Anayasa Mahkemesi’nin 26.07.2017 tarihli, 2017/48 E. ve 2017/129 K. sayılı norm denetimi kararında; beş ayrı Yerel Mahkeme, 5271 sayılı CMK m.284’ün ve m.286/2’nin (a) ve (b) bentlerinin iptalini talep etmiştir. İtiraza konu hükmün Anayasaya aykırı olduğuna ilişkin Yerel Mahkemelerce ileri sürülen ortak gerekçeye göre;
 
- “Başvuru kararlarında özetle, Yargıtay kararlarına karşı dahi direnme kararı verebilen ilk derece mahkemelerinin bölge adliye mahkemesinin bozma kararlarına karşı direnme yetkisinin bulunmayışının bir çelişki olduğu,

- Hukuk mantığıyla bağdaşmadığı, adalet ve eşitlik ilkelerine aykırı olduğu, direnme kararı verilememesi nedeniyle ilk derece mahkemelerinin yargılama görev ve yetkisinin ortadan kaldırıldığı,

- İlk derece mahkemelerinin, bölge adliye mahkemelerinin emir ve talimatlarını yerine getiren idari bir büro haline getirildiği,

- Direnme yasağının varlığı nedeniyle ilk derece mahkemeleri ile bölge adliye mahkemeleri arasında çıkabilecek hukuki ihtilafların bir merci tarafından çözümüne imkan tanınmadığı,

- Bu durumun ise yargılama neticesinde adil ve isabetli bir karara ulaşma olasılığını azalttığı ve bölge adliye mahkemelerinin kararlarının yargısal denetimini imkansız kıldığı,

- İlk derece mahkemesi hakiminin vicdani kanaati doğrultusunda vermiş olduğu kararın bölge adliye mahkemesince bozulması halinde bu bozma kararına karşı direnme kararı verilememesi nedeniyle ilk derece mahkemesi hakiminin vicdani kanaatine aykırı şekilde hüküm kurmak zorunda bırakıldığı,

- İlk derece mahkemesinin bozma kararı doğrultusunda yeniden yargılama yapıp yine vicdani kanaati doğrultusunda karar vermesi halinde ise yargılamanın gereksiz yere uzayacağı ve yargılama giderlerinin artacağı,

- Direnme kararı verilememesi nedeniyle bölge adliye mahkemeleri arasında içtihat birliğinin sağlanamayacağı”[1],
 
Hususlarından hareketle itiraza konu hükümler, Anayasanın 2., 5., 9., 10., 36., 37., 138. ve 141. maddelerine aykırıdır.
 
Öncelikle, CMK m.284/2 ve CMK m.286/2’nin (a) ve (b) bentlerinin iptali yönünden yapılan itiraz başvuruları; Yerel Mahkemelerin bakmakta olduğu davada uygulanma olanağı bulunmadığından “mahkemenin yetkisizliği” sebebiyle reddedilmiştir. CMK m.284/1’in “…bunlara karşı herhangi bir kanun yoluna gidilemez.” bölümüne yönelik itiraz başvurusu ise; 6216 sayılı Kanun’un 40. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi[2] ve Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 46. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi[3] uyarınca, yöntemine uygun olmadığından, esas incelemeye geçilmeksizin reddedilmiştir.
 
Esas incelemesine geçilen itiraza konu CMK m.284/1’in “Bölge adliye mahkemesi karar ve hükümlerine karşı direnilemez; …” bölümünde; itiraz ve temyize ilişkin hükümlerin saklı olmak üzere, bölge adliye mahkemesi (BAM) karar ve hükümlerine karşı direnilemeyeceği belirtilmiştir. Yine m.286/1’de de, bölge adliye mahkemesi ceza dairelerinin bozma dışında kalan hükümlerinin temyiz edilebileceği hükme bağlanmıştır.
 
Her iki hüküm neticesinde ulaşılan ortak sonuç; bölge adliye mahkemelerince verilen bozma kararlarına karşı, yerel mahkemelerin “direnme” iradesi gösteremeyeceği, yani direnme yasağının bulunduğu, bölge adliye mahkemelerinin yalnızca CMK m.289’da sınırlı şekilde sayılan hukuka kesin aykırılık hallerinin varlığı halinde bozma kararı verebileceği, bu bozma kararlarına karşı ilk derece mahkemelerine direnme yetkisinin tanınmadığı, istisnai olan “açık/mutlak hukuka aykırılık halleri” dışında, bölge adliye mahkemesinin istinaf başvurusunu haklı bulması halinde, ilk derece mahkemesinin hükmünü kaldırarak yeniden hüküm kurması gerektiği, bölge adliye mahkemesinin CMK m.289 ile sınırlı şekilde vereceği bozma kararlarının, “davanın esasına ilişkin hususlar olmayıp, yargılamaya ilişkin usul kurallarının ağır ve açık ihlallerinden ibaret olduğu”[4] yönündedir.
 
