Malpraktis (hatalı tıbbi müdahale) sonucunda uğranılan zararın tazmini için açılan davaya malpraktis davası denir. Malpraktis davalarında genel olarak doktor hatasından kaynaklı maddi ve manevi tazminat talepleri konu edilmektedir. sağlık hizmeti veren gerçek kişi doktor, hekim, hemşire, ebe, anestezi uzmanı gibi sağlık çalışanıdır. Bu kişilerin mesleki görevini yerine getirirken ihmalkarlık, hata veya dikkatsizlik sonucu ortaya çıkan zararın yasal süreçte ele alındığı bir durumu ifade eder. Malpraktis davaları genellikle tıbbi hataların sonucunda hastaya zarar verilmesi durumunda ortaya çıkar. Hekimin hukuki sorumluluğu kapsamında hastaya, kendi kusurları sebebiyle verdikleri zararı tanzim etmekle yükümlüdürler. Kimi zaman hekim görevini yerine getirmiş olsa da sağlık hizmeti veren tüzel kişilik yani hastane, klinik vb. kurumların malpraktisten sorumlu olduğunu görmekteyiz. “Türk Tabipleri Birliği (TTB) Hekimlik Meslek Etiği Kuralları’nın 13. maddesinde genel olarak şu şekilde tanımlanmıştır: Bilgisizlik, deneyimsizlik ya da ilgisizlik nedeniyle bir hastanın zarar görmesi “hekimliğin kötü uygulaması” anlamına gelir.
Hekim ve ilgili sağlık kuruluşu tarafından kurallara aykırı olarak deneyimsizlik, bilgisizlik, ilgisizlik bulunan kusurlu hallerde yani kısacası malpraktiste “taksir” söz konusu olmaktadır. 5237 sayılı TCK 22. Maddesinin 2 fıkrasında “Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.” hükmü ile taksir tanımına yer verilmiştir. Malpraktis ile taksirle yaralama ve taksirle öldürme söz konusu olacaktır. Hekim yada sağlık kuruluşu tarafından kusur sebebiyle gerçekleşmiş malpraktis sonucunda hastanın ölmesi veya yaralanması sonucunda cezai boyut olarak TCK 85. Veya 89. Madde hükümleri uygulama alanı bulmaktadır.
Tıbbi Malpraktis (Doktor Hatası) Nedeniyle Tazminat Davası Şartları
Her tıbbi müdahale, tabiatı gereği belirli ölçüde risk içerir. Bu sebeptendir ki, hasta izni ve onayı olmaksızın tıbbi müdahalede bulunulamaz. Söz gelimi, hasta için yararına olsa dahi ameliyat olmayı reddeden bir hastanın yalnızca hekim kararıyla ameliyat edilmesi mümkün değildir. Tıbbi müdahalede bulunulmasına rıza gösteren hastaya yönelik hekim marifetiyle uygulanacak her türlü uygulama “tıbbi standart” şeklinde ifade edilen meslek kurallarına uygun şekilde icra edilmek durumundadır.
Öncelikle belirtmemiz gerekir ki doktor hatasından ötürü malpraktis tazminatı alabilmek için bir zarar ortaya çıkmalı ve zarar ile doktorun hatası arasında illiyet bağı bulunmalıdır. Malpraktis olarak şunlardan bahsetmemiz mümkündür:
Tanı (Teşhis) Hatası: Bir ameliyat veya muayene esnasında hekimin hatalı tanı – teşhis yapması söz konusu olabilir. Bundan ötürü hastanın zarar gördüğü durumlarda doktor hatası tazminat süreci başlatılabilir. Tanı koymanın geciktirilmesi, eski ve güncel olmayan yöntemler ile eksik veya hatalı tanı konabilir, yapılması gereken testler yapılmayarak hasta ihmal edilmiş olabilir. Tüm bu hallerde hastanın zarara uğraması durumunda tazminat süreci başlatılacaktır.
Tedavi Hatası: İlaç vb. kullandırılmasında hataya düşülmesi ya da ihmal de bulunulması, tedavinin yanlış seçilmesi veya yanlış uygulanması, gerek olmayan ve eski yöntemli, tıp kurallarının dışında yöntemler kullanılması, ameliyat hataları ve ihmalleri vs. malpraktis davası için haklı nedenler olacaktır.
