Ceza muhakemesi, insanlık onuru adına yürütülen bir mücadeledir. Her yargılama, bir vicdan, onur, yaşam mücadelesini gerektirir. İnsanlığın var oluşundan bu yana, gerek etnik gerekse de kültürel-sosyal ve daha birçok farklılıklar iç ve dış dünya düzleminde vuku bularak birtakım suçların sübutuna sebep vermiş ve bu da ceza yargılamasının özünde var olarak süjesini oluşturan kavramların açığa çıkmasında büyük bir rol oynamıştır. Ancak bilinmelidir ki, mezkur yargılamalar salt suç faillerini tespit ederek cezalandırma açısından değil, kamu düzeninin yeniden tesisini sağlayarak ıslah etme ve topluma kazandırmanın yanında adil bir yargılama ve neticeten cezalandırma süreci izleme noktasında büyük bir önem ihtiva etmektedir.
Evrensel düzlemde insan haklarının, ceza yargılamasında çok ciddi bir yeri vardır. Demokratik bir hukuk devletinde olması muhik olan en temel ve evrensel değer, bu minvalde kötü muamele yasağına dikkat çekilmesi ve bu kapsamda oluşabilecek her türlü vücut bütünlüğüne müdahalede en ağır ve ciddi yaptırımlar belirleyerek bunların önüne geçilmesidir. İnsana salt insan olması gerekçesi ile değer vererek maddi ve manevi varlığının, vücut bütünlüğünün ve onurunun-şerefinin-şahsi varlığının korunmasına hizmet etmesi gereken ceza yargılamasında, kanaatimizce, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde ve Anayasa’da yer alan haklara yönelik ciddi ve hakkın özünü ortadan kaldıran sınırlandırmalar ve müdahaleler yapılmamalıdır. Keza bu bağlamda en büyük yükümlülük devlete ait olmaktadır ki bunlar pozitif ve negatif olmak üzere iki noktada inceleme konusu olmaktadır. Devlet, mezkur haklara yönelecek herhangi bir ihlalin önüne geçmeli ive bu hakları ihlal edecek müdahalelerde bulunmayarak negatif yükümlülüklerini ifa etmeli ve hakları etkin bir biçimde koruma saiki ile gerekli mekanizmaları kurma yoluna giderek, ihlal halinde bunların etkin bir biçimde soruşturularak cezalandırılmasını sağlamalıdır ve bu bağlamda da pozitif yükümlülüklerini icra etmelidir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kötü muamele yasağını 3. maddesi ile ortaya koymakta ve; “Hiç kimse işkenceye veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutulamaz” demek sureti ile bireyin vücut bütünlüğü ve insanlık onuru korumaktadır. Bu yasak sözleşmesel bağlamda, mutlak bir niteliğe uhdesinde yer vermekte ve hiçbir koşulda istisnai bir düzenlemesi olmayan jus cogens kuralı olarak evrensel hukuk sisteminde yerini korumaktadır.