Başvuruya konu ihtilafta Anayasa Mahkemesi; hukuk sisteminin ve özellikle yargılama usulünün, yargılamaların makul süre içerisinde bitirilmesini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesini ve bu düzenlemelerde davaların nedensiz olarak uzamasına yol açacak usul kurallarına yer verilmemesini, makul sürede yargılanma ilkesinin bir gereği olarak görmekte, ancak bu amaçla alınacak kanuni tedbirlerin yargılama sonucunda işin esasına yönelik adil ve hakkaniyete uygun bir karar verilmesine engel oluşturmaması gerektiğini, bu ilkelere uygun olmak kaydıyla, yargılama yöntemini belirlemenin, Anayasanın 142. maddesi gereğince kanun koyucunun takdir yetkisinde olduğunu belirtmektedir[5].
 
Anayasa Mahkemesi; direnme yasağı öngören itiraz konusu hükmün, bölge adliye mahkemesinin bozma kararına konu hukuka kesin aykırılık hallerinin, ilk derece mahkemesince tekrar ele alınmasını önlediğine, hukuka kesin aykırılık hallerinin üst mahkeme olan bölge adliye mahkemeleri tarafından değerlendirilmesi sonucunda bozma kararı verildiğine, bu hukuka aykırılık hallerinin davanın esasıyla ilgili olmayıp, yargılama usulüne ilişkin olduğuna dikkat çekmiş ve aynı hususun tekrar üst mahkemelerce incelenmesine neden olacak şekilde direnme yetkisinin tanınmasının, hem davaların uzamasına neden olacağını ve hem de yüksek mahkemelerin iş yükünü artıracağını belirtmiştir.
 
Kişiler arasındaki uyuşmazlıkların daha kısa süre içinde kesin bir şekilde çözümlenmesinin, usul ekonomisi bakımından önemli olduğunu vurgulayan Anayasa Mahkemesi; davanın taraflarının, davaların uzaması nedeniyle oluşabilecek mağduriyetlere karşı korunması gerektiği, bu yolla itiraz konusu hükmün adalet duygusunu zedeleyen ve demokratik toplum düzeninin gerekleri ile çelişen bir yönünün bulunmadığı[6] sonucuna ulaşmış ve yargılamaların hızlandırılması ve makul sürede neticelenmesine yönelik kamu yararı amacıyla öngörülen itiraz konusu hükmün, hukuk devleti ilkesine ve adil yargılanma hakkına bir aykırılık taşımadığına ve davaların mümkün olan en kısa sürede sonuçlandırılmasını öngören Anayasanın 141. maddesi ile uyumlu olduğuna karar vermiştir[7].
 
Anayasanın 9. ve 138. maddelerine aykırılık iddiası hususunda Anayasa Mahkemesi;

- BAM tarafından verilen bozma kararlarına ilk derece mahkemelerinin uyma zorunluluğunu öngören itiraza konu hükmün, gerek bozma kararından önceki ve gerek sonraki evrede, yargı yetkisinin davaya bakan bağımsız mahkemelerce kullanılacağı hususunda, Anayasaya aykırı bir yönünün bulunmadığına[8],

- Bununla birlikte Anayasa m.138’in, kanun yollarına başvurmayı ve bir mahkeme kararının başka bir hakim veya mahkemece incelenmesini engellemediğine,

- Bu maddenin öngördüğü bağımsızlığın amacının, herhangi bir işi veya davayı tek bir hakime veya tek bir mahkemeye gördürüp yalnızca o hakim veya o mahkemenin kanısına göre hükme bağlatmak olmadığına,

- Bu hükümde amaçlananın, yargı işlerinin dışarıdan gelecek etkilerden uzak ve yalnız hukuki ölçülere göre değerlendirilip hükme bağlanmasını sağlamak olduğuna,

- Bu bakımdan verilen kararların veya hükümlerin Anayasaya, kanuna ve hukuka uygunluğunu güvence altına almak üzere, bir işin veya davanın başka bir hakim veya mahkemeye incelettirilmesini ve o hakim veya mahkemenin kararının ilk hakim veya mahkeme için bağlayıcı olmasını öngören bir kanun hükmünün varlığının, “mahkemelerin bağımsızlığı” ilkesine aykırılık oluşturmayacağına[9],
 
İşbu gerekçelerle, itiraza konu CMK m.284/1’de düzenlenen “Bölge adliye mahkemesi karar ve hükümlerine karşı direnilemez; …” bölümünün Anayasaya aykırı olmadığına ve itirazın reddine oybirliği ile karar vermiştir.
 
