Geçtiğimiz hafta yaşadığımız korkunç katliam üzerine ne yazacağımı bilemediğimi belirterek yazıya başlamak isterim. Hiçbir şey olmamış gibi, herhangi bir konu üzerine soğuk hukuki kelamlar etmek vicdanı son derece rahatsız eden bir durum olacaktı. Fakat yaşadığımız bu dayanılması zor şey, vicdanı olan herkesin vicdanını zaten fazlasıyla rahatsız etti. Hepimiz ayrı ayrı kendini suçladığına eminim. “İyi olmayalım” dedik bu sebepten. Hala da iyi değiliz ve olmayacağız.

Başımıza gelen kötü olaylar pek tabi insanı üzer. Bu noktada tek şey teselli edebilir insanı bana sorarsanız; “Bu kötü şey başıma gelmeden evvel elimden geleni yapmış mıydım?” sorusuna verilen olumlu yanıt.

Eğer bu soruya olumlu yanıt verebiliyorsak, duruma göre her ne kadar acı dayanılmaz ise de, vicdanen bir nebze de olsa teselli halindeyizdir. Ben elimden geleni yaptım, her şeyin yolunda gitmesi, kimsenin zarar görmemesi için düşünebildiğim her türlü çabayı gösterdim, fakat olmadı, olamadı, diyebilmek.

Bu dehşet katliamda ise, bu soruya olumlu yanıt veremediğimiz için hepimizin –pardon vicdanı olanların- kalbi, tıpkı o gidenlerin bedenleri gibi, paramparça. Ne kadar toplasak da kafi değil şu vakitten sonra, zira gidenler gitti. Kuvvetle muhtemel, bu soruya olumlu yanıt verene kadar da gitmeye devam edeceğiz.

“Elimizden geleni yapamadık” diyebilmek her ne kadar meziyet değilse de, en azından bir nebze cesarettir. Başını öne eğebilmek bir utanç belirtisi olmakla beraber, yalandan da olsa acısı olana saygı göstermektir. Hele ki bir de devletsen eğer, o başı yerden kaldırmak gibi bir lüksün yoktur çünkü sen devlet olarak sadece ve sadece vatandaşa hizmet etmek, o ülkeyi daha güzel bir ülke yapmak için varsındır. Devlet olarak tek başına, bağımsız bir insani karakterin varmış gibi, asıl amacını pas geçerek kendi kendine gururlanıp bir ego canavarı (bkz. Leviathan) yaratırsan eğer- Eğer.. İşte o zaman..

İşte o zaman, bu zaman. Neler olduğunu görmekteyiz, görmeye de devam edeceğiz.

Konuyu spesifikleştirelim ve hukuki açıklamalarla devam edelim.

Başbakan Davutoğlu, bu lanet katliamdan sonra canlı bombalara yönelik olarak şöyle dedi: “Eyleme dönük veri yoksa tutuklayamazsınız”.

Pardon? Gerçekten mi?

12 Aralık 2014’te, 6572 Sayılı Hakimler Ve Savcılar Kanunu İle Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile “makul şüphe” düzenlemesi Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Söz konusu Kanun’un ilgili düzenlemesi şöyle idi:

MADDE 40- 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 116 ncı maddesinde yer alan “somut delillere dayalı kuvvetli” ibaresi “makul” şeklinde değiştirilmiştir.

Bahsi geçen 5271 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 116. Maddesi ise “Şüpheli veya Sanıkla İlgili Arama”yı düzenler ve şöyle der:

Madde 116 – (1) Yakalanabileceği veya suç delillerinin elde edilebileceği hususunda makul şüphe varsa; şüphelinin veya sanığın üstü, eşyası, konutu, işyeri veya ona ait diğer yerler aranabilir.

Çok önemli bir maddedir, ülkede kopan çok sayıda fırtınanın da başlıca sebebidir.

Kısaca, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yapılan bu minik(!) değişiklik ile artık kişilerin üstünü başını, evini, işyerini aramak çok daha kolay hale gelmiştir. Hukuka uygun şekilde bir aramanın yapılabilmesi için eskiden somut delillere dayalı kuvvetli şüphenin varlığı gerekmekte iken, değişiklikten sonra makul şüphenin varlığı yeterli kabul edilmiştir.

Peki nedir “makul şüphe”?

Adli Ve Önleme Aramaları Yönetmeliği’nin 6. Maddesinde bu kavram tanımlanır:

Madde 6 - Makul şüphe, hayatın akışına göre somut olaylar karşısında genellikle duyulan şüphedir.
Görüldüğü üzere makul şüphe son derece ucu açık, fazlaca esnek, ne tarafa çeksen o yöne gidecek bir kavramdır. Devlet, bu makul şüphe kavramını kullanarak hemen herkesin peşine düşebilir, düştükten sonra da rahatlıkla tutuklayabilir. Bununla birlikte canlı bomba demek, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun “Tutuklama”yı düzenleyen 100. Maddesinde sayılı katalog suçlardan biri demek olup, tutuklama için ayrıca bir tutuklama nedenine ihtiyaç olmadığı anlamına gelir.