Organizasyon Eksikliği: Hastanenin veya muayenehanenin organizasyon eksikliği, yeterli doktor veya ekipman olmaması, konsültasyon durumları da haklı neden sayılacaktır.
Diğer Hatalar: Tanı ve tedaviden başka tıbbi sürece etki eden hususlarda doktorun veya hastanenin hataları da tazminat sorumluluğu gerektirebilir. İletişim yetersizliği, doktorun ilgisiz tavırları, kullanılan ekipmanın yetersizliği, organizasyondaki eksiklikler, hatalar ve ihmal edilen hususlar hep malpraktis davalarında söz konusu edilebilir.
Tıbbi müdahale süreci için tıp literatüründe bazı kavramlar vardır. Bunlar çoğu zaman yargılamada da mevzu bahis edilir. Bu nedenle bunların temel olarak bilinmesinde yarar var. Bu kavramları şu şekilde izah edebiliriz:
Konsültasyon → Bir hastalık veya hastadaki bir durum, birden fazla tıp dalını ilgilendiren bir husus olabilir. Böyle bir durumda hekimin diğer alanların doktorlarından yardım alması gerekir. Buna konsültasyon deniliyor. Sorumlu doktor gerekli gördüğünde diğer uzmanlık alanının doktorundan görüş alma, işbirliği vs. yardım alması gerekir. İlgili uzmanlık alanı doktoruna sormadan, ben zaten biliyorum düşüncesiyle hareket edilmesi veya diğer uzmana başvurmanın ihmal edilmesi gibi durumlarda hastanın uğradığı zarardan ötürü hekimin sorumluluğu söz konusu olur. Yani konsültasyon hatası durumunda doktor hatası tazminatı davası açılabiliyor.
Stabilizasyon → Bir hastanın, hastalığının giderilmesi yahut belirli bir seviyeye indirilmesi ile istikrar ve denge kazanması durumu stabilizasyon olarak adlandırılıyor. Hastalığın belirli seviyede dengede tutulması anlamına geliyor. Hekimin veya acil servis görevlilerinin stabilizasyon sağlamadan hastayı göndermesi, herhangi bir gerekçe ile tedavi veya müdahalede bulunmaması vs. hep tazminat sorumluluğu gerektirir. Özellikle acil vakıalarda kimlik, sosyal güvence vs. herhangi bir husustan ötürü müdahale yapmamak hukuka aykırıdır ve tazminat yükümlülüğü doğurur.
Tazminat Sorumluluğunun Niteliği
Hekimin malpraktis sebebiyle sorumluluğunun dayanakları şöyle sıralanabilmektedir: Sözleşmeye aykırılık, haksız fiil ve vekaletsiz iş görme. Kural olarak sorumluluk sözleşme sorumluluğudur. Bununla beraber, hekim ile hasta arasında sözleşmenin olmadığı hallerde, haksız fiil sorumluluğu söz konusu olacaktır. Tazminat sorumluluğu doğabilmesi için (a) hekimin tıbbi uygulama hatası olmalı, (b) bu hata hekimin kusuru nedeniyle meydana gelmeli, (c) zarar mevcut olmalı ve (d) zarar ile tıbbi uygulama hatası arasında nedensellik bulunmalıdır. Bu şartlar gerçekleştiğinde hekimin sorumluluğuna gidilebilmektedir.
Tazminat Çeşitleri
a.Maddi Tazminat
Hasta ve yakınlarının malpraktis nedeniyle uğradığı zararları içerir taleplere maddi tazminat denilmektedir. Maddi tazminat taleplerine örnek olarak; tedavi ve hastane masrafları, kazanç kaybı, fazladan gereken ameliyat masrafları, destekten yoksun kalma tazminatı, cenaze masrafları, yol ve konaklama ücretleri sayılabilir. Kazanç kaybını yalnızca hastanın kendisi talep edebilecekken destekten yoksun kalma tazminatını da hastanın ölümü halinde hastanın eşi, anne ve babası ile çocukları talep edebilecektir.
b. Manevi Tazminat
Hasta ve yakınlarının malpraktis nedeniyle uğradığı manevi zararlara ve bu zararlar nedeniyle kişilik değerlerinde meydana gelen eksilmeleri telafi etmeye yönelik olarak manevi tazminat talebinde bulunulmaktadır. Böyle bir durumda hatalı tıbbi müdahale nedeniyle zarar gören ve yakınlarının acı, elem ve kederini azaltmaya yönelik mahkemece uygun bir tazminata hükmedilecektir. Ancak unutulmamalıdır ki; mahkemece hükmedilecek manevi tazminat zarar görenin zenginleşmesine yol açmayacak miktarda olacaktır.