Somut başvuruda Anayasa Mahkemesi; “Bölge adliye mahkemeleri, CMK m.289’da sınırlı şekilde sayılan hukuka kesin aykırılık halleri dışında, başka bir nedene dayanarak ilk derece mahkemesinin kararını bozamaz.” gerekçesinden hareketle itirazın reddine karar vermiştir. Bu tespit; CMK m.289’da sayılan sebeplerin sınırlı olması, bu sebepler dışında kalan hallerde bozma kararının verilemeyeceği, dolayısıyla ilk derece mahkemesi hükmünün yalnızca CMK m.289’da öngörülen hak ihlalleri sebebiyle bozulacağı, bu sebeplerin genişletilip daraltılamayacağı, bu sebepler dışında kalan diğer aksaklık veya yanlışlıkların, yerel mahkeme hükmünün bozulmasını gerektirmeyeceği, aksine bu hataların bölge adliye mahkemesince yeniden görülecek duruşmada telafi edileceği hususlarına dayanmaktadır. Esasında “somut olay yargılaması” olarak adlandırılan istinaf muhakemesinde; yerel mahkemelerin yanılgı ve hatalarının yeniden hüküm kurulmak suretiyle ortadan kalkacağı, içtihat birliği sağlama veya örnek uygulama geliştirme kaygısı güdülmediğinden, bölge adliye mahkemelerin yegane görev ve amacının maddi hakikatin ortaya çıkarılması olduğu, bununla birlikte çift dereceli yargılanma hakkının tatbik edileceği istinaf yargılamalarında, hukuk kurallarının uygulanıp uygulanmadığının veya doğru tatbik edilip edilmediğinin de sorgulanacağı, ancak mutlak hukuka aykırılık halleri dışında kalan sebeplerle ilk derece mahkemesi hükmünün bozulmasının mümkün olmadığı tartışmasızdır.
 
İlk bakışta Anayasa Mahkemesi’nin; mutlak hukuka aykırılık sebeplerinin sıralandığı CMK m.289’dan hareketle, davanın esasına yönelik olmayan, ancak yargılamanın usulüne ilişkin açık ve ağır hak ihlallerinin gözardı edilemeyeceği ve bozmaya konu hukuka aykırılık giderilmeden yargılamaya devam edilemeyeceği gerekçesinden hareketle itiraz başvurusunu reddettiği ileri sürülebilir. Esasında yerel mahkemelere mutlak hukuka aykırılık hali karşısında “direnme” hak ve yetkisinin tanınmaması; önceliğin bu hukuka aykırılığın ortadan kaldırılması olduğu, açık ve ağır hak ihlali teşkil eden bu sebeplerin “mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlerin tarafsızlığı” ilkelerinden bahisle aşılmasının mümkün olmadığı gerekçesi ile haklı görülebilecektir. Kaldı ki; ilk derece mahkemesi kararının, yalnızca hukuka aykırılık sebeplerinin varlığı halinde bozulup hükümsüz kalacağı, dolayısıyla bölge adliye mahkemelerinin bunun dışında kalan sebeplerle bozma kararı veremeyeceği, bu sebeple hukuka aykırılığı tespit edilen yerel mahkeme hükmünün bozulmasının “öncelik” teşkil ettiği hususlarında Anayasa Mahkemesi’nin ortaya koyduğu tespite ve gerekçeye katılmaktayız.
 
Esasında faaliyete yeni geçen bölge adliye mahkemelerinde; dosya yoğunluğunun oluşmaması, yani dosyaların birikmesinin önüne geçilmesi, bir anlamda iş yükünün olağan seyirde tutulması, “içtihat mahkemesi” olan Yargıtay’ın maddi vakıa yargılamasından uzaklaşması, bu yolla dosya sayısının azaltılması gibi, uygulamaya dayalı kaygıların varlığı gözden kaçmamaktadır. Kanun koyucunun da bu hususu atlamadığı, ikinci dereceli maddi vakıa mahkemesi olarak görülen bölge adliye mahkemelerine, aynı zamanda hukukilik denetimi yapma yetkisini de tanıdığı, bu sebeple açık hukuka aykırılık hallerinden birisinin varlığı halinde, yerel mahkeme hükmünün doğrudan bozularak geri gönderilmesine imkan sağladığı görülmektedir. Bu ihtiyacın; “hukuka aykırılık giderilmeden yargılamaya devam edilemeyeceği” fikrinden hareketle, haklı gerekçeye dayandırılması mümkündür.
 
İtiraz başvurusuna konu “direnme yasağı” aleyhine ileri sürülen tespit ve gerekçeler incelenecek olursa; uygulamada çok sık rastlandığı üzere, m.289/1-g’nin oldukça geniş bir yelpazede değerlendirildiği, çok sayıda ilk derece mahkemesi hükmünün, esasında yeterli ve ilgili gerekçeyi taşımasına rağmen, “gerekçesiz” olduğu ileri sürülerek bozulduğu, halbuki istinaf muhakemesinden amaçlananın, bozma sebebi (yani mutlak hukuka aykırılık hali) bulunmayan, ancak başka hata ve aksaklıkların tespit edildiği yerel mahkeme hükümlerini ortadan kaldırarak, yeniden görülecek duruşmada bu eksikliklerin telafi edilmesi olduğu, ancak yerel mahkemelerin ortaya koyduğu gerekçenin “yerinde veya isabetli” olmadığı kanaatinden hareketle bozma kararı verilmesinin, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlerin tarafsızlığı ilkelerini zedelediği, bu durumun BAM kararlarına karşı direnme hak ve yetkisi tanınmayan yerel mahkemelerce adil ve isabetli bir karara ulaşma olasılığını azalttığı görülecektir.
 