Hukuk sistemimizde bulunan Türk Ceza Kanunu’nda işkence ve eziyete suç bağlamında, Anayasa’mızın 17/3.maddesinde ise; “kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz” şeklinde mutlak surette yasak usul ve muamelelere yer verilmektedir. İç hukukta kati bir düzenlemenin parçasını oluşturan bu normatif düzenlemeler bizlere, AİHS madde 3’ün, demokratik bir toplumda var olması gereken insanlığın yaşamsal varlığının korunması ve onur ile şeref ve haysiyetinin gelişmesi bağlamında demokratik bir hukuk devletinin varlığının temelini oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Keza işkence ve kötü muamele yasağının mutlak bir niteliği haiz oluşu, onun, devletin bütünlüğüne-güvenliğine, devlet aleyhine yönelen bir suçun failine karşı yahut mağdurun durumu, statüsü, suçun niteliği gereğince herhangi bir istisnaya tabii tutulamayacağını mutlak surette ortaya koymaktadır. Yine vurgulamakta fayda vardır ki; bir kişinin, en ağır suçun şüphelisi, sanığı, faili olması dahi ona karşı uygulanan muamelenin kötü muamele yasağına aykırılık teşkil ettiği gerçeğini ortadan kaldırmaz ve mezkur muameleyi hiçbir surette haklı kılmaz, savaş halinde dahi mezkur yasaktan ödün verilemez. Nitekim Anayasa’nın 15/2. Maddesinde; “Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.” denilmek sureti ile bu hususa katilik kazandırılmakta ve AİHS’in 15. Maddesinde; “savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde her Yüksek Sözleşmeci Taraf, durumun kesinlikle gerektirdiği ölçüde ve uluslararası hukuktan doğan başka yükümlülüklere ters düşmemek koşuluyla, bu Sözleşme’de öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilir. / Yukarıdaki hüküm, meşru savaş fiilleri sonucunda meydana gelen ölüm hali dışında 2. maddeye, 3. ve 4. maddeler (fıkra 1) ile 7. maddeye aykırı tedbirlere cevaz vermez.’’ Kanun koyucu tarafından yapılmış bu düzenlemeler bizlere, savaş hali, olağanüstü hal gibi ivedi durumlarda dahi kötü işkence ve eziyeti uhdesinde barındıran kötü muamele yasağına aykırılık teşkil eden eylemlerde ve müdahalelerde bulunulamayacağını göstermektedir.
AİHM tarafından verilen kararların tamamında görmekteyiz ki; devlet, pozitif bağlamda, bireylerin haklarına yönelmiş kötü muamelelerin önüne geçilerek buna yönelmiş olan fiiller hakkında etkin bir soruşturma ve cezalandırma sistemi belirlenmesi yükümlülüğü ile insanlık dışı, onur kırıcı ve maddi/manevi bütünlüğe yönelmiş olan kötü muamelelerde bulunmama kapsamında negatif yükümlülüğünü ihlal etmesi halinde yüklü bir tazminat ödemeye mahkum edilmektedir. Keza devlet tarafından, bireyin kontrol altına alınmasına yönelmiş olan muhakeme işlemleri sırasında (yakalama, gözaltı ve tutuklama) yahut alındıktan sonra (cezaevinde iken yahut sevk aşamasında) bireye yönelmiş olan işkence, eziyet teşkil eden davranışlar, sözleşmenin üçüncü maddesini ihlal etmektedir. Mezkur sözleşme salt bu kapsam ile sınırlı kalmamakta ve Sözleşme’ye taraf olmayan devlet tarafından yahut Sözleşme’ye taraf devletin sınırları dışında kalan bireylerin korunması noktasında da kavi bir şekilde önem teşkil etmektedir. Bu husus bize müttehaz uluslararası hukukta yer alan normatif düzenlemelerin, bireylerin başka bir ülkeye iadesi, sınır dışı edilmesi halinde işkence ve kötü muamele riskinin varlığı halinde (ölüm koridorunda beklemeye, idama, işkenceye maruz kalma) de uygulanma imkanı bulduğunu, bilhassa da AİHM İç Tüzüğü’nün 39. maddesi uyarınca “geri gönderilmeme”ye dair ihtiyati tedbirin uygulanması noktasında varlığını zaruri derecede sürdürdüğünü göstermektedir. Keza bireyin insanlık onuru ile bağdaşmayan uygulamalar (gözaltı koşulları, geri gönderme halinde maruz kalacağı muamele, cezaevi koşullarının menfi etkileri uhdelerinde var etmeleri) ile yüzleşecek olmaları halinde hiçbir devlet, bireyi, bu risk ile karşı karşıya kalacağı başka bir devlete iadeye zorlanamayacak ve iade halinde kendisi de sorumlu tutulacaktır.
