Bundan çok değil, beş altı sene önce birçok insan ve özellikle de basın, özel yetkili mahkemeleri ve savcılarını göklere çıkarıyordu. Onlara, kurtarıcı ve layüsel insanlar gözü ile bakılıyordu. Gerçekten de yetkilerini Türk Milleti adına kullanıyorlar ve yargı kararları veriyorlardı. Demokratik hukuk toplumunun kabul edemeyeceği ve belki filmlerde gördüğümüz dokunulmazlar ve kurtarıcılar, özel yetkili yargı ve polis üzerinden tezahür ediyordu. Darbeyi önleyen, çeteleri ortadan kaldıran, yağma, yol kesmeleri bitiren ve hatta şike yapanları yakalayıp cezalandırdığı söylenen özel yetkililerin ömrü, maalesef çok kısa oldu.

Özel yetkililere ilk darbe, 5 Temmuz 2012 tarihinde vuruldu. Vuran da, kısa bir zaman önce özel yetkilileri öven Meclisin çoğunluğu ve Hükümet idi. Ancak bu durumun demokratik hukuk toplumunda çok uzun sürmesi zaten beklenmiyordu. Söylemiştim; hukuk ve yargı bir bumerangtır. Kime, nasıl çarpacağı hiç belli olmaz. Önemli olan hukukun evrensel ilke ve esaslarından ayrılmamaktır. Kimse dinlemedi. Çoğunluk kendisini meşru hukuka değil, sonuca odakladı. Suçlananların suçlu olup olmadığını dahi tetkik etme zahmetini göstermeden, insanların masumiyet/suçsuzluk karinelerini hiçe saydı.

Bir Türkiye gerçeği vardı. Bu Ülkede hukuk vardı, fakat kişiye, olaya, güce göre değişirdi. Bu hep böyle oldu. Cumhuriyet savcıları Sacit Kayasu ve Ferhat Sarıkaya'yı görevden alan güçte sadece isim ve şekil değişikliği olmuştu. Yeni gelen güç de, hukukun evrensel ilke ve esaslarını değil, kendi programını uygulamaya koyup, amaçlarına ulaşmayı denedi. Oysa hukuk, ekmek, su ve hava gibi ihtiyaçtı. Hukuk, eşitlik ve adalet demekti.

Ancak hukuk, adalet ve maddi hakikat ikinci plana itildi. Hal ve hürriyetleri kısıtlananların uğradığı hukuka aykırılıklar, basit usul hataları olarak görülüp küçümsendi. Esas olan, ne pahasına olursa olsun kendilerine göre suçlu sayılanların hürriyetlerinin tahdit edilmesi idi. Bunun yolu bazı durumda yakalama ve gözaltına alma, bazı durumda tutuklama veya cezalandırma oldu.

Net olarak söyleyebiliriz ki, Türkiye'de her zaman "eşitlik" ve "hukuk devleti" ilkeleri ile hukuk güvenliği hakkı DARBE yemiştir. Asıl darbe de, meşru sisteme alışamamak ve birbirimizle sürekli hesaplaşmak oldu. Suç örgütü, telefon dinleme ve teknik araçlarla izleme, yakalama ve gözaltına alma, keyfi ve uzun süreli tutuklama, hukuka aykırı delilleri kullanma, kamu düzenini koruma ve barışını sağlama bahanesi ile olağan hale geldi. Oysa hukuk devleti, yararlı işler yaptıklarını, kamu düzeni, huzuru ve barışını koruduklarını düşünenlerin, bu yolda veya kendi yollarında keyfi hareketlerine müsamaha gösteremezdi. Hiç kimse, "seni ben korudum, korumayı bırakırsam yanarsın" diyerek hukuka aykırı faaliyetlerini haklı gösteremez. Çünkü bireyin hak ve hürriyeti herşeyinde üstündedir. Kamu yetkisinin kullanılması ise, bir görev ifası olup, imtiyaz olarak telakki edilemez.

Suç işlediği düşünülen kişinin adalet önüne çıkarılması, delillerin toplanıp değerlendirilmesi ve sonuçta suçlunun bulunup cezalandırılmasının kuralları vardır. Bu kurallar, birileri için gözardı edilip, yapılanların "ulvi" olduğu düşünülerek bir kenara bırakılamaz.