Görevli ve Yetkili Mahkeme
Sözleşmeye Aykırılık Nedeniyle Açılan Tazminat Davalarında;
Malpraktis nedeniyle hekim ve özel hastane aleyhine açılacak tazminat davaları kural olarak sözleşmeye aykırılık nedeniyle açılacak ve işbu davalarda görevli mahkeme “tüketici mahkemesi” olacaktır. Önemle belirtmek gerekir ki ; 28.07.2020 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7251 sayılı “Hukuk Muhakemeleri Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile tüketici mahkemelerinde açılacak davalarda arabuluculuğa başvurma dava şartı haline gelmiştir.
Genel yetki kuralları gereğince tazminat davaları davalının dava açıldığı tarihteki ikametgâh adresinin bulunduğu yerde açılabilecektir. Ancak buna ek olarak tüketici mahkemelerinde açılacak tazminat davalarında (i) sözleşmenin ifa yeri ve (ii) davacının ikametgâh adresinin bulunduğu yer mahkemesi de yetkili olacaktır.
Haksız Fiil Sorumluluğuna Dayanılarak Açılan Tazminat Davalarında;
Hekim ile hasta arasında sözleşmesel bir ilişkinin bulunmadığı durumlarda haksız fiil sorumluluğuna gidilerek ikame edilecek tazminat davaları genel görevli mahkeme olan “asliye hukuk mahkemesi” nde görülecektir.
Bu sebebe dayanılarak ikame edilecek tazminat davalarında yukarıda ifade edilen genel yetkili mahkemelerle birlikte (a) haksız fiilin meydana geldiği yer, (b) zararın meydana geldiği yer, (c) zarar görenin ikametgâh adresinin bulunduğu yer mahkemesinde de açılabilecektir.
Doktor Hatası (Malpraktis) Tazminat Davası Zamanaşımı (Dava Açma Süresi)
Devlet hastanesi, araştırma hastanesi, üniversite hastanesi, aile sağlığı merkezi gibi kamu hastanelerine karşı hizmet kusuruna dayalı malpraktis sebebiyle tazminat davasının idare mahkemesinde açılacağını belirtmiştir. İdare mahkemesinde dava açmadan önce, zararın ve hekim hatasının öğrenilmesini takiben 1 yıl ve her halde 5 yıl içinde ilgili idareye tazminat talebi içeren yazılı başvuruda bulunulması gerekir. Başvurunun reddedilmesi halinde malpraktis sebebiyle tam yargı davası açılabilir.
İdare, ilgili tarafından kendisine sunulan yazılı tazminat talebini kısmen ya da tamamen reddederse, başvurunun reddi işlemini izleyen 60 gün içinde idare mahkemesine başvurmak suretiyle doktor hatası tazminat davası açılmalıdır. Tazminat isteminin 30 gün içinde idarece yanıtlanmaması, ilgilinin tazminat talebinin reddedildiği şeklinde yorumlanır. Tazminat isteminin reddedilmiş kabul edilmesini takiben 60 gün içinde malpraktis sebebiyle dava yoluna gidilebilir.
İdareye karşı açılan davalarda ceza hukukundan kaynaklanan uzamış zamanaşımı sürelerinin geçerli olmadığını belirtmekte fayda var. Özel hastane veya doktorlara karşı haksız fiil nedeniyle açılacak doktor hatası davaları, zararın ve tazminat yükümlüsünün öğrenilmesini takiben 2 yıl ve her halde fiilin işlendiği tarihten itibaren 10 yıl geçmesiyle birlikte zamanaşımına uğrar. Fakat tazminat hakkı, ceza hukuku düzenlemelerince daha uzun bir zamanaşımı süresi gerektiren bir cezaya neden olan fiilden doğmuşsa, zamanaşımı süresi belirlenirken ceza hukuku hükümleri esas alınır.
Tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yılın ve her hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Ancak, tazminat ceza kanunlarının daha uzun bir zamanaşımı öngördüğü cezayı gerektiren bir fiilden doğmuşsa, bu zamanaşımı uygulanır.