İlk derece mahkemesi hakiminin vicdani kanaati doğrultusunda verdiği kararın Anayasa m.141, CMK m.34 ve m.230 uyarınca “gerekçeli” olmasına rağmen, CMK m.289/1’in (g) bendi uyarınca bozulması, dava dosyası kendisine geri gönderilen yerel mahkeme hakimi bakımından “vicdani kanaatine aykırı şekilde hüküm kurma zorunluluğu” doğurmakta olup, bu husus ilk derece mahkemesinin yargılama görevini ve yetkisini ortadan kaldırma riski taşımaktadır. Bu hususta örnek vermek gerekirse; İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 15. Ceza Dairesi’nin 2017/2320 E., 2017/1865 K. ve 22.06.2017 tarihli kararına göre; “…Dosya içerisinde bulunan çek fotokopisinin incelenmesinde şikayetçi şirketin çeki bankaya ibraz eden hamil olmadığı, ilk ciranta olduğu, çeki bankaya ibraz edenin son ciranta olduğu, çekin karşılıksız çıkması üzerine ciro silsilesi içerisinde çekin şikayetçi şirkete geri döndüğü ve bu şekilde hamil konumuna geldiği anlaşılmıştır. Bu durumda şikayetçi şirketin fiili öğrenme tarihi, çekin karşılıksız işlemine tabi tutularak kendisine geri döndüğü tarihtir ve şikayet hakkı bulunmaktadır. Bu husus gözetildiğinde, ilk derece mahkemesince müşteki şirketin yetkili hamil olmadığı kabul edilerek şikayet dilekçesinin reddine karar verilmek suretiyle, CMK m.230’a aykırı olarak yetersiz ve yasal olmayan gerekçe ile karar verilmesi” bozma sebebi sayılmış ve Yerel Mahkeme hükmü CMK m.289/1-g ve 280/1-b maddeleri uyarınca bozulmuştur.
 
Emsal aldığımız işbu BAM kararında görüleceği üzere; CMK m.230’dan hareketle yeterli ve yasal gerekçe içeren Yerel Mahkeme hükmünün, esasında yerinde ve isabetli görülmediği ve müştekinin “yetkili hamil” olmadığına yönelik Yerel Mahkeme kabulünün hatalı görüldüğü anlaşılmaktadır. Bu halde; yargı yetkisini yeterli ilgi ve gerekçe oluşturarak kullanan yerel mahkemeler, bozmaya karşı direnme yasağı bulunduğundan, maddi hakikate ilişkin duyduğu vicdani kanaatinde hiçbir değişiklik olmamasına rağmen, ilk hükmünü değiştirmek zorunda kalmaktadır. Direnme yasağının öngörüldüğü bozma kararları neticesinde, yerel mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlerin tarafsızlığı ilkelerine “de facto”, yani fiili olarak müdahale edilmektedir. Halbuki mutlak hukuka aykırılık hallerinin öncelikle incelenmesi hususunun, istinaf başvurusunun amacından sapmasına neden olmaması gerekmektedir.
 
Bununla birlikte; bölge adliye mahkemelerince verilen bozma kararlarına karşı başvurulacak herhangi bir kanun yolunun bulunmaması sebebiyle, bozma kararlarının yargısal denetime kapalı olduğu, bozma kararlarının yargı denetimine kapalı olması sebebiyle de, ilk derece mahkemesi ile bölge adliye mahkemesi arasında çıkabilecek hukuki ihtilafın herhangi bir merci tarafından çözümüne imkan tanınmadığı görülmektedir.
 
Bu tespitimiz; elbette İHAS m.6, Anayasa m.141, CMK m.34 ve m.230 uyarınca benimsenen gerekçeli karar hakkının gözardı edildiği, bu hakka yönelen açık ve ağır hak ihlallerinin bertaraf edileceği anlamına gelmeyecektir. Kaldı ki; aralarında bağlantı kurulmaksızın, sırf delillerin arka arkaya sıralanması ile oluşturulan metnin dahi “yeterli” ve “geçerli” bir gerekçe niteliğini taşımadığı kabul edilmektedir[10]. Mahkeme kararlarının sanıkları, mağdurları, cumhuriyet savcısını ve herkesi inandıracak ve bölge adliye mahkemeleri ile Yargıtay denetimine imkan verecek biçimde olması gerekir. Bölge adliye mahkemesi ile Yargıtay’ın gerekçelerde tutarlılık denetimini yapabilmesi için; kararın dayandığı tüm verilerin, bu veriler konusunda mahkemenin ulaştığı sonuçların, iddia, savunma ile mağdur ve tanık anlatımlarına ilişkin değerlendirmelerin, hangi anlatımın ne gerekçeyle diğerine üstün tutulduğunun açık olarak hükmün gerekçesine yansıtılması ve mahkemece ulaşılan vicdani kanı sonucunda sanığın hangi fiillerinin suç sayıldığı açıklandıktan sonra kabul edilen bu fiillerin hukuki nitelendirmesinin yapılması, cezada artırım ve indirim gerektiren nedenlerin kanuni bağlamda tartışılması gerekirken, açıklanan bu hususlara uyulmayarak gerekçesiz karar verilmesi[11] bozma sebebi sayılmaktadır.
 
