Geçtiğimiz günlerde yaşanan elim olay üzerine avukatların adliye girişlerinde aranması krizi yalnızca hukuk camiasında değil ülke çapında da büyük yankı uyandırdı.

Her ne kadar “avukatların adliye girişinde aranması” ifadesini kullanmışsam da, biz avukatlar hali hazırda bu konuda ikiye bölünmüş durumdayız. Daha doğrusu, avukatların “aranması”nın Avukatlık Kanunu’na aykırı olduğu hususunda hemfikiriz; fakat bu ayrılma daha ince bir noktada ortaya çıktı. Zira, İstanbul Barosu, Baro Başkanımızın da Çağlayan Adliyesi’nden çevik kuvvet eliyle itilerek çıkarıldığı o “yaralayıcı” günden sonra bir protokol yayınladı. Protokolde özetle, avukatların adliye girişlerinde çipli kimlik kartlarını okutarak çantalarının ve x-ray cihazından geçirerek duyarlı kapıdan geçeceği, çantasını x-ray cihazından geçirmek istemeyen meslektaşların duyarlı kapıdan geçeceği ve duyarlı kapı duyarlılık gösterdiğinde tabiri caizse “öttüğümüzde” güvenlik tarafından talep edildiğinde ötmeye sebep olan şeyi göstermemiz gerektiği yazmakta idi. Bu açıklamadan bu gerekleri yerine getirmeyen meslektaşların adliyeye giremeyeceği, bir başka deyişle Baro tarafından yalnız bırakılacağı açıkça anlaşılmakta idi.


Böylece avukat camiası ikiye bölünmüş oldu. Bir kısım avukat protokolde belirtilen prosedürün “arama” olmadığını ve hatta gerekli olduğunu, diğer kısım ise protokolün kendi görüşlerini yansıtmadığını, nitekim bu prosedürün de hukuka aykırı olduğunu ve uygulanamayacağını, Baro’nun bu hususta kendi adlarına açıklama yapmış olmasının doğru olmadığını ifade ettiler.


Şunu da belirtmek isterim ki bu ayrılığa yalnızca Baro’nun protokolü değil, meslektaşların siyasi tutumu da etkendir. Ben burada hangisi doğru hangisi yanlış diye uzun uzadıya tartışmak istemiyorum. Kaldı ki çok da önemli olduğunu düşünmüyorum. Ben burada yaşadığımız aslında hepimizin içten içe hissettiği ortak duygudan bahsetmek istiyorum. Çünkü ister adliye girişinde aranmaya tepkili meslektaşlar olsun ister sesini çıkarmayan meslektaşlar olsun, hepimizin günlerdir adliyeye girerken yaşadığı duygunun aynı olduğunu düşünüyorum: “Aşağılanma”.

Biraz sert olduğunun farkındayım fakat gerçek bu diyecek kadar da hepimizin bu duyguyu yaşadığından ne yazık ki eminim. Ve bizlere “yaşatılmak” istenen duygunun da tam olarak bu olduğunu düşünüyorum. Maalesef mesleğimiz “itibarsızlaştırılmak” isteniyor, nitekim bu konuda oldukça da başarılı(!) adımlar atılıyor. Zira bizler bu ülkede çoğunlukla muhaliftik, haksızlığı hukuk eliyle savunan meşru kişilerdik ve bir şekilde alt edilmemiz, sindirilmemiz gerekiyordu. Dediğim gibi her ne kadar bu konuda “başarılı” adılar atılsa da biz savaşmaya devam edeceğiz çünkü bu bizim için zaten sahip olduğumuz mesleki bir refleks.

Bizler adliyenin asli üyeleriyiz. Tıpkı oranın personeli, hakimi, savcısı gibi. Tek şanssızlığımız –bana sorarsanız aynı zamanda bir şanstır da- devlet mensubu olmayışımız. Devletten maaş almıyor olabiliriz; fakat yaptığımız iş aynı zamanda bir kamu görevi. Bütün işimiz adliyede, orası bizim yuvamız ve fakat uygulamada biz o yuvanın üvey evlatlarıyız. Tüm meslektaşlar iyi bilirler ki, personel bizi sevmez, hakimler bizden pek de haz etmez, savcılar keza bizden rahatsız. Gelin görün ki, adliyede oradan oraya en çok koşuşturan da bizlerizdir, bir dosyada bir aksaklık varsa hatalı olarak ilk biz gösteriliriz. Üstelik bir yandan müvekkili memnun etme gibi bir yükümlülüğümüz ve stresimiz de vardır.

Velhasıl bunca “direniş”e karşın bugün adliye girişinde metrelerce kuyruk bekleyen yine biziz. Tutun ki o da mühim değil. Fakat yine bugün, yalnızca mesleki onurumuza değil, kişisel onurumuza da dokunan bir hedefe oturtulmuş durumdayız. Biz bugün ülkenin güvenliği için bir tehdit olarak gösterilmekteyiz.