Tüm bu yukarıda izah edilenler bağlamında mebde olarak polisin hak ve yetkilerini belirlemeli ve zor kullanabileceği haller ile bunları ne ölçüde ve kademeli olarak ne şekilde kullanabileceğinin sınırları çizilmelidir. Bu noktada AİHM tarafından verilen ihlal mahiyetindeki kararlara yer vermek kanaatimizce yerinde olacaktır. Keza Ramsahai ve diğerleri vs Hollanda kararında AİHM, polisin güç kullanımının nasıl olması gerektiği ve bunun AİHS madde 2 kapsamında yer verilen yaşam hakkı bağlamında ne şekilde değerlendirilmesi gerektiğini ele almıştır. Mezkur karara konu olan olayda, şahıs, polis tarafından yakalamaya yönelik hareketler kapsamında yapılan ateş etme icra davranışları neticesinde ölmüş ve savcılık nezdinde haklarında KYO kararına hükmedilmiştir. AİHM bu değerlendirmesinde evleviyetle soruşturmanın etkin bir şekilde yürütülüp yürütülmediği, mağdur yakınlarının soruşturmaya aktif bir şekilde katılımlarının sağlanıp sağlanmadığının üzerinde durmuştur. 19,5 yaşında olan Ramsahai, bir polis kurşunu ile, bir cumartesi akşamı yapılmakta olan festivalde bulunmakta iken yapmış olduğu tehdit aracılığı ile hırsızlık neticesinde, polisler tarafından işgale yönelik yapılan aramalar sırasında görülmüş ve polislerden biri tarafından yakalama saiki ile silah ile vurularak öldürülmüştür. Olay akabinde savcılık tarafından takipsizlik kararı verilmiş ve dava, AİHM önüne gelmiştir. AİHM Büyük Daire tarafından yapılan denetim kapsamında ölüm olayı ile neticelenen olaya dair yapılan soruşturmanın etkin yürütülüp yürütülmediği denetime tabii tutulmuş ve neticeten:
Polis B ve B’nin svap örnekleri alınmamış, olayın nasıl oluştuğuna dair herhangi bir araştırma yapılmamış, polislerin alet ve edevatlarına ilişkin herhangi bir inceleme yapılmamış olup ölüm neticesine yol açmış olan merminin nasıl bir hasara yol açtığı üzerinde durulmamıştır. Olayın vuku sırasında herhangi bir şekilde tanıklığına başvurabilecek şahısların olup olmadığına dair bir araştırma yapılmamıştır. Ayrıca sorguya ancak üç gün sonra alınan polisler, birbirlerinden ayrı sorguya çekilmemiş, kendi aralarında yahut diğer polis memurları ile anlaşarak ifade vermelerinin ve olayın iç yüzünü karartmalarının önüne geçilmemiştir. Tüm bunlar soruşturmanın yetersiz bir şekilde yürütüldüğüne kanaat getirilmesine yol atar mahiyettedir. Keza yine polis soruşturmasının yürütülmesi, olay yerine bir buçuk saat sonra ulaşan polis tarafından ancak olaydan on beş buçuk saatin geçmesi ile başlamış olup olay yeri bu süre içerisinde koruma altına alınmamıştır. Bu da AİHM tarafından, soruşturmayı yürüten polisin yeterli özeni göstermediği ve milli polis ile yerel polisin birbirinden bağımsız olmaması hasebi ile isnadiyetin açığa çıkarılamadığı göz önünde bulundurulduğunda bağımsızlığın hükümet tarafından ortaya konmadığı şeklinde değerlendirilmiştir. Neticeten AİHM, ihlal kararı vermiştir.