İlk derece mahkemesi kararının “gerekçeli” olması hususunda Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nca verilen 10.10.2006 tarihli, 2006/3-206 E. ve 2006/205 K. sayılı kararda belirtildiği üzere; “…Kararların gerekçeli olması zorunluluğu 1412 sayılı Yasanın 308. maddesi dışında; Anayasanın 141. maddesinin 3. fıkrasında, yürürlükten kalkan 1412 sayılı Yasanın 30. maddesinde ve 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı Yasanın 32. maddesinde yer almaktadır. Yerleşik içtihatlara göre; Yargıtay kararlarının da gerekçeli olması zorunludur. Kararda gerekçenin bulunmasının ne anlama geldiği, birçok yargısal kararda açıklanmıştır. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 02.05.2000/11-89-91 gün ve sayılı kararına göre; gerekçe, hükmün dayanaklarının akla, hukuka ve dosya içeriğine uygun açıklamasıdır. Gerekçenin dosyadaki bilgi ve belgelerin yerinde değerlendirildiğini gösterir biçimde geçerli, yeterli ve yasal olması aranmalıdır. Yasal, yeterli ve geçerli bir gerekçeye dayanılmadan karar verilmesi, yasa koyucunun amacına uygun düşmeyeceği gibi, uygulamada da keyfiliğe yol açar. Keyfiliği önlemek, tarafları tatmin etmek, denetim yapılmasına olanak sağlamak için, hükmün gerekçeli olması gerekir. Yine Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 17.03.1998/6-18-91 gün ve sayılı kararına göre; hükümde, iki seçenek birbirleriyle çatıştıklarında yekdiğerini çürütecek, bu suretle hüküm gerekçesiz kalmış olacaktır.
 
Bununla birlikte; ‘karar’ kelimesinin sözlük anlamı (Türk Dil Kurumu Sözlüğü); bir iş veya sorun hakkında düşünülerek verilen kesin yargıdır. Aynı sözlükte, hukukta karar; herhangi bir durum için tartışılarak verilen kesin yargı, hüküm, olarak ifade edilmiştir. Yine, karar kelimesinin ifade ettiği farklı bir anlam olarak; kesin yargıyı bildiren belge belirtildikten sonra, karar; değişmeyen, düzenli durum, düzenlilik, yöntemlilik ve değişmez olma olarak da tarif edilmiştir. Bu tanımlardan yola çıkıldığında, yargısal karar; bir yargılama işlemi sonunda belli bir yönteme bağlı olarak verilmiş, kesin yargıyı ifade eden belge olarak tanımlanabilir. Bu durumda kararın en önemli özelliği olarak, ‘kesinlik’ karşımıza çıkmaktadır. Kesinlik kelimesinin sözlük anlamı; bir bilginin, bir kanaatin şüpheye düşmeden onaylanması durumudur. Şu halde; bir yargının karar olabilmesi için kesinlik ifade etmesi gerekir, bu itibarla karar çelişki içermemeli, hiçbir kuşkuya yer kalmayacak şekilde anlaşılabilir olmalıdır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 25.01.2006/9-23-3; 22.03.2006/4-87-84 gün ve sayılı kararlarında da vurgulandığı gibi; bu biçim, yargıda açıklık ve netlik ilkesinin bir gereğidir. Aksi halde, kararın infazında ortaya çıkacak tereddüt; ihtilaf ve karışıklığa neden olur.
 
Somut olayda; sanık H... T… hakkındaki mahkumiyet hükümleri ile sanık B... B... A… hakkındaki mahkumiyet hükmü (1) nolu bentte onanıp, (2) nolu bentte bozulmuş böylece; aynı metin içerisinde birbiriyle çatışan iki seçeneğe yer verilmiştir. İki seçenek çatıştığında birbirlerini çürüteceklerinden; gerekçesizliğe yol açacak olan bu durumda, yargılama işlemi sonunda ortaya çıkan kesin bir yargıdan da bahsedilemeyecektir. Bu itibarla; gerekçe içermeyen ve bünyesindeki çelişki nedeniyle kesinlik ifade etmeyen Özel Daire kararı bu yönleriyle hukuka aykırıdır.” tespitinde bulunulmuştur.
 