Size yaşadığım olaydan kısaca bahsetmek isterim:

Tüm bu olan bitenin akabinde Çağlayan Adliyesi’nin avukat girişi önündeki metrelerce kuyruğun sonlarında beklerken ve çantamı x-raydan geçirmeyip yalnızca duyarlı kapıdan geçmeyi planlarken ve böylece acaba protokolü dahi doğru uygulayacaklar mı diye merak ederken yanımızdan geçen iki vatandaşın konuşmalarına şahit oldum. Daha doğrusu olduk. Vatandaş gayet bizim de duyacağımız bir tonda -anlaşılan o ki duymamızı istiyordu- gülerek “Bunlar da savcıyı öldürmeselerdi” dedi ! Duyduk, fakat tepki veremedik. Hani basiret bağlanması derler ya aynen öyle bir hisle topluca kalakaldık ve destek almak istercesine öndeki arkadakine, arkadaki önündekine birbirimizin yüzüne baktık ve kaldık..

İşte bu his insanı derinden etkileyen belki de en kötü his; haksızlığa uğramışlık duygusu.. Bu duyguyu haksızlığa direnmeyi meslek edinmiş insanlara yaşatırsanız eğer o insandan içerideki işleri hangi motivasyonla çözmesini isteyebilirsiniz ki.. Nitekim içeri girerken çantamı x-ray cihazına koymamayı ve duyarlı kapıdan geçmeyi tercih ettim. Beklediğim üzere “öttüm”. Birdenbire bütün güvenlik üzerime yürüdü ve çantamı cihaza koymamı istedi. Koymayacağımı, çantamda ötmesi muhtemel şeyi göstermemi istemeleri gerektiğini söyledim. Dinlemediler ve itmeye başladılar. Durdum, çantamı bir kenara fırlattım ve tartışmaya başladım. Karşıda bir kadın güvenlik vardı. Bana nasıl baktığını o an herkes görsün istedim. Nefret vardı gözlerinde. Bir kadının bana bu kadar nefretle baktığına daha önce hiç şahit olmamıştım.Ve gırtlağının elverdiği en ağır ses tonuyla bağırdı “Avukat hanım benimle tartışma!


Peki neden?

Gözlerim doldu. Evet, engel olamadım. Haksızlığa uğramış olmanın verdiği yoğun öfke, üzerime dikilen nefret dolu bakışlar, verdiğimiz emekler.. Hemen kendimi toparladım ve ben de bağırdım “Kendinize gelin. Burası benim işyerim. Ve çantamda ne olduğunu göstermemi isteyin!”.

Sonra bir sessizlik oldu.. İki kadın güvenlik ve ben birbirimize baktık birkaç saniye. Nihayet biri kendine geldi, diğerine sakin olasını ve talebimin uygun olduğunu söyledi ve “Avukat Hanım üzerinizde öten şey nedir gösterir misiniz?” diye sordu. Ben biber gazını çıkarıp verdim, adımı aldılar ve emanete koydular. Geçtim.

Benim üzerimden de bir kamyon geçti sanki. Bütün gün üzerimde tonlarca ağırlıkla gezindim. Her gün bunu yaşamayı düşünemiyordum. Aşağıdan dakika başı meslektaşların çığlıkları yükseliyordu.

Protokolü dahi düzgün uygulamıyorlardı. Uygulasalardı da saçmaydı zaten. Duyarlı kapılar hangi cisim için hangi seviyede ayarlanıyordu? Ya biber gazı dışında çantamda başkaca bir şey olsaydı? Ya da üzerimde? Bilinemezdi. Çantamı x-ray cihazından geçirdiğimde de risk teşkil eden onca şey vardı zaten. Törpü, deodorant vs. Her halükarda öten cisim tespit edilemediği müddetçe çantamıza bakılması için elverişli her türlü sebep.. Ben bunları düşünedururken hemen ertesinde Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı bir açıklamada bulundu; “Kadın avukatlar uygun iç çamaşırı giysinler, ötmeyene kadar içeri almayacağım!”

Hukuk iç çamaşırımıza kadar inmişti.

Birkaç gün önce bir İcra Mahkemesi hakiminin kapısına “Güvenlik sebebiyle vatandaşların ve avukatların girmesi yasaktır” yazılı bir kağıt asıldığını gördüm.

Yoruma lüzum yok.. Sayın Hakim adına utandım..

Yargının üç ayağından, eşitlikten, hakimin katibini rehin almasından, o zaman hakim-savcıların da sonradan avukat olmamasından falan bahsetmeyeceğim.

İslam dünyasının büyüklerinden İbn Mübarek’in o güzel sözlerinden dem vuracağım, ne demiş;

“Ehl-i irfan meclisinde kıldım talep
İlim en geridedir illa edeb, illa edeb..”

Şu aşamada Sayın Devletten ve mensuplarından talep ettiğim tek bir şey var:

Edep Ya Hu!
 

(Bu köşe yazısı, sayın Av. Tuba TORUN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)