Bouyid vs Belçika kararında ise; polis memuru olan A.Z’nin, sanık Mohamed Bouyid’e yönelik durdurma muhakeme işlemi akabinde, ceketinden tutarak yakalamak sureti ile ceketi yırttığı ve akabinde sağ eli ile suratına tokat attığı; polis memuru P.P’nin ise sorgu esnasında ifadesini değiştirmek isteyen Mohamed Bouyid’i, ifadeyi imzalamadığı takdirde hücreye atacağını ifade ettiği ve akabinde de kendisini tokatladığı (Dr ... tarafından verilen sağlık raporu); polis memuru B.’nin Bouyid ailesine kötü ve sert davranışları ile hayatlarını çekilmez kıldığı olayları irdelenmiştir. Büyük Daire; başvurucuların, karakolda kendilerine yönelmiş olan ve sözleşmenin 3.maddesini ihlal neticesini doğuran muamelelere maruz kaldıklarını ifade etmeleri ile bunların savunulabilir olduklarından bahisle adli makamlar tarafından etkin bir soruşturmaya başlanmasının zaruri olduğuna kanaat getirmiştir. Daire her ne kadar müştekilerin, ihbarda bulunmalarının akabinde soruşturmanın başlatıldığını ve bu soruşturmanın tetkik hakimi gibi bağımsız bir makam tarafından yürütüldüğünü ve bu surette de bağımsızlığın sağlandığını ileri sürmekte ise de tetkik hakiminin re’sen hiçbir soruşturma tedbiri alınmasını emretmediği ve yüzleştirmenin dahi sağlanmayarak, dosyada mübrez olan sağlık raporlarını imzalayan doktorların ve sanıkların müdahalelerde bulundukları zaman diliminde yanlarında olan diğer memur olan polislerin tanık sıfatı ile dinlemediği, olayın ve Bouyid ailesinin genel davranışlarına dair hazırlanan raporun yine polis iç denetim birimi tarafından hazırlandığı, takipsizlik kararlarında sağlık raporlarına herhangi bir şekilde atıf yapılmadığından bahisele icra edilen fiillerin niteliklerine gereken dikkatin verilmediğinden bahisle; başvurucuların etkili bir soruşturmadan faydalanmadıkları ve bu minvalde de Sözleşme’nin 3. maddesinin usuli yönden ihlal edildiği kanaatine varmıştır.
Abdullah Yaşa ve Diğerleri vs Türkiye kararında AİHM; göz yaşartıcı bomba atılması neticesinde yaralanma şeklinde gerçekleşen olay hakkında, sorumlu polis memurlarına yöneltilmiş olan etkin bir soruşturmanın olup olmadığını irdelenmiştir. Bu kapsamda;
Polis memurlarınca kullanılan maddenin tehlikelilik hali göz önünde bulundurulduğunda ölümcül kuvvet kullanımının olayda mevcut olduğu ve polis memurları tarafından Sözleşme’nin ikinci maddesi bağlamında; güç kullanımlarının keyfiyete ve ölçüsüzlüğe terk edilmiş olmaması gerektiği noktasında insan haklarını muayyen derecede gözeten Mahkeme, bu noktada Makaratzis v.s Yunanistan kararına vurgu yapmıştır. Ulusal mevzuatta polisin güç kullanımı noktasında keyfiyete, ölçüsüzlüğe ve suistimale yer vermeyecek şekilde düzenlemelere yer verilmeli, söz konusu kaza ve yaralamalara karşı etkin ve uygun teminatlar sağlanmalıdır. Keza yine polis tarafından yapılacak operasyonlar bağlamında, polislerin bilgi ve eğitim düzeyleri ile eylemlerinin gereklilikleri araştırılmalıdır. Mezkur başvuru neticesinde savunma yapan polis memurları tarafından, başvuranın terör gösterisine katıldığı, kendilerine taş, sopa, Molotof kokteyli attığı iddia edilmekte, başvuran tarafından ise bu yalanlanmaktadır.
Cumhuriyet Savcısı tarafından verilmiş olan takipsizlik kararında salt başvuranın aktif olarak gösteride bulunduğu yer almakta, başka makul bir açıklama yer almamaktadır. Keza başvurucunun söz konusu gösteride aktif olarak yer aldığına kanaat getirilse dahi bu husus polis memurları tarafından hiçbir kaygı duyulmaksızın göstericilerin üzerine göz yaşartıcı bomba atıldığı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Mahkeme tarafından da atışın direkt ve gergin bir atış olduğu, çan şeklinde yapılan bir atış olmadığına kanaat getirilmiştir. Hükümet herhangi bir bilirkişi incelemesi ile atışın kavisli mi doğrudan mı olup olmadığına dair bir bilgi sunmamış olup; Mahkeme nezdinde de mezkur atışın ciddi ve hatta ölümcül yaralanmalara sebebiyet verebileceğine kanaat getirilmiştir. Polis memurlarının yeterli eğitimi ve uygun talimatı almadıkları noktasında kanaate varan Mahkeme, polisin, bireylerin fiziksel bütünlüklerini korumadıkları ve bu teminatı insanlara sunmadıklarını iddia ederek kuvvet kullanımının orantılı olmadığını tespit etmiştir. Başvurucuda tespit edilen yaralamaların ağırlığı ile başvurucunun davranışları orantılı olmamakta ve uygulanan güç meşruluk arz ederek zorunluluk teşkil etmemektedir. (Zülcihan Şahin ve diğerleri vs Türkiye). Bu bağlamda da Sözleşmenin 3. maddesi ihlal edilmektedir.
