EYVALLAH!
Dün sabah erkenden Ankara’ya ‘eyvallah’ dedim, Ankara’yı bir günlüğüne Ankara’lılara bıraktım, kırlara ve dağlara gittim. Yola çıktığımda bana arkadaşlık eden tek bir şey vardı: Thomas Albinoni’nin o muhteşem parçası ‘Adagio in Minor.’ Dinledim, sonra bir daha, sonra bir daha dinledim. Çok sevdiğim, her dinlediğimde duygulandığım bu parça, her nedense beni bu defa her zamankinden daha çok duygulandırdı.
Ayaş’a kadar gittim. Ayaş’ı geçtikten sonra Güdül istikametine döndüm. Gitmeyi hedeflediğim Güdül’e bağlı şirin bir kasaba olduğunu daha önce duyduğum Yeşilöz’e kadar gittim. Uzun zamandır yapamadığım bu günü birlik gezileri doğrusu çok özlemişim. Yeşilöz’e gelinceye kadar birkaç kez mola verdim. Bir çeşmenin başında durdum, su içtim, elimi yüzümü yıkadım. Kır çiçeklerini okşadım gözlerimle. O kadar güzeldiler ki koparmaya kıyamadım. Bir ağacın gölgesinde oturdum biraz.
Yüzümü okşayarak esen hafif bir rüzgar vardı. Gökyüzü yer yer bulutluydu. Güneş saklambaç oynar gibi zaman zaman bulutların arasına giriyor, sonra yeniden ortaya çıkıyordu. Mevsim sonbahardı, güneş sonbahardı, toprak sonbahardı, renkler sonbahardı, koku sonbahardı, havada uçan kuşlar sonbahardı, her yer, her şey sonbahardı. Doğa tam da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘hatıra rengi’ dediği sonbahar yaprakları gibiydi.
Hüzünlendim birdenbire. Canımı sıkan bir şey aklıma geldiği, bir şeyleri anımsadığım için falan değil, mevsimin sonbahar, renklerin çok fazla sarı olmasından dolayı hüzünlendim. Renklerden sarı, mevsimlerden sonbahar her zaman hüzünlendirir beni zira. ‘Hatıra rengi’ olduğu kadar, belki de ‘hatıra rengi’ olduğu için, sonbahar, aynı zamanda bir ‘hüzün mevsimi’dir. O an İsmet Özel’in ‘Kimin yüzünü çevirdiysem hüznü de sevinci kadar ıskarta’ dediği aklıma geldi. Bıraktım başkalarının ıskarta yüzlerini ve hüzünlerini kendilerine, kendi hüznümü alıp yanıma yeniden koyuldum yola. Yeşilöz’e geldiğimde öğlen olmuştu.
Sakarya nehrinin büyük bir kolu olan Kirmir Çayı’nın hemen kenarında, Köroğlu Dağları’nın eteklerinde, vadilik bir alanda kurulu olan Yeşilöz Kasabası ve çevresi inanılmaz güzellikte bir yer. Çayın kenarında dolaştım bir süre. Piknik yapan insanların telaşını, oyun oynayan çocukların yaramazlıklarını seyrettim biraz. Çocukluğumdaki gibi taş attım çaya.
Sonra kasabanın içine girdim. Pazar Günü olduğu için çok fazla insan yoktu ortalıkta. Her yerde ve her şeyde, insanı dinlendiren bir sakinlik, bir sessizlik vardı. Kasabanın ortalarında bir yerdeki şirin bir kahvenin önündeki iskemlelerden birisine oturdum. Çay söyledim kendime, bir de sigara yaktım. Yabancı olduğumu anladıkları için yanımdaki masalarda oturanlar meraklı gözlerle beni izliyorlardı.
Dayanamayıp kim olduğumu, nereden geldiğimi, neden geldiğimi sordular. Ankara’dan geldiğimi, kendimi gezdirmek gibi bir hobim olduğunu, gezmek amacıyla geldiğimi, avukatlık yaptığımı söyledim. Sonra güzel bir sohbet başladı aramızda. Siyaset üzerine, güne dair şeyler üzerine, yakında yapılacak seçimler üzerine konuştuk. ‘Buraya ilkbaharda geleceksiniz, o zaman çok daha güzeldir buraları’ dediler.