Hukuk devletinde, hukuka aykırı yöntemlerle veya sahip olunan yetkileri aşanlar ve kendini dokunulmaz görüp hareket edenler meşru görülemez.
Güncele geldiğimizde, yukarıda belirttiğimiz hususları bilerek veya bilmeyerek destekleyenlerin farklı pozisyon aldıkları görülmektedir. Bunu hatadan dönmek olarak kabul edersek isabetlidir. Ama normalleşme geçici süre için olacak, hukuk, yargı ve adaletin sorunlarına kalıcı çözümler bulunmayacaksa, o zaman şimdi yapılanlar da popülist olmaktan ötesine geçemez.

6352 sayılı Kanunun geçici 2. maddesinin dördüncü fıkrasının kaldırılacak olması isabetlidir. Böylece, hem yürüyen ve hem de kesinleşen davaların bir başka yargı makamı tarafından gözden geçirilmesi mümkün olabilecektir. Bu gözden geçirme, elbette yargılananların mutlak şekilde beraat edeceği anlamına gelmez. Gözden geçirmeyi, 5 Temmuz 2012 tarihi ile başlayan sürecin tamamlanması, "eşitlik" ilkesi ile hukuk güvenliği hakkının koruması olarak görmek gerekir. Bu süreç, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı zedelenmeden aşılmalıdır.

Son zamanlarda "zorunlu yeniden yargılama" yolu adlı bir kavramın tuhaf bir şekilde Türk Hukuku'na enjekte edilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Anayasa ile kurulu sürecin devam ettiği olağan hukuk döneminde kabulü mümkün olmayan bu düşünce ilk bakışta hoş, fakat derinde çok tehlikelidir. Bu yolla, gerek yargı bağımsızlığı ve gerekse kesinleşen yargı kararlarının dokunulmazlığı sistematik şekilde ihlale uğrayacaktır.

Yapılması gereken, geçici m.2/4'ün kaldırılarak, zaten var olan yargılamanın yenilenmesi yönteminin yeni mahkemelere bırakılmasıdır. Sürece, bireysel başvuruları inceleyen Anayasa Mahkmesi'nin de dahil olduğu düşünüldüğünde, varsa hukuka aykırılıkların telafisi daha kolay sağlanacaktır. Geçici m.2/4'ü kaldıracak kanunun bir an önce yasalaştırılması, bu yasalaştırma sırasında TMK m.10 ile yetkili ağır ceza mahkemelerinin genel ağır ceza mahkemelerine dönüştürülüp, hem yürüyen davaların ve hem de kesinleşen davaların sonraki süreçleri yeni mahkemelere bırakılmalıdır. Ayrıca, ağır cezalı işlerde tutukluluk süresi yerel mahkeme aşamasında (temyiz aşaması hariç) azami iki yıl olarak belirlenmelidir.

Son söz; Mecliste grubu bulunan üç siyasi parti temsilcilerinin milletvekilinin hangi suçu işlediği iddia edilirse edilsin tutuklanmaması ve ne kadar hapis cezasına mahkum olursa olsun ceza infazının dönem sonuna bırakılması konusunda bir mutabakata vardıkları söylendi. Bu mutabakatın iki şekilde kabulü mümkün değildir. Birincisi, zaten kendilerini seçen vatandaşlara göre birçok ayrıcalığa sahip olan vekillere yeni bir ayrıcalığın daha verilecek olmasının hiçbir haklı izahı olamaz. Özellikle ağır cezalık suçüstü hallerinde, yasama dokunulmazlığı bahanesi ile milletvekillerine yeni bir ayrıcalık tanınması kabul edilemez. Ikincisi ve daha önemlisi, Türkiye'de uzun ve keyfi tutukluluk ciddi bir sorundur. Bu sorun, Türk Hukuku'nda uzun yargılama ve Türk Milletinin kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının zedelenmesi ile kendisini göstermektedir. Tutukluluk meselesi milletvekillerine ait olmayıp, toplumu oluşturan tüm bireylere aittir. Yüce Meclis, sadece milletvekillerini gözeten bir yasalaştırma yerine, herkesi kapsayan bir yasalaştırma faaliyeti ile bu sorunun kendi ayağını çözmeli ve deyim yerinde ise topu yargıya atmalıdır. Aksi halde, "eşitlik", "adalet", "hukuk devleti", "hukuk güvenliği hakkı" gibi kavramlar, Vefa'nın bir semt adı olması durumuna dönüşürler.


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)