Özel hastane veya hekim aleyhine vekalet sözleşmesine dayalı açılacak malpraktis davalarında ise 5 yıllık zamanaşımı öngörülmüştür. Yine özel hastane veya hekim aleyhine eser sözleşmesine dayalı olarak açılacak malpraktis davalarında da 5 yıllık zamanaşımı süresi vardır. Hekim, ağır kusurlu bir tıbbi uygulamada bulunduğu takdirde, ağır kusurlu işlemin niteliğine dikkat edilmeksizin 20 yıllık zamanaşımı süresi söz konusudur. Son olarak, estetik ameliyatların da eser sözleşmesi kapsamında değerlendirildiğini belirtmek gerekir. Hastaya tıbbi müdahalede bulunmadan önce onay alınmadan vekaletsiz iş görme sebebiyle açılan doktor hatası tazminat davalarında 10 yıllık zamanaşımı uygulanır. Son olarak, sözleşmeye aykırılık nedeniyle açılan malpraktis tazminat davalarında ceza davası zamanaşımı süreleri uygulanmaz.
Malpraktis Nedeniyle Hukuki ve Cezai Sorumluluk
Sorumluluk kavramı, kişinin hukuka aykırı eylemde bulunmak suretiyle bir başkasına verdiği zararı tazminle yükümlülüğünü ifade eder. Fakat bu tanımlama, özel hukukta sorumluluğa ilişkindir. Sağlık çalışanlarının sorumluluğu ise tıbbi uygulamalar esnasında hastaya verilen zarar karşısında hukuki sorumluluğudur. Sağlık çalışanlarının sorumluluğunun hukuki dayanağı, sağlık çalışanı ve hasta arasında açık ya da örtülü olarak kurulmuş bir sözleşme ya da haksız fiil oluşturur.
Tıbbi hatalar, teşhis veya tedavi metodunun belirlenmesi veya belirlenen metodun uygulanması esnasında ortaya çıkabileceği gibi aydınlatma kurallarının ihlali sonucunda da yaşanabilir. Hekim marifetiyle hastaya uygulanan tedavi metodunun hukuka aykırılık teşkil etmemesi, uygulanan yöntemin tıp biliminin ve mesleğinin kurallarına uygun olmasına bağlıdır. Hekimin tıbbi hatası olduğunun ileri sürülebilmesi ise yaşanan sonucun hekim tarafından öngörülebilir ve önlenebilir olması gerekir.
Hekimin öngörebilir ve önleyebilir olması noktasında referans alınan ölçütlerse; ilgilinin yaşı, zekası, eğitim ve sosyal seviyesi, görgüsü vs. özellikleridir. Söz konusu özellikler dikkate alınarak neticesin öngörülebilir olup olmadığı tespit edilir. Dolayısıyla, tıbbi tedaviyi icra eden doktorun mesleki deneyimi, çalışma şartları, aldığı eğitim, hastanın durumu ve hastalığın niteliği, tıbbi müdahalenin icra edildiği tarih ve o zamanın şartları gözetilerek “öngörülebilirlik” hususu değerlendirilir.
Malpraktis davalarında arabuluculuk süreci
Malpraktis davalarında; mahkeme huzurunda dava açmadan önce sağlıkta zorunlu arabuluculuk kapsamında mutlaka başvurmanız gereken bir süreçtir. Arabuluculuğa başvurmadan açılan davanız usul eksikliğinden reddedilecektir. Malpraktis davalarının uzun sürmesi, mahkemelerin bu konuda uzmanlaşmamış olması malpraktis avukatına daha büyük sorumluluk yüklemektedir. Dava sonuçlandıktan sonra dahi tarafların davayı yüksek mahkemeye taşıması orada da belirli bir süre geçmesi hastayı yıpratmaktadır. Bu sebeple malpraktis avukatınızla katılacağınız etkili bir arabuluculuk süreci size maddi ve manevi büyük kazançlar sağlayabilecektir.