Bu kapsamda iç hukuk sistemimizde bilhassa kolluğun orantısız güç kullanımı bahsinde Yargıtay tarafından verilmiş nitelikli kararlara yer vermekte yarar olduğu kanaatindeyim. Keza Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin Esas No: 2016/5680, Karar No: 2017/3721 sayılı kararında; bir kamu görevlisinin amacı ne olur ise olsun, sistematik bir şekilde insan onurunu zedeleyen ve bedensel/ruhsal yönden acı çektirip aşağılayan ve bireyin algılama-irade yeteceğini ortadan kaldıran davranışlarının, yani kötü muamelenin, yaralamanın, aşağılamanın sistematikleşmesi halinde işkenceden söz edilebileceği kaleme alınmıştır. Keza zor kullanma yetkisi, hiçbir kamu görevlisine işkence hakkı vermemekte ve insanlığın onuru her insan tarafından elzem derecede korunmalıdır.
Anayasa Mahkemesi’nin Özlem Kır Başvurusu’nda (2014/5097, K.T.28/9/2016) vermiş olduğu kararda; “kolluğun güç kullanımının sınırı üzerinde durulmuş ve Anayasa’nın 17 maddesi ile AİHS’in 3.maddesinin yakalama muhakeme işleminin gerçekleşmesi aşamasında güç kullanımını yasakladığı ve fakat güç kullanımının salt kaçınılmazlık arz ettiği hallerde, ancak aşırı olmamak kaydı ile kullanılabileceğinden bahsedilmiştir. AİHM tarafından da kati şekilde dile getirildiği üzere, bireylerin vücut dokunulmazlığını koruyan hiçbir ilkeye sınır getirilemez ve hiçbir suçla yapılan mücadele güç kullanımının ölçüsüz ve keyfi bir şekilde kullanımını gerektirmez, haklı kılmaz. Güvenlik güçleri, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde ancak ve ancak gösteriye katılanların kendi tutumlarından dolayı kaçınılmazlık arz ettiği ölçüde ve orantılı olmak koşulu ile kademeli bir güç kullanımı yoluna gidebilirler” şeklinde bir kanaate varılmıştır.
Cezmi Demir ve Diğerleri Başvurusu’nda AYM, (2013/293, K.T.17.7.2014; F.E. ve Diğerleri Başvurusu: 2014/15586, K.T.23/1/2019); tutuklu ve hükümlülerin zaten kırılgan grup platformunda yer aldıklarına, sözlü ve fiziksel bir saldırıya maruz bırakarak, kendilerine güç başvurusunda bulunanlar ile hastanelere sevk edildiklerinde bu kişilerin yönlendirilmeleri ile doktor raporlarının tanzim edilebildiğine kanaat getirmiş olup, bu hususun insan onuruna müdahale oluşturduğu noktasında bir karara varmıştır.
Keza AİHM, Keenan/ Birleşik Krallık, B. No: 27229/95, 3/4/2001, § 91; Tarariyeva/Rusya, B. No: 4353/03, 14/12/2006, § 73; Vladimir Romanov/Rusya,B. No: 41461/02, 24/7/2008, § 57 kararlarında da buna benzer bir şekilde; tutuklu ve hükümlülerin savunmasız, korumasız, zayıf grup konumunda olduklarına ve bu en zor şartlarda dahi herhangi bir sınırlamaya tabii olmaksızın yetkili merciler tarafından fiziksel ve ruhsal bütünlüklerinin korunması gerektiğine kanaat getirilmiştir.
