Yine geride bıraktığımız yüzyılda demokrasinin başlıca muhalifi olan totalitarizmin, insanlığa yaşattığı derin ve unutulmaz acılardan hareket eden uygar dünya, insanların adaletsiz ve haksız biçimde ceza ve önlemlere maruz kalmamaları için, başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, birçok uluslararası sözleşme ve belgede, bireyi ceza yasalarının keyfi uygulamalarına karşı koruyan ve güvence altına alan hükümlere yer vermiştir. Bu hükümlerin içinde gerçekten önemli ve değerli olan haklardan üçü, özelde “sanık hakları”, “mahkum hakları”, “adil yargılanma hakkı”, genelde insan hakları ve bu hakların korunması amacıyla oluşturulan insan odaklı ceza hukuku mevzuatıdır.
“Suçu/suçluyu kazıyın altından insan çıkar.” Bu özdeyiş, sevgili Hocamız, Türkiye Barolar Birliği’nin unutulmaz Başkanı, çok değerli bir akademisyen ve ceza avukatı olan rahmetli Faruk Erem’e aittir ve çok doğru, çok anlamlı, çok gerçekçi bir tespiti içermektedir. Zira insan olarak hiçbirimiz suç denilen olgunun uzağında değiliz. Yani hepimiz her an bir suçun sanığı olabiliriz. O nedenle, hammaddesi insan olan ceza hukukunun temel ilkesi insan odaklı, yani insani/humanist olmalıdır.
Diğer taraftan bir hizmet organizasyonu ve esas amacı kamu yararına hizmet etmek olan idareye kanunlarla verilen görev ve yetkilerin kaynağı anayasadır. Buna ve bizim Anayasamızın 6.maddesi hükmüne göre, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.” Yine Anayasamızın 10.maddesi hükmüne göre, “devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek” zorundadır.
İdarenin yürüttüğü işlerde ve işlemlerde objektif hareket etme zorunluluğu ise eşitlik ilkesinin gereğidir.
Gerek buna, gerekse kamu hizmetlerinin sürekli, düzenli, tarafsız bir biçimde yürütülmesinin, değişkenlik, bedelsizlik ilkelerine uygun olmasının amacı; halkın hayatını kolaylaştırmak, huzur, güvenlik ve refahını sağlamak, hayat kalitesini geliştirmek, kişilerin hak ve özgürlüklerini kullanmalarının önündeki engelleri kaldırmaktır.
Kamu yönetiminin geleneksel bu amaç, işlev ve özelliklerinin yanı sıra günümüzdeki en önemli özelliği ve niteliği ise, iyi yönetişim ilkelerinden olan “şeffaf”, “hesap verebilir”, “katılımcı” olması ile “hukukun üstünlüğü” ilkesini esas almasıdır.
Ülkemizde bu konuda yapılan araştırmalarda tespit edilen verilere göre, halkın büyük bir çoğunluğunun, kamu yönetiminde şeffaflık ve hesap verebilirlik ile hukukun üstünlüğü ilkelerine uygunluk algıları ne yazık ki negatiftir.
Özellikle her geçen gün bir başka örneğine tanık olduğumuz kolluk güçlerinin toplumsal olaylar karşısındaki uygulamaları, bu bağlamda hiçbir hukuki norma uygun olmayan, dahası keyfi ve orantısız olan güç kullanımı, toplumun huzurunu ve güvenliğini koruma amacını fazlasıyla aşmış, tehlikeli ve tehdit edici bir şiddete dönüşmüştür.
Her ne kadar devletin güvenlik güçleri, toplumun düzenini, huzurunu, güvenliğini sağlamak konusunda “cebir tekeline” sahip ise de, bu tekel sınırsız olmadığı gibi keyfi de kullanılamaz. Bu tekel ancak ve ancak hukukun belirlediği alan dahilinde kullanılabilir ve o koşulla meşrudur. Aksine uygulama eziyet olur, suç olur. Bu nitelikteki bir suçun işlenmesi durumunda, bu suçu işleyen kolluk mensubunun “aldığımız emre göre hareket ettik” şeklindeki savunmasının, Anayasa’nın 137.maddesinin çizdiği çerçeveye uygun olmaması durumunda, hukuken hiçbir değeri yoktur.
Bu yazıya konu olan ve “özel hayatın gizliliği, kişisel verilerin korunmasının, kanunlara uygun tedbirlere uyulmasının sağlanması” amacı ile emniyet personelinin görüntüsünün alınmasını yasaklayan 27.04.2021 tarih ve 2021/19 sayılı Emniyet Genel Müdürlüğü Genelgesi, özel hayatın gizliliğiyle, kişisel verilerin korunmasıyla ilgili olmadığı gibi idari bir işlemin sahip olması gereken “yetki, şekil, sebep, konu ve amaç” unsurlarına aykırı nitelikte olmakla hukuken geçersiz ve hatta “yok” hükmündedir.