Tarafların şahsen yapmış olduğu arabuluculuk başvurularında davalı tarafın hastayı gereği gibi muhatap almadığına, hastanın tıbbi ve hukuki bilgi eksikliğinden yararlanarak hastayı mahkeme sürecine zorladıklarına şahit olmaktayız. Bir diğer ihtimalde de hastanın tecrübesizliğinden yararlanarak, davadan vazgeçebilmesi amacıyla
Hastanın arabuluculuk sürecine şahsen katıldığı çoğu malpraktis davalarında tazminatın olması gerekenden çok daha düşük tutularak dosyanın kapatıldığına şahit olmaktayız. Arabuluculuk tutanağı kanun gereğince ilam gibidir. Dolayısıyla arabuluculuk aşamasında maddi ve manevi tazminat ve her türlü alacak hakkından feragat ettiğinize dair beyanlar içeren tutanağı imzalamanız halinde geri dönüş mümkün olmayacaktır. Arabuluculuk tutanağı; mahkeme kararı gibi sonuç doğuracaktır. Bu sebeple hasta arabuluculuk davalarına muhakkak avukatı ile katılmalıdır. Hastalar yaşamış oldukları psikolojik yıpranma ve fiziksel zararının sonucu sağlık kaybının başka herhangi bir kayba benzememesi, giden sağlığın telafisi güç veya imkansız zararlar doğurması hastanın mağduriyetini artırmaktadır. Hastalar çoğu zaman tekrar ameliyat olabilmek adına uzun yıllar bekleyeceklerini ifade etmektedir. Bazı hastalarda ise hastanın ameliyat önceki sağlığına kavuşması imkansız olmaktadır. Bu sebeplerle sizi çok iyi anlayan hem de hukuki birikimi olan avukatınızla arabuluculuk sürecine başvurmanız ve süreci etkin bir şekilde yönetmeniz sizi yıllar boyu sürecek dava aşamasından koruyacaktır.
Arabuluculuk tutanağı imzalandıktan sonra mahkeme kararı (ilam) hükmündedir. Arabuluculuk tutanağında hastaya tazminat ödenmesi hususunda tarafların anlaştıklarını varsayalım. Süresinde yapılmayan tazminat ödemelerine ilişkin avukatınız vasıtasıyla ilamlı icra takibi başlatmanız gerekecektir.
YARGITAY KARARLARI
Burun Estetik Ameliyatında Doktor Hatası ve Bilirkişi İncelemesi
Davada dayanılan maddi olgu, burnun estetik ameliyat yapılmak suretiyle istenilen ve kararlaştırılan biçim ve şekle uygun güzel bir görünüm kazandırılmasıdır. Bu olgudan hareket edildiğinden böyle bir sözleşmede sonucun ortaya çıkması yönünden teminat verilerek borç altına girildiği, diğer bir anlatımla belli bir sonucun elde edilmesinin kararlaştırıldığı kuşku ve duraksamaya yer olmayacak şekilde açıktır. O nedenle, bu tip sözleşmenin eser sözleşmesi olarak kabul edilmesi halin icaplarına ve tarafların iradesine uygun düşeceğinin kabul edilmesi gerekir. Gerçekte de bu sözleşmedeki yükümlülük vekalet sözleşmesinin konusunu oluşturan bir iş görme niteliğinde değildir. Çünkü, burada vekalet akdindeki unsurların aksine çalışma sonunda; istenilen belli bir sonucun mutlaka elde edilmesi amacı güdülmektedir. Eser sözleşmesinde yüklenici eseri meydana getirmekle ve onu teslim etmekle yükümlüdür. Bundan başka, bu iki ana borçtan kaynaklanan ve bu borçların akde uygun surette ifasını sağlayan diğer bir takım yan borçlarında BK.da açıkca yer aldığı veya işin mahiyetinden çıkarıldığı görülmektedir. Bunlardan biri de, işi sadakat ve özenle bizzat yapma borcudur. Sadakat borcu iş görenin iş sahibinin yararına olacak şeyleri yapmak ve ona zarar verecek her türlü hareketten kaçınmak borcu anlamını taşır (Bkz., Tandogan, Borçlar Hukuku Özel Borç İlişkileri, Cilt: 2; Eser ve Vekalet Sözleşmeleri, Vekaletsiz İş Görme Kefalet ve Garanti Sözleşmeleri, Ankara-1982, Sh. 35).
Şimdi, eser sözleşmesindeki az yukarıda açıklanan yüklenicinin işin sadakat ve özenle yapma borcunu davalının mesleğinin, doktor olması işin özellikle tıbbi kurallara bağlı bulunması gözönünde tutularak toplanan delillerin değerlendirilmesine sıra gelmiştir.