İşbu içtihadı benimseyen İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 6. Ceza Dairesi’nin 29.09.2017 tarihli, 2017/1984 E. ve 2017/2220 K. sayılı emsal kararında da; “…Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun ilamları ışığında ilk derece mahkemesinin hükmünde yapılan incelemede; CMK’nın 34 ve 230. maddelerinin mahkeme kararlarının gerekçeli olmasını, tesis olunan mahkumiyet hükümlerinde mahkumiyete esas delillerin gerekçeli kararda ayrı ayrı gösterilmesini, işbu delillerin sabit kabul olunan oluş ile ilişkilendirilmesini ve delillerin sübuta verdiği katkının gerekçeli kararda irtibat kurularak tartışılmasını emretmekte olduğu, bu emrin sadece suçun sübutuna ilişkin olmayıp, kararda uygulanan her bir CMK müessesesine ilişkin olarak ve keza iddianamede talep olunup da gerekçeli kararda uygulanmayan her bir müesseseye ilişkin olduğu, bu açıdan ilk derece mahkemesinin nitelikli dolandırıcılık ve nitelikli hırsızlık suçlarından kurulup dairemizden istinafen incelenmesi talep olunan mahkumiyet hükümlerinde ayrı ayrı yapılan değerlendirmelerde;
 
…Mahkumiyet hükmü kurulan ve istinaf olunan hükümlerde CMK’nın 230/2 maddesi emrine uygun olarak ilk derece mahkemesince sadece suçların sübut bulduğuna dair kabulün mahkumiyet yönünde yapıldığının belirtildiği, bu kabule ulaştıran mahkumiyete esas alınan delillerin gerekçeli kararda gösterilmediği, hükme esas alınmayan deliller var ise, bu delillerin nelerden ibaret olduğunun ve bu delillerin reddedilme nedenlerinin neler olduğunun açıklanmadığı, ayrıca hükme esas alınan delillerin sanıkların üzerlerine atılı suçu oluşturan olaylar ile ilişkilendirilmediği, bu haliyle nitelikli dolandırıcılık suçlarından kurulan mahkumiyet hükümlerinin gerekçesiz bırakıldığı, gerekçesizliğin ise kesin hukuka aykırılık sebebi olup bozma müeyyidesine tabi olduğu” belirtilmiştir. Somut olayda BAM, “Hükmün gerekçesinde gösterilmesi gereken hususlar” başlığı altında yer alan 230/1-b’nin eksikliğini “gerekçesizlik” olarak görüp Yerel Mahkeme kararını bozmuştur. CMK m.230/1’in (b) bendine göre; Delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin belirtilmesi; bu kapsamda dosya içerisinde bulunan ve hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin ayrıca ve açıkça gösterilmesi.” gerekçe için şart olup, buna uyulmaması hükmün gerekçesinde eksiklik olarak değerlendirilmiştir. BAM da bu eksikliği, CMK m.289/1-g’de yer alan “Hükmün 230. madde gereğince gerekçeyi içermemesi.” olarak görmüş ve Yerel Mahkeme kararını bu yönü ile bozmuştur.
 
Yukarıda bahsedildiği üzere, CMK m.230’da benimsenen olmazsa olmaz kriterleri açıktır. Ancak CMK m.230’da gösterilen gerekçenin unsurları ve buna göre eksik gerekçenin tayini hususunda yargı kararlarının belirleyici rol oynadığı, bu noktada da kanun koyucu tarafından öngörülenden daha geniş gerekçe eksiklikleri kabulü ile bozma kararlarının verildiği, yerel mahkemelerin CMK m.230’a uygun kararlarından yer alan gerekçelerin isabetli bulunmaması veya değerlendirilmelerin yetersiz görülmesi, kanaatimizce kararın bozulması nedeni sayılmayıp, BAM tarafından duruşma açılarak yargılamanın esasına girilmeli ve yeni karar oluşturulmalıdır.
 
CMK m.289/1- g’de öngörülen “CMK m.230’a göre eksik gerekçe” kavramı üzerinden başka hukuka aykırılıkların kapsama alınması veya CMK m.289 kapsamına giren hukuka kesin aykırılık hallerinden bir veya birkaçının varlığından hareketle, madde kapsamına girmeyen hukuka aykırılık bozma nedeni yapılması kabul edilebilir değildir. Anayasa Mahkemesi’nin uygulamada ortaya çıkan ve Kanunda öngörülen usule aykırı şekilde tatbik edilen bu meselede; bölge adliye mahkemelerinin, Kanunun sınırlı sebeplere yer vermek suretiyle bozma kararları için öngördüğü hukuka kesin aykırılık hallerini genişletmesine müsaade etmeyeceği ve itiraza konu hükmün (CMK m.284’ün) de, esasında bu meseleden hareketle iptal talebine konu edildiği görülmektedir.
 