‘Çevrede görülmeye değer köprüler, yaylalar olduğunu, bu yaylalardaki dağ havasının yazın insanı serinlettiğini, Kirmir Çayı vadisinin turistik bir yer olduğunu, yaz ve ilkbahar mevsimlerinde kasabaya çok fazla turist geldiğini, hazır gelmişken oraları bir dolaşmamı’ söylediler. ‘Fazla zamanım olmadığını, günü birlik geldiğimi, az daha oturup Ankara’ya geri döneceğimi, ama ilkbaharda ve yazın mutlaka yeniden geleceğimi’ söyledim. Bir saat kadar oturduktan sonra gitmek için izin istedim, ısrarla yemek ikram etmek istediler. ‘Teşekkür ettim. Geç kahvaltı yaptığımı, karnımın tok olduğunu’ söyledim.
Dayanamayıp kim olduğumu, nereden geldiğimi, neden geldiğimi sordular. Ankara’dan geldiğimi, kendimi gezdirmek gibi bir hobim olduğunu, gezmek amacıyla geldiğimi, avukatlık yaptığımı söyledim. Sonra güzel bir sohbet başladı aramızda. Siyaset üzerine, güne dair şeyler üzerine, yakında yapılacak seçimler üzerine konuştuk. ‘Buraya ilkbaharda geleceksiniz, o zaman çok daha güzeldir buraları’ dediler.
‘Çevrede görülmeye değer köprüler, yaylalar olduğunu, bu yaylalardaki dağ havasının yazın insanı serinlettiğini, Kirmir Çayı vadisinin turistik bir yer olduğunu, yaz ve ilkbahar mevsimlerinde kasabaya çok fazla turist geldiğini, hazır gelmişken oraları bir dolaşmamı’ söylediler. ‘Fazla zamanım olmadığını, günü birlik geldiğimi, az daha oturup Ankara’ya geri döneceğimi, ama ilkbaharda ve yazın mutlaka yeniden geleceğimi’ söyledim. Bir saat kadar oturduktan sonra gitmek için izin istedim, ısrarla yemek ikram etmek istediler. ‘Teşekkür ettim. Geç kahvaltı yaptığımı, karnımın tok olduğunu’ söyledim.
‘Bir bardak çay daha iç o zaman ’ dediler. İçtim. İçerken ‘Bir bardak çay iç’ felsefesini anlattım onlara. Felsefe şu: “Zen üstadına gidip bin bir tane soru sorsan bile, bilenin konuşmadığını çok iyi bilen o sessiz kalır, hiçbir yanıt vermez, sonra birden bire, ‘Bir bardak çay iç’ der. Bu onun ikramda bulunmaktan daha çok, önemli ve değerli şeyler söylemesi anlamına gelir. O, ‘Hakkında konuşup durduğun bu şeyler saçmalıktan ibaret. Biraz daha dikkatli olman senin için daha iyi olur’ demek ister aslında. ‘Çay’ bu durumun simgesidir.” Sözümü bitirince, ‘aman beyim biz sizin söylediklerinizi hiç de saçma bulmadık’ dediler ve güldük hep beraber.
Sonra ‘Eyvallah’ diyerek vedalaştım hepsiyle tek tek. Ve Ankara’ya dönmek üzere yola koyuldum yeniden. Ankara’ya geldiğimde hava kararmak üzereydi.
Gelelim ‘eyvallah’ sözcüğüne. Osho’dan okuduğum bir hikayeyi paylaşayım önce. Hikaye şu: “Bilge bir adam müritlerine birçok şey üzerine dersler vermekte, verdiği derslere ilişkin bilgisini odasının başköşesinde duran kalın bir kitaba dayandırmakta imiş. O kitabı kimsenin açmasına izin vermeyen bilge kişi ölünce, müritleri merakla kitabı açmışlar, açınca da büyük bir şaşkınlığa ve hayal kırıklığına uğramışlar.