Doktor; tıbbi faaliyetlerde bulunurken mesleki şartları yerine getirmek, tıp ilminin kurallarını gözetip uygulamak zorundadır. Aksi halde doktor tıp biliminin verilerini yanlış ya da eksik uygulamışsa, mesleğinin gerektirdiği özel koşullara gereği ve yeteri kadar uymamışsa, mesleki kusurunun varlığı kabul edilmelidir. Olayımızda, davalı doktor mesleki bilgisinin tüm icaplarını yerine getirdiğini, kusur bulunmadığını ispatla zorunludur. Aksi durumda, BK. nun 96. maddesi gereği sorumludur. Delil olarak dayanılan ve dosyaya konulmuş karşı konulmayan davacıya ait fotoğraflara bakıldığında, davacının ameliyat öncesi burnu ile ameliyat sonrası meydana gelen burnu arasında kıyaslanamıyacak oranda fahiş ve çok açık farklılık ve çöküntünün hasıl olduğu, adeta burnun yüz düzeyine dağılmış bir hale geldiği görülmektedir. Mahkeme, Yüksek Sağlık Şurası raporuna dayanarak hüküm kurmuştur. Oysa, rapor dosya içerisindeki iddia ve savunmaya, delillere uygun olmadığı gibi karara esas tutulacak yeterlikte de değildir. Şöyle ki; raporda, davacının ilk derecede deformasyon ve burun tıkanıklığının giderilmesi için davalı doktora müracaat ettiği, bunun üzerine septorinoplasti ameliyatı yapıldığı açıklanmıştır. Halbuki, ameliyat öncesi davacıya ait resimlere çıplak gözle bakıldığında; burunda hiç bir suretle ileri derecede bir deformasyon olmadığı açıkça görülmektedir. Yine burun şeklinin hasta tarafından beğenilmediği belirtilerek ikinci bir operasyon yapıldığına, raporda değinilmiş ise de; böyle bir olgu davalı tarafından ileri sürülmemiş tam aksine davalı vekili davaya cevap dilekçesinin ikinci sahifesinde; ilk ameliyat ile burnun hafif çöktüğünü, bir iki hafta sonrada daha çok çöktüğünü, o nedenle kendisi tarafından ikinci ameliyata lüzum görüldüğünü açıklamıştır. Raporun son bölümünde belirtilen bu tip sonuçların ameliyat şekillerinde nadirde olsa görülebileceği; bu nedenle de doktora atfedilecek bir kusurun bulunmadığı görüşü de davalının hukuksal sorumluluğunu belirleyen ilkelerle çelişmektedir. Gerçekte de; doktor hastasına uygun tedaviyi tavsiye etmek ve gerekli her türlü tedbirleri düşünüp, alarak işi yapmak ve tamamlamak zorundadır. Özellikle, müdahale sırasında ameliyat tekniğinin, halin icaplarının, gerektirdiği bütün önlemleri almalı, bu tip sonuçlar nadirde görülebilecekse hastayı aydınlatıp uyarmalı ve onun rızasını muhakkak surette almalıdır. Ameliyatta rizikoları; muhtemel hasıl olacak sonuç ve komplikasyonlar hakkında yeterli derecede davacının aydınlatıldığı ve ona rağmen ameliyata bilerek rıza gösterdiği davalı tarafından savunulmamış ve kanıtlanmamıştır. Burada esas çözümlenmesi gereken sorun, davalı doktorun ameliyatta davacı burnuna koyduğu tesbit alçısının davacı tarafından alınması olayının, zararın meydana gelmesinde mutlak ve tek neden olup olmayacağının tıp bilimi kuralları altında aydınlığa kavuşturulmasında toplanmaktadır. Yüksek Sağlık Şurası raporuna bakıldığında; bu yönde gerekçeleri açıklanmış bir görüş getirilmemiş, mücerret bir kabul tercih edilmiştir. Öyleyse; davalı doktorun sorumluluğunu tayin ederken hakimin, olayların özelliğine, iddia ve savunmaya uymayan, dayanakları gösterilmeyen, yargılamada kesinlikle saptanan maddi olgular karşısında inandırıcı olmaktan uzak Yüksek Sağlık Şurası raporu ile bağlı olmayacağında duraksamaya yer olmamalıdır. Bu durumda; mahkemece yapılacak iş, öncelikle az yukarıda açıklanan hukuk kurallarının ışığı altında uyuşmazlık incelenmeli dosya tomarı ile Adli Tıp Büyük Kurulu’na gönderilmeli, gerekirse davacı da muayene ettirilerek bu tip ameliyatlarda konulan tesbit alçısının zamanından önce alınmasının, dosyadaki iddia, savunma tüm delillerin ve olayın gelişiminin verdiği kanaatla değerlendirilerek, zararın meydana gelmesinde mutlak ve tek etken olup olmadığı veya bunun BK.nun 44. maddesinin uygulanmasını gerekli kılan bir olgu olarak kabul edilip edilemeyeceği yönünden anılan kuruldan gerekçeli ve dayanakları yazılmış görüş istenmeli, hasıl olacak uygun sonuç çerçevesinde karar verilmelidir. Hukuki nitelendirmede, delillerin takdirinde hataya düşülerek özellikle dosya içeriğine uygun düşmeyen Yüksek Sağlık Şurası raporu benimsenerek yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi usule ve yasaya aykırıdır (Yargıtay 13. Hukuk Dairesi - Karar : 1993/2741).
