‘Korkak, tehlike olmadığı zaman yumruğunu sallar.’ GOETHE
–
Korkuyorum, Korkuyorsun, Korkacaksın, Korkacaklar! Peki, Neden? Çoğumuz öyle yetiştik, yetiştirildik, öyle terbiye edildik, öyle büyüdük, büyütüldük, öyle yönetildik de ondan! Hayatımızı, hayatlarımızı sevgi üzerine değil, korku üzerine inşa ettik de ondan! Çocukluktan yetişkinliğe, yani büyümeye giden yolda, sadece korktuğumuz şeyler, korkularımızın boyutu ve niteliği değişti ama korkunun kendisi hep bizimle kaldı.
Cehennem korkusunun, baba korkusunun, öğretmen korkusunun, sınav korkusunun, sınıfta kalma korkusunun, başaramama korkusunun yerini, ölüm korkusu, terör korkusu, ekolojik felaketlere uğrama korkusu, şiddetin öznesi olma korkusu, iftiraya uğrama korkusu, ölümcül virüslerin bulaşması korkusu, genetiğiyle oynanmış kanserojen besinleri yeme ve kanser olma korkusu, işten çıkarılma korkusu, geçim korkusu, gelecek korkusu, bilinmezlik korkusu, siyasi iktidar korkusu aldı.
Öyle ki, bugün artık kitle medyasının fazlasıyla büyüttüğü varoluşumuzu tehdit eden bir korku kültürünün ortasında yaşıyoruz. Ve bütün bu korkuların içinde kaçırdığımız, farkına varamadığımız, tadını alamadığımız hayata dair, hayatımıza dair birçok güzellik kaldı geriye!
Peki, korku nedir? Türk Dil Kurumu’nun tanımına göre korku; ‘gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında uyanan ve coşku, beniz sararması, ağız kuruması, kalp, solunum hızlanması vb. belirtileri olan veya daha karmaşık fizyolojik değişmelerle kendini gösteren duygudur.’
Peki, duygu nedir? Beni bu yazıyı yazma konusunda esinlendiren, dahası büyük ölçüde yararlandığım, daha önce ‘Sıkıntının Felsefesi’ adlı kitabını okuduğum Norveçli yazar ve felsefe profesörü Lars Fr.H.Svendsen’in ‘Korkunun Felsefesi’ isimli kitabında yazdığına göre duygu ‘acı, açlık ve susuzluktan gurur, kıskançlık ve sevgiye, neredeyse salt fizyolojik fenomenlerden tamamen zihinsel fenomenlere kadar birbirine hiç benzemeyen bir dizi sözcüğü kapsayan bir sözcüktür. Duygu diye ilk isimlendirilen daha fiziksel, ikincilerin ise daha zihinsel olduğunu görüyoruz. İngilizcede duygu ile his (duyum) arasında bir ayrım yapılır, buna göre ilk baştaki daha ziyade his iken (açlık hissi vs), diğerleri daha çok duygudur (gurur duygusu vs.). Bununla birlikte hisler/duyumlar ile duygular arasına tam olarak nasıl bir bölünme çizgisi çekileceği ve hangi halin hangisine uygun düştüğü konusunda hala ciddi bir anlaşmazlık olduğunu belirtmek gerekir.’
Lars Fr.H.Svendsen kitabında, insan bilimleri konusundaki çalışmaları ile tanınan Macar akademisyen Elemer Hankiss’in, ‘Fears and Symbols: An Introduction to the Study of Western Civilisation/Korkular ve Semboller: Batı Uygarlığı Çalışmasına/İncelemesine Giriş’ isimli eserini referans alarak, bütün insan medeniyetinin temelinde korku bulunduğunu, korkunun insanların etrafını kuşatan her şeyin gelişmesine yön veren ana saik olduğunu, evlerin, kasabaların, aletlerin, silahların, yasaların, bütün toplumsal kurumların, sanatın ve dinin böyle doğduğunu ifade etmektedir. Ki bu, bana göre de doğru ve son derece isabetli bir tespittir. Zira korku insana Hankiss’in ifade ettiği gibi son derece yerinde ve olumlu şeyler de, muska yazdırmak, cin çıkarmak/kovalamak, kurşun döktürmek gibi saçma sapan şeyler de yaptırır.
İnsan korkar. Çünkü korkmak insani bir duygudur. Esasen korkuyu yok saymak korkuyu yok etmez. Bütün mesele, neden veya nelerden korkulması gerektiğini bilmek, korkulması gerekeni tanımak, korkularla yüzleşmek, bu suretle nafile korkulardan kurtulmak ve hayatı korkarak yaşamamaktır. Zira korkarak yaşamak, hayatı bizzat ve deneyimleyerek yaşamak değil, hayata seyirci olmaktır. Korku, insan korkunun, korkularının esiri olmadığı, boş korkuları içinde besleyip büyütmediği sürece yararlı ve hatta ihtiyaç duyduğumuz bir şeydir. Zira sağlıklı ve rasyonel korkular insanı pek çok konuda temkinli olmaya ve davranmaya sevk eder, kişisel savunma mekanizmalarını güçlendirir. Temkinli olmak ve öyle hareket etmek ise hata yapmak riskini azaltır. Gandi’nin ‘korku işe yarayabilir ama korkaklık hiçbir işe yaramaz’ ve yine Franklin Roosevelt’in ‘korkulacak tek şey korkunun kendisidir’ demesi ondandır.