Timur Eskibağ ve Mehmet Rıza Eskibağ Başvurusu: 2014/5098, K.T.20/12/2017 kararında tutuklunun temel hak ve özgürlüklerinin kapsamına değinen AYM; hükümlü ve tutukluların Anayasa’nın 19. maddesi gereğince Anayasa ve sözleşmede yer alan temel hak ve hürriyetlere sahip olduklarından ve ceza infaz kurumundakilerin suçun önlenmesi ile disiplinin sağlanması açısından makul bir sınırlandırmaya tabii tutulabileceklerinden bahsedilmektedir.
Tüm bu arz ve izah edilenler bağlamında, kötü muamele yasağının tutuklular açısında bir güvence olduğunu iddia edebiliriz. Keza Timur Eskibağ kararında da bu husustan şu şekilde bahsedilmiştir: Anayasa 17/3’e göre; “Kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.” Şeklindeki su götürmez kural, hükümlü ve tutuklular açısından da mühim derecede önemli ve geçerlidir. Bu haseple verilecek cezalar, mahkumiyet yahut tutuklama kararı insan onuruna aykırı olmamalıdır.
AYM Ahmet Şenol ve Diğerleri Başvurusu: 2014/16947, K.T.22/2/2018; F.E. ve Diğerleri Başvurusu: 2014/15586, K.T.23/1/2019’nda; ceza infaz kurumlarında saldırgan grupların yoğun bir şekilde bulunduğu göz önünde bulundurulduğunda CGİK personelinin kendilerini koruma ve CGİK güvenliği ile disiplinini sağlama bağlamında iyi niyetli ve ölçülü bir şekilde, temel hak ve özgürlüklere saygı kapsamında güç kullanabileceğine değinilmiştir. Bununla birlikte AİHM, Satık ve diğerleri/Türkiye, B. No: 31866/96, 10/10/2000, § 58; Dedovsky ve diğerleri/Rusya, B. No: 7178/03, 15/5/2008, § 81; Ivan Vasilev/Bulga- ristan, B. No: 48130/99, 12/4/2017, § 63 kararlarında da belirttiği üzere şiddet potansiyelini engellemek ve direnişi kırmak saiki ile ancak zorunlu hallerde ve aşırıya kaçmadan güç kullanılabilecek, özgürlüğünden mahrum bırakılan şahıslara kendilerinden sadır olan fiilleri mutlak kuvvet uygulanmasını gerektirmedikçe zor kullanılamayacaktır. (Cezmi Demir ve diğerleri, § 92; Gülşah Öztürk ve diğerleri, B. No: 2013/3936, 17/2/2016, § 52)
Neticeten, hiçbir devlet anayasası, kanunu, hiçbir milletlerarası andlaşma kolluğun güç kullanımını kayıtsız ve şartsız hukuki ve ahlaki saymamakta, güç kullanımını orantısız ve keyfiyet dahilinde yapan her kolluk görevlisi ceza ve disiplin hukuku bağlamında cezalandırılmalıdır. Öyle ki kolluk Lipsky’nin tanımı ile “halka karşı hükümeti temsil eden” bir sembol iken; nasıl ki devlet egemenlik sınırları dahilinde olsun, olmasın her insana, insanlık onuru ile bağdaşır şekilde muamelede bulunmak zorunda ise kolluk da sınırını bilmelidir. Bu bağlamda her kamu görevlisi, yoğunlaştırılmış bir insan hakları eğitiminden geçirilmeli, yasa, anayasa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gereğince davranışlarını denge ve sınırlarını aşacak düzeyde icra etmemelidir. Kısaca kolluk, profesyonel şekilde eğitime tabii tutulmalı ve devlet de pozitif/negatif yükümlülüklerini insan hakları bağlamında icra etmelidir. Unutulmamalıdır ki orantısız güç, güç değil acizliktir!