Hamilelik (Gebelik) Sırasında Tespit Edilemeyen Anomali
Dava, doktor hatasına dayalı maddi ve manevi tazminat talebine ilişkin olup, davacılar, davacı …‘in, davalı hastanede davalı doktor tarafından gebelik takibinin yapıldığını bebeğinin normal olduğunun söylendiğini ancak 2010 yılında dünyaya gelen bebeğin holoproz sefali hastalığı ile doğduğunu ve bakıma muhtaç vaziyette hayatına devam ettiğini beyanla uğradıkları maddi ve manevi zararların tazminini istemişler, davalılar kusur yada ihmalleri olmadığını savunarak davanın reddini dilemişlerdir. Mahkemece, Adli Tıp Genel Kurumundan alınan rapora göre davanın reddine karar verilmiştir. Hemen belirtilmelidir ki, vekil, vekalet görevine konu işi görürken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden sorumlu değil ise de, bu sonuca ulaşmak için gösterdiği çabanın, yaptığı işlemlerin, eylemlerin ve davranışların özenli olmayışından doğan zararlardan dolayı sorumludur. O nedenle sağlık memuru ve hastanenin meslek alanı içinde olan bütün kusurları, hafif de olsa, sorumluluğun unsuru olarak kabul edilmelidir. Vekil, hastasının zarar görmemesi için, mesleki tüm şartları yerine getirmek, hastanın durumunu tıbbi açıdan zamanında ve gecikmeksizin saptayıp, somut durumun gerektirdiği önlemleri eksiksiz biçimde almak, uygun tedaviyi de yine gecikmeden belirleyip uygulamak zorundadır. Asgari düzeyde dahi olsa, bir tereddüt doğuran durumlarda, bu tereddüdünü ortadan kaldıracak araştırmalar yapmak ve bu arada da, koruyucu tedbirleri almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında bir seçim yapılırken, hastanın ve hastalığın özelliklerinin göz önünde tutulması,onu risk altına sokacak tutum ve davranışlardan kaçınılması ve en emin yolun seçilmesi gerekir. Gerçekten de müvekkil (hasta), mesleki bir iş gören vekilden, tedavinin bütün aşamalarında titiz bir ihtimam ve dikkat göstermesini beklemek hakkına sahiptir. Gereken özeni göstermeyen vekil, BK.nun 394/1 maddesi hükmü uyarınca, vekaleti gereği gibi ifa etmemiş sayılmalıdır. Dosya içerisinde olayla ilgili mahkeme kanalıyla ve savcılık kanalıyla Adli Tıp Kurumundan alınan iki ayrı rapor vardır, her iki raporda da anneye zamanında ve gerekli tüm testlerin yapıldığı, çocuktaki anomalilerden sadece yarık dudak sendromunun ultrason ile görülebileceği, bu anomalilerin tıbbi tahliye endikasyonuna uygun olmadığı, doktora izafe edilebilecek bir kusur olmadığı yönünde kanaat bildirilmiştir. Davacı, alınan rapora itiraz etmiş, mahkemeden konu ile ilgili yeniden bir rapor alınmasını istemiş, davacı tarafın bu talebi karşılanmadan yetersiz bilirkişi raporu ile hüküm tesis edilmiştir. O halde mahkemece,bebekteki hastalığın yapılan testler sonucu belirlenip belirlenemeyeceği, özellikle davacı annenin geçmiş öyküsü de değerlendirilmek suretiyle, testler sonucu belirlenebilecek anomalilerin rahim tahliyesine imkan verip veremeyeceği de tartışılmak üzere Üniversite Öğretim Üyelerinden oluşturulacak, konusunda uzman, akademik kariyere sahip yeni bir bilirkişi kurulundan, yargıtay, mahkeme ve taraf denetimine elverişli bir rapor alınmak suretiyle hasıl olacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir (Yargıtay 13. Hukuk Dairesi - Karar : 2018/6388).