Yerel mahkemelerin itiraz başvurusuna konu tespit ve kanaati; CMK m.289 ile sınırlı şekilde verilen bozma kararları yönünden değil, işbu hükümde sınırlı sayıda belirtilen hukuka aykırılık halleri dışında, Kanunun lafzına görünürde uyum sağlayan, ancak içerik itibariyle mutlak hukuka aykırılık hallerinden sayılmayan sair (başka) sebeplerle verilen bozma kararlarına ilişkindir. Elbette uygulamada yaşanan bu sorun tartışılabilir görülse de; Anayasa Mahkemesi’nin “yerindelik denetimi” yapamayacağı, dolayısıyla bu ihtilafın anayasallık denetiminde gözetilemeyeceği veya anayasal denetimin dışında kaldığı ileri sürülebilecektir. Kanaatimiz; bölge adliye mahkemelerinin, yerel mahkemelerin yanlış veya hatalı gerekçelerini, “eksik gerekçe” sayması ve bu yanlışlıkları veya eksiklikleri CMK m.289/1’in (g) bendine dahil edip bozma kararı vermesi, itiraza konu hükmü (CMK m.284’ü) Anayasa ile güvence altına alınan mahkemenin tarafsızlığı ve hakimlerin bağımsızlığı ilkelerine aykırı hale getirdiği yönündedir.
 
Özetle; bölge adliye mahkemelerinin bozma kararlarına karşı direnemeyen ve direnme yasağı ile karşılaşarak bozma kararının gereğini yerine getirmek zorunda bırakılan yerel mahkemelerin tarafsızlığına ve hakimlerin bağımsızlığına müdahale edildiği, uygulamada hukuka kesin aykırılık hallerinden özellikle gerekçe yokluğunun, direnme yasağından dolayı kanun koyucunun maksadını ve ilgili Kanun hükmünün lafzını aşacak şekilde tatbik edildiği, bu yanlışlığın keyfi uygulamaya ve teamüle dönüşme riski taşıdığı görülmektedir. Bu nedenle, ya direnme yasağı kaldırılmalı veya bilhassa gerekçe yokluğu yönünden yasal düzenleme netleştirilmeli, yani gerekçe yokluğunun şartları veya tanımı belirlenmelidir. Ancak bu ikinci görüş, gerekçede nelerin yer alması gerektiği CMK m.230’da sayıldığından ve kararın “gerekçeli” olması hususunda ne anlaşılacağı ancak içtihatla belirlenebileceğinden bahisle eleştiriye açıktır. Netice itibariyle yerel mahkemelerin, bölge adliye mahkemelerinin geniş bozma sebebi kararlarına karşı çaresiz bırakılarak, hukuka uygunluğuna inandıkları kararlarda direnememeleri gündeme gelmektedir ki; bu sorunun çözümü için direnme yolunun açılması, bu şekilde öngörülecek yasal düzenleme ile BAM ve ilk derece mahkemeleri arasında çıkacak uyuşmazlıkların çözüme kavuşturulması mümkün olabilir ise de, kanun koyucunun iş yoğunluğunun önüne geçmeyi hedeflediği, hiyerarşik ilişkide BAM’a üst yargı görevinin verildiği, direnme yasağı ile bunun gözetildiği, uygulamada da bilhassa “gerekçe yokluğu/eksikliği” olarak adlandırılan, fakat BAM tarafından geniş uygulanan hukuka kesin aykırılık halinin yanlış tatbik edildiği görülmektedir. CMK m.230’da öngörülen gerekçeyi geniş şekilde ele alıp her hususun gerekçelendirilmesi, en önemlisi de sanık lehine veya aleyhine tatbik edilmesi gereken bir kanun hükmünün ve müessesenin hangi somut hukuki ve fiili gerekçe ile uygulanmadığının ortaya koyulmasında ayrıntılı ve doyurucu gerekçenin arandığı, esas olarak da bu hususta BAM’ın sübjektif kanaat ve değerlendirmede bulunduğu durumda, kaçınılmaz olarak davanın esasına müessir olup olmadığına bakılmaksızın bozma kararlarında artış, duruşma açılarak davanın esastan görülmesinde ise, çift dereceli yargılama bakımından beklentileri karşılamayan bir süreç yaşanabilecektir. İstinaf kanun yolu incelemelerinin birden bire değilse de, zamanla bir dengeye, yeknesaklığa ve ortak uygulamaya oturacağı da savunulabilir.
 
Yeri gelmişken; istinaf kanun yolunun ve bölge adliye mahkemelerinin kuruluşunun, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin eki olan 7. Protokol’ün 2. maddesi uyarınca kabul edildiği, bu şekilde çift dereceli yargılamaya geçildiği ileri sürülse de, özellikle dosya üzerinden yapılıp esastan reddedilen BAM incelemelerinde, duruşma açılmadığı için, çift dereceli maddi vakıa incelemesi içeren yargılamanın “fiilen” sağlanamadığı, bu nedenle BAM’da yapılacak incelemelerin duruşma veya en azından ön duruşma açılarak yapılması gerektiği ileri sürülmektedir. Bu tercihin, BAM’ın iş yükünü çok artıracağı ve bir süre sonra iş yükünü kaldırılamaz hale getireceği bir gerçektir. Sırf duruşma açılmaması, fakat dosya üzerinden esastan inceleme yapılması çift dereceli yargılamanın fonksiyonuna ve amacına uygun görülmese de, istinaf kanun yolunun işlerlik kazanabilmesi ve getirilme amacına uygun şekilde verimli çalışabilmesi için, BAM’a dosya üzerinden esastan inceleme yapma yetkisinin tanınmasında bir sakınca görülmemiştir.