Çünkü kitabın sadece ilk sayfasında bir yazı varmış, diğer bütün sayfaları boşmuş. O sayfada da şu yazıyormuş: ‘İçerik ile onu içeren arasındaki farkı anladığında bilgiye ulaşacaksın.’”
Çünkü kitabın sadece ilk sayfasında bir yazı varmış, diğer bütün sayfaları boşmuş. O sayfada da şu yazıyormuş: ‘İçerik ile onu içeren arasındaki farkı anladığında bilgiye ulaşacaksın.’”
Yani bizim özdeyişimiz ile ‘zarf ile mazruf‘ arasındaki farkı anladığında pek çok şeyi öğrenmiş olacaksın.
‘Eyvallah’ sözcüğü sadece bir zarftır. Anlamı, derinliği içinde gizlidir. Zarf olarak baktığında bir veda sözcüğüdür. ‘Eyvallah’ dersin, ‘güle güle’ yanıtını alırsın ve gidersin. Zarfın söylediği sadece budur. Ama bu sözün mazrufu çok şey içerir. Yerine, zamanına, olayına, insanına göre bazen kabullenmek, bazen boş vermek, bazen yol/son vermek demektir. Bunların hepsi de insanı rahata çıkaran, huzura kavuşturan şeylerdir.
Ankara’ya geri dönerken, yol boyunca nelere ‘eyvallah’ dediğimi, yani neleri kabullendiğimi, nelere boş verdiğimi, nelere yetti gayri deyip yol/son verdiğimi, neleri sineye çektiğimi düşündüm. Bütün bunların bir muhasebesini yaptım kendi içimde. Yanlış ya da doğru yaptığım şeylerden, verdiğim kararlardan dolayı pişmanlık duymamak, bir zaman için bazı şeyleri mesele yapsam da, bunları aşmakta zaman zaman zorlansam da, bazen gelgitler yaşasam da, son tahlilde, son kertede, arkamda bıraktığım şeylere dönüp bakmamak, ‘hadi canım sende’ ya da ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız gitsinler’ demek gibi güzel de bir huyum vardır benim.
‘Nehir teorisi’ diyorum ben buna. Zira nehir hayatı anlatan çok güzel bir metafordur. O akar gider, sen onu sadece seyredersin. Onun için şöyle oldu, böyle oldu, neden oldu, şunu dedi, bunu dedi diye düşünmemek, hayatın ve olayların belli bir an’ına takılmamak, ara sıra ‘ilişki denetimi’ yapmak, yeni ilişkilere merhaba demek, taze başlangıçlar yapabilmek için, kirlenen ilişkilere ‘eyvallah’ demek, tıpkı nehir gibi akıp gitmek gerekir hayatta.
Heraklit’in ‘Panta Rei/Her Şey Akar’, ‘Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz, su/nehir akar gider’ demesi ondandır. Doğru bir hayat felsefesi olan ‘Everything passes/Her şey geçer’ denilmiş olması ondandır.
Heraklit’in ‘Panta Rei/Her Şey Akar’, ‘Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz, su/nehir akar gider’ demesi ondandır. Doğru bir hayat felsefesi olan ‘Everything passes/Her şey geçer’ denilmiş olması ondandır.
‘Tarihte ne olduysa öyle olması gerektiği için, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur‘ diyor Marks. Marks’ın bu maksimi, sadece toplumların hayatları yönünden değil, insanların hayatları yönünden de böyledir, yani doğrudur, yani geçerlidir. Onun için, hem insanlık tarihi, hem de tek tek insanların kişisel tarihleri/hayatları yönünden ‘öyle olmasaydı, şöyle olsaydı’ diye düşünmenin bir yararı yoktur. Olan olmuştur zira. Gerisi ve berisi boştur. Laf-ı güzaftır.