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Hekimlik riskli bir meslektir. Her tıbbi girişimin kendisine özgü risk ve sapmaları bulunmaktadır. Dolayısıyla, oluşabilecek her kötü sonuçtan hekim sorumlu tutulması beklenmez. Hekimler çalışmalarını hukuki perspektifte “izin verilen risk” kavramı çerçevesinde yerine getirirler. İzin verilen risk kavramı tıbbi literatürde “komplikasyon” olarak tanımlanmaktadır. Tek başına kusur olarak görülmez. Tıbbi malpraktis, Dünya Tabipler Birliği tarafından, “hekimin tedavi sırasında standart uygulamayı yapmaması, beceri eksikliği veya hastaya tedavi vermemesi ile oluşan zarar” şeklinde tanımlanmış olup, tıbbi bakım ve tedavi sırasında görülen komplikasyonların malpraktisten ayırt edilmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Mesleki hata anlamına gelen “Malpraktis” her meslek için geçerli olan bir kavramdır. Ancak hekimlerin mesleklerini sağlıklı yaşama hakkına ve dokunulmazlığına sahip insanlar üzerinde ifa etmeleri sebebiyle hekimlerin sorumluluğunun geniş olduğu ve mesleklerini ifa ederken diğer mesleklerden daha fazla dikkat ve özen ile yerine getirmeleri gerektiği aşikârdır. Nitekim tıbbi malpraktis sebebiyle oluşan zararların, zararın aynen tazmini müessesi ile çözümlenmesi mümkün olmadığı için nakden tazmin müessesiyle giderildiği görülmektedir. Dolayısıyla mağdur olan hastalar büyük çoğunlukla tıbbi müdahaleden önceki durumlarına kavuşamamaktadır. Her ne kadar gerek özel hukuk gerekse ceza hukuku kapsamında hastaların zararlarını tazmin hakları olsa da bu çeşit bir tazminatın insanın sağlıklı yaşama hakkı ile eşdeğer olmadığı şüphesizdir.
Hekim tazminat sorumluluğu kapsamında hafif kusurundan dahi sorumludur. Cezai sorumlulukta ise öncelikle tıbbi müdahaleye uyan ve TCK’da suç olarak düzenlenen hukuka aykırı hareket bulunmalıdır. Hekimin TCK sebebiyle sorumluluğu, genel olarak yaralama kavramının unsurlarını oluşturduğu için taksirle veya kasten yaralama olarak görülmektedir. Hekimin tıbbi malpraktis oluşturan hareketinin hangi suç içerisinde değerlendirilmesi gerektiği hususu ise somut olayın özelliklerine göre incelenerek tespit edilecektir. Hekimlik mesleğinin mesleğin niteliği ve hekimin aldığı eğitim uyarınca kasten öldürmeye elverişli olmaması sebebiyle kasten öldürme suçunun nadiren gerçekleştiği söylenebilir. Bu nedenle hekimin sorumluluğu daha çok taksirle öldürme ve taksirle yaralama ile hekimin garantörlük durumu sebebiyle ihmal suretiyle icrai bir hareketi gerçekleştirmesi halinde ise ihmal suretiyle kasten öldürme veya yaralama olarak değerlendirilecektir.
Sonuç olarak, hekimlik mesleğinin özgür olarak ifa edilmesi gereken bir meslek olması sebebiyle hekimlerin tıp fakültesinde aldıkları eğitimleri ve uzmanlık eğitimleri sırasında tıbbi müdahalelerin hukuka uygunluk sınırları ile hukuki hak ve sorumlulukları konusunda ciddi bir eğitim almaları sağlanırsa hasta – hekim haklarının dengeli bir şekilde korunacaktır.