Dahası, bu genelge az yukarıdaki bölümde kamu yönetiminin en önemli özelliği ve iyi yönetişimin gereği olan “şeffaflık ve hesap verebilirlik” ilkesine de aykırıdır. Zira kolluk görevlilerinin bu görevlerini yerine getirirken, kendilerine tanınan “cebir tekeline” hukukun belirlediği alan çerçevesinde kullanıp kullanmadıklarının, bu çerçeveyi aşıp aşmadıklarının, insanlık onuruna uygun davranıp davranmadıklarının tespitinde, bu genelgeyle alınması yasaklanan görüntülerin hukuken çok büyük önemi ve değeri vardır.
O nedenle, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün veya başkaca kamu organlarının, bu ve benzeri konularda görüntü alınmasını yasaklaması değil, aksine bu görüntülerin alınmasını desteklemesi ve hatta bizzat kendilerinin görüntü alınmasına uygun bir mekanizmayı kurması ve yine kendi kaydettikleri görüntüleri kamuoyunun bilgisine ve denetimine sunması gerekir.
Bunların yapılması kolluk kuvvetlerinin orantısız güç kullanmaları konusunda mutlaka bir caydırıcılık getirecek, dahası halkın kolluk kuvvetlerine karşı olan olumsuz algısını olumluya dönüştürecek ve güvenini daha da artıracaktır.
Nitekim Türkçeye benim tercüme ettiğim ve “ahsencoşar.wordpress.com” adresindeki bloğumda, 17 Ocak 2017 ve 30 Ocak 2017 tarihlerinde iki bölüm halinde yayınladığım, Amerika Birleşik Devletleri’nin önceki Başkanı Barrack Obama, kendi başkanlık görevi sona ermeden önce Harvard Hukuk Fakültesi’nin “Harvard Law Review/Harvard Hukuk Dergisi”nin Ocak 2017 sayısında, “Ceza Adaleti Reformunun Geliştirilmesinde Başkanın Rolü” konulu makalesinde, benim az yukarıda ifade ettiğim polisin operasyonlarda kendi kaydettiği görüntülerin halkın bilgisine ve denetimine açılmasının yarar sağladığını ifade etmekte ve bu konuda şunları yazmaktadır: “Beyaz Saray, polis-toplum ilişkilerinde polisliğin, kanunun uygulanması kurumuna ilişkin icraatlarının topluma tanıtılmak suretiyle geliştirilmesine yardımcı olmanın kavranmasının bir yolu olarak PDI’yi (Police Data Inıitiative/Polis Veri İnisiyatifi) oluşturdu. Benim yönetimim şeffaflığı öncelikli hale getirdi ve biz polislik alanında muazzam kazançlar elde ettik. PDI sürecinde 130’un üzerinde kanun uygulayıcısı olan ve kırk milyonun üzerinde Amerikalı üzerinde yetkisi bulunan kuruluş bu çabaya gönüllü olarak iştirak etti. Bu kuruluşlar 175’den fazla ırk ve cinsiyet olarak parçalara ayrılmış olan ve ilgili görevlilerin ateş etmeleri, ihzar ve şikayette bulunmaları gibi kuvvet kullanılmasını kapsayan konulara ait makinece okunan veri setlerinin yayınına izni verdi. Mesela, Louisville, Kentucky, her ihzarın ve operasyonun tam zamanında yayınına imkan sağladı. Orlando, Florida polisinin ilgili olduğu her silah kullanmanın tam verisinin yayını serbest bıraktı ve New Orleans, Louisiana federal yargıcı, polis departmanının bu “mucizevi dönüşümünün” verisinin yayınına izin verdiğini açıkladı. İştirakçi kuruluşlar, bu şeffaflığı, veriyi daha doğru şekilde kamu başvuru kayıtlarının maliyetinin azaltılması ve toplumla olan ilişkilerinin geliştirilmesine yardım olarak tanımladı. Beklendiği üzere, harici organizasyonlar yayınına yeni izin verilen bu veri ile polis icraatlarını daha iyi kavradı ve bu icraatlar değişik toplulukları etkiledi. Adalet Departmanındaki Topluluk Amaçlı/Yönlü Polislik Servisi Dairesi bu çalışmayı özel işlerde ve hükümet dışı kuruluşlarda da sürdürecektir. Giderek artan bir şekilde ülkedeki kuruluşlar, polisteki ve ceza mahkemelerindeki geliştirilmiş olan bu verileri kullanmaktadır.”
Evet! Birey olarak, toplum olarak, devlet olarak, devletin ve kamunun kurum ve kuruluşları olarak kendimize güvenelim ve şeffaf olalım. Unutmayalım şeffaf olan güven verir. Güven ve şeffaflık ise birbirini besler.
Son bir söz: Onu da “Böyle Buyurdu Zerdüşt” isimli kitabında Nietzsche söylüyor: “Derinliğime kimse bakmasın ve son irademi kimse öğrenmesin diye uzun ve ışıltılı bir sessizlik yarattım kendime. İçlerini kimse okumasın diyerek yüzlerini kapayan ve suyu bulandıran nice akıllı insan gördüm ben ama yanlarına daha akıllı ve kuşkucu kahinler gelip onların özenle sakladıkları balıkları avlıyorlardı. Sessizler arasında en zekiler duru, cesur, şeffaf olanlardır çünkü dipleri o kadar derindir ki en duru su bile onları ele vermez.”