‘Ben İçeri Düştüğümden Beri’ isimli şiirinde Nazım, tam da bunu söyler. Okuyalım: “Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya / Ona sorarsanız: ‘Lafı bile edilemez, mikroskopik bi zaman…’ / Bana sorarsanız: ‘On senesi ömrümün…’ / Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene / Bir haftada yaza yaza tükeniverdi / Ona sorarsanız: ’Bütün bi hayat…’ / Bana sorarsanız: ‘Adam sende bi hafta…’
/ Katillikten yatan Osman; ben içeri düştüğümden beri / Yedibuçuğu doldurup çıktı. / Dolaştı dışarda bi vakit, / Sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı tekrar. / Dün mektubu geldi; evlenmiş, bi çocuğu olacakmış baharda… / Şimdi on yaşına bastı, / Ben içeri düştüğüm sene ana rahmine düşen çocuklar. / Ve o yılın titrek, uzun bacaklı tayları, / Rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldu çoktan.
/ Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur. / Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde, ben içeri düştüğümden beri… / Ve bizim hane halkı, bilmediğim bir sokakta, görmediğim bi evde oturuyor / Pamuk gibiydi bembeyazdı ekmek, ben içeri düştüğüm sene / Sonra vesikaya bindi / Bizim burada, içerde / Birbirini vurdu millet, yumruk kadar simsiyah bi tayin için / Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız / Ben içeri düştüğüm sene, ikincisi başlamamıştı henüz / Daşov kampında fırınlar yakılmamış, atom bombası atılmamıştı Hiroşimaya / Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman / Sonra kapandı resmen o fasıl, şimdi üçünden bahsediyor amerikan doları / Fakat gün ışığı her şeye rağmen, ben içeri düştüğümden beri / Ve karanlığın kenarından, onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular yarı yarıya / Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya / Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine / ‘Onlar ki; toprakta karınca, su da balık, havada kuş kadar çokturlar.
/ Korkak, cesur, cahil ve çocukturlar, / Ve kahreden yaratan ki onlardır, / Şarkılarda yalnız onların maceraları vardır’ / Ve gayrısı / Mesela, benim on sene yatmam / Laf’ı güzaf…”
/ Katillikten yatan Osman; ben içeri düştüğümden beri / Yedibuçuğu doldurup çıktı. / Dolaştı dışarda bi vakit, / Sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı tekrar. / Dün mektubu geldi; evlenmiş, bi çocuğu olacakmış baharda… / Şimdi on yaşına bastı, / Ben içeri düştüğüm sene ana rahmine düşen çocuklar. / Ve o yılın titrek, uzun bacaklı tayları, / Rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldu çoktan.
/ Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur. / Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde, ben içeri düştüğümden beri… / Ve bizim hane halkı, bilmediğim bir sokakta, görmediğim bi evde oturuyor / Pamuk gibiydi bembeyazdı ekmek, ben içeri düştüğüm sene / Sonra vesikaya bindi / Bizim burada, içerde / Birbirini vurdu millet, yumruk kadar simsiyah bi tayin için / Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız / Ben içeri düştüğüm sene, ikincisi başlamamıştı henüz / Daşov kampında fırınlar yakılmamış, atom bombası atılmamıştı Hiroşimaya / Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman / Sonra kapandı resmen o fasıl, şimdi üçünden bahsediyor amerikan doları / Fakat gün ışığı her şeye rağmen, ben içeri düştüğümden beri / Ve karanlığın kenarından, onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular yarı yarıya / Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya / Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine / ‘Onlar ki; toprakta karınca, su da balık, havada kuş kadar çokturlar.
/ Korkak, cesur, cahil ve çocukturlar, / Ve kahreden yaratan ki onlardır, / Şarkılarda yalnız onların maceraları vardır’ / Ve gayrısı / Mesela, benim on sene yatmam / Laf’ı güzaf…”
Evet, dünyada olup biten onca şey arasında, yaşanan bin bir acı içinde, senin, benim yaşadıklarım, senin meselen, benim meselem, senin sözün, benim sözüm ve gayrısı laf-ı güzaftır. Onun için ‘Rüzgar çölü geçebiliyorsa, nehir de geçebilir’ demek ve yürüyüp gitmek gerekir hayatta. Hayat geçmişe değil, geleceğe bakar zira. Ve de ‘gelecek uzun sürer.’
(Bu köşe yazısı, sayın Av. Vedat Ahsen COŞAR tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
(Bu köşe yazısı, sayın Av. Vedat Ahsen COŞAR tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)