Prof. Dr. Ersan Şen
Av. Nilüfer Yenice
 
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

---------------------------------------
[1] Anayasa Mahkemesi’nin 26.07.2017 tarihli, 2017/48 E. ve 2017/129 K. sayılı kararının 40. paragrafı.
[2] Bir davaya bakmakta olan mahkemenin bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görmesi halinde veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması durumunda iptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarının açıklanması gerektiği belirtilmiş; anılan maddenin (4) numaralı fıkrasında ise açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvurularının Anayasa Mahkemesi tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedileceği hükme bağlanmıştır.
[3] İtiraz yoluna başvuran mahkemenin gerekçeli kararında, Anayasaya aykırılıkları ileri sürülen hükümlerin her birinin Anayasanın hangi maddelerine hangi nedenlerle aykırı olduğunun ayrı ayrı ve gerekçeleriyle birlikte açıkça gösterilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 49. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde de, Anayasa Mahkemesince yapılan ilk incelemede, başvuruda eksikliklerin bulunduğu tespit edilir ise, itiraz yoluna ilişkin işlerde esas incelemeye geçilmeksizin başvurunun reddine karar verileceği belirtilmiştir.
[4] Anayasa Mahkemesi’nin 26.07.2017 tarihli, 2017/48 E. ve 2017/129 K. sayılı kararının 49. paragrafı.
[5] Anayasa Mahkemesi’nin 26.07.2017 tarihli, 2017/48 E. ve 2017/129 K. sayılı kararının 47. paragrafı.
[6] Anayasa Mahkemesi’nin 26.07.2017 tarihli, 2017/48 E. ve 2017/129 K. sayılı kararının 50. paragrafı.
[7] Anayasa Mahkemesi’nin 26.07.2017 tarihli, 2017/48 E. ve 2017/129 K. sayılı kararının 51. paragrafı.
[8] Anayasa Mahkemesi’nin 26.07.2017 tarihli, 2017/48 E. ve 2017/129 K. sayılı kararının 52. paragrafı.
[9] Anayasa Mahkemesi’nin 26.07.2017 tarihli, 2017/48 E. ve 2017/129 K. sayılı kararının 54. paragrafı.
[10] Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 24.04.2009 tarihli ve 1-260/107 sayılı kararında; “…somut olayda, Yerel Mahkemenin kararının gerekçesinin 12 sahife olduğu, bunun ilk iki sahifesinde iddianamelere, sonraki üç sahifesinde savunmalara yer verildiği, daha sonra deliller ve beyanlar diye bir bölümün başladığı, burada da iki sahife boyunca doğum sabıka kayıtlarından, ekspertiz raporlarından, mağdur raporlarından, olay yeri incelemelerinden ve otopsi tutanaklarından söz edildiği, daha sonra gelen sahifenin yarısında sanık A’nın yaşı ile ilgili açıklamaların yer aldığı, bundan sonra ise iki buçuk sahifeden ibaret olan değerlendirme ve kabul başlığı altındaki bölümde, hangi sanık hakkında hangi karar verildiğinin açıklandığı, buna karşılık 5271 sayılı Yasanın 230. maddesinin 1/c bendine uygun olarak ulaşılan kanaat ve sanıkların suç oluşturduğu kabul edilen fiillerine açıkça yer verilmediği, delillerin birbiri ardına dizilmesi dışında, deliller ile varılan sonuç arasındaki dosya kapsamına uygun, mantıksal ve hukuksal bağın kurulmadığı görülmektedir. Bu nedenle T.C. Anayasası, 1412 sayılı CYUY, 5271 sayılı CYY ve Ceza Genel Kurulu kararları ile ortaya koyulmuş bulunan ilkeler uyarınca, aralarında bağlantı kurulmaksızın, sırf delillerin arka arkaya sıralanması ile oluşturulmuş olan metnin ‘yeterli ve geçerli bir gerekçe’ niteliğini taşıdığı söylenemeyeceğinden, yasal bir gerekçe içermeyen hükmün bozulmasına karar verilmelidir”.
[11] Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 15. Ceza Dairesi’nin 09.01.2017 tarihli ve 2017/14-22 sayılı kararı için bakınız; Mustafa Artuç, Mehmet Tevfik Elmas, Ceza Muhakemesinde Duruşma Yöntemi ve İstinaf, Adalet Yayınevi, 2. Baskı, Ankara, 2017, s.494, dipnot: 453.