Genel olarak bu hükümler doğrultusunda baktığımızda, bırakın canlı bombaları, uslu uslu işten evine dönen insanı bile rahatlıkla tutuklarsınız. Tutukladılar da. Çok kısa bir araştırmayla yahut hafızanızı biraz yokladığınızda, bahsi geçen düzenlemeden önce ve daha ziyade sonra, makul şüpheye dayanarak nice insanın tutuklandığını görürsünüz.

Kaldı ki;

Davutoğlu’nun bu iddiada bulunduğu gün, içerisinde pek değerli akademisyen bir arkadaşımın makalesinin de yer aldığı ve bir başka yazıda daha ayrıntılı şekilde bahsetmek istediğim “Hukuku Sinemada Görmek” adlı bir kitap okumaktaydım ve Sedat Erçin’in kaleme aldığı makaleden bir pasaj tam da konunun üzerine geldi, aktarıyorum:

“Hükümet ya da devlet, güvenliği sağlayabilmek için bazı özgürlükleri ihlal edebilir. Hobbes’un ve Locke’un doğa durumunda tamamen özgür olan ancak güvende olmayan bireylerin sosyal sözleşme ile güvenlik için özgürlüklerinin bir bölümünden vazgeçmesine dayanan düşünceleri bunun temellerini oluşturmaktadır. Locke, her ne kadar Hobbes’a göre daha çok sarkacın özgürlük yanında gösterilse de o da, devletin ortak yarar için zorunluluk anlarında gereken her şeyi yapmak konusunda imtiyaz sahibi olduğunu söylemektedir(Mark Neocleous, ‘Security, Liberty and the Myth of Balance: Towards a Critic of Security Politics’, Contemporary Political Theory, 2007, 6, Palgrave Macmillan Journals, sf.136). Güvenlik söz konusu olduğunda, onu tesis etmek için gereken her şey özgürlüklere veya yasalara karşı olsa da yapılabilecektir.”

Bu minvalde baktığımızda da, geçmiş pratikte “güvenlik” adı altında defalarca yasaları ezmiş olan bir devletin, böylesi bir katliamdan sonra canlı bombalar için “Eyleme dönük veri yoksa tutuklayamazsınız” demesi, kimse için inandırıcı bir savunma olmamakla birlikte,  kibarca ifade etmek gerekirse, her birimizin kendini bir miktar aptal gibi hissetmesine de neden olacaktır, olmuştur.

Bununla birlikte, “eyleme dönük veri” ne olduğu da başlı başına bir muammadır. Canlı bomba söz konusu olduğunda, eyleme dönük veri kadar kolay bulunan bir şey olmasa gerektir. Zira, bugüne kadar bir poşu, bir slogan, bir mitinge katılmak, hatta katılmamak suretiyle oradan geçmek, polise çiçek uzatmak, hatta ve hatta Taksim Meydanı’nda öylece durmak(bkz. Duran Adam) gibi veriler eyleme dönük olarak kabul edildiğine göre, Işid’e kadro devşirenlerin alenen konuşlandığı şehrin belirli mahallelerinde eyleme yönelik bir hayli veri bulunur diye düşünüyorum. Hele ki 7 Haziran evvelinde ve sonrasında meydana gelen patlamalarla birlikte, faillerinin Işid mensubu olduğu da devlet makamında ilan edilmişken, yoldan geçen takkelilerin tamamı tutuklansa kimse sesini çıkaramaz kanaatindeyim.

Eğer eyleme dönük veri olduğunu söyleyebilmek için, bir kimse üzerinde dinamit bulmayı bekliyor isek, bunun bizi bir sonuca ulaştırmayacağı hususunda sizi temin edebilirim, zira muhtemelen 2 saniye sonra hep beraber havaya uçacağızdır. Hoş, bunu bulmak için dahi bir güvenlik tedbiri almak zaruridir. Bana sorarsanız, bir tek polisin dahi olmadığı iddia edilen bir miting alanında kişi, üzerindeki dinamitleri örtme zahmetine girmese de olur.

Son olarak şunu söylemek isterim, eğer bir ülkenin bir gazetesinin arka sayfasının tamamı “Canlı Bombayı Tanıma Ve Korunma Rehberi” başlıklı bir habere ayrılıyor ise, yani ülke devletten ümidi kesmişse ve iş başa düşmüşse, o ülkede bütün mekanizma çökmüş, ülkenin kendisi zıvanadan çıkmış, üzerinde yaşayanların da psikolojisi fena bozulmuş demektir.

Herkese geçmiş olsun.


(Bu köşe yazısı, sayın Av. Tuba TORUN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)