Boş yere duyulan korku kadar, gereksiz ve zamansız cesaret de insan için tehlikelidir. Tehlikelidir, çünkü insana hata yaptırır ve zarar verir. Onun için insanın nerede, ne zaman, kimden ve neden korkulması ya da cesur olunması gerektiğini iyi tayin etmesi gerekir.
Mesela neden veya nelerden korkmak gerekir? Bana göre insanın önce utanılacak şeyler yaparak rezil olmaktan korkması gerekir. Tehlike olmadığı zaman yumruk salladıklarına, tehlike hissettiği zaman dalkavukluk yaparak gülünç ve itibarsız duruma düşmekten korkması gerekir. Suç işlemekten korkması gerekir. Kendi payıma ben, bunları yapmaktan veya böyle bir duruma düşmekten sadece korkmam, utanırım da. Şükürler olsun ki, hayatım boyunca böyle bir duruma veya böyle durumlara hiç düşmedim.
Benim bu yazıyı yazmaktan amacım, korkunun felsefesini yapmak, psikolojik, sosyolojik ya da bireysel boyutuyla korku duygsunu incelemek değil elbette. Esasen bu konular hakkında az çok bilgi sahibi olmakla birlikte, bu konuların uzmanı da değilim. Esas amacım, korkunun siyasi boyutunu, sonuçlarını, bir yönetme/iktidar aracı olarak kullanılmasını, özgürlükle olan ilişkisini incelemektir.
Kapitalizmin siyasal üstyapısı, ekonomik yönden ise altyapısı olan, uzun yıllardan bu yana dünyayı ve pek çok dünya ülkesini çekip çeviren liberalizm, 20.yüzyılın özellikle son çeyreğinden itibaren ciddi biçimde şekil değiştirmiştir. Bu değişime bağlı olarak, devletin iktisadi alanla ilişkisi ve görevleri konusunda minimal devlet/en az devlet anlayışını, özgürlüklerin alanının genişletilmesini, negatif özgürlük görüşünü, refah ve gelir dağılımının, rekabetten doğan iktisadi ahenk varsayımına dayalı olarak hakkaniyet içinde gerçekleşmesini, daha sonraları kabul gören Keynesci refah toplumu ve sosyal devlet ilkelerini savunan klasik liberalizmin yerini Yeni Liberalizm almıştır.
Liberalizmin bu yeni versiyonu iktisadi yapının, geçmişteki bir kısım siyasi iktidarların yaptığı gibi, gerektiğinde, özellikle güvenlik nedenlerine bağlı olarak halkın yaşamına ve özgürlüğüne tecavüz edilebileceğini kabul eder. Yani bunalan kapitalizmin, bunalımdan çıkması için icat edilen, bir yönüyle güvenliğin teminatı olarak ortaya çıkan ve artık pek işe yaramayan eskisinin yerine ikame olunan bu yeni liberalizm anlayışı, Thomas Hobbes’un ‘her yerde hazır ve nazır devlet ilkesi’ üzerine inşa edilmiştir.
Lars Fr.H.Svendsen’in de işaret ettiği üzere, geçmişte Bush yönetimi, günümüzde Trump yönetimi tarafından hem ulusal, hem de uluslararası alanda uygulamaya konulan bu yeni liberal politikanın dayandığı, dayandırıldığı temel, ‘şiddete başvuran insanlar, teröristler eylemleri dolayısıyla kendilerini ahlaki düzenin dışında bir yere yerleştirmişlerdir, o halde kendilerini savunan insanların da aynı şekilde hareket etmeye hakları ve izinleri olmalıdır – ABD terörizm tarafından tehdit edildiği sürece, ülke devletin savunmayı çıkış noktası olarak aldığı normlar tarafından kısıtlanmamalıdır.’
Bu görüş, bu anlayış, bu yaklaşım, tam da Hobbes’un Leviathan’nının, yani egemeninin, yani devletinin harekete geçirilmesi, Hobbes’un toplum sözleşmesinin uygulamaya konulmasıdır. Yani devlet, yani egemen böyle yaparak demektedir ki, ‘sen yurttaş olarak sözleşmede bana verdiğin yönetme yetkisiyle, sözle, itaat yükümlülüğüyle bağlısın, ama ben bu sözleşmeyle bağlı değilim.’
ABD’nin hem kendi ülkesi yönünden, hem de dün Irak’ta, bugün Suriye’de izlediği politikanın mantığı ve temel argümanı budur. Yani özeti şudur: ‘Ben özgürlük düşmanlarıyla savaşıyorum, bunun gerektirdiği her şeyi yapmak zorundayım ve yaparım.’
Bu yaklaşım, sadece Hobbes’un görüşlerini uygulamaya koymak değil, aynı zamanda Hitler’in akıl hocalığını yapan, siyaset anlayışını ‘dost/düşman’ ayrımı üzerine kuran, ‘herhangi bir dinsel, ahlaki, ekonomik, etnik ya da başka bir karşıtlık, insanları dost ve düşman olmak üzere etkili biçimde ayırmayı başaracak kadar güçlü ise, siyasal bir karşıtlığa dönüşür. Siyasal bir eylem, insanın kendi varoluşunu sürdürmesinden ve onu tehdit edenleri yok etmesinden ibarettir…Böyle bir siyasi eylem devletin tek hakkıdır ve kendi varlığını devam ettirebilmek için devlet, içerideki tüm düşmanları, yani homojen birlikle uyuşmayan herkesi bertaraf etmelidir. Güçlü devlet icap edeni yapan devlettir’ diyen Alman hukuk profesörü ve siyaset kuramcısı Carl Scmitt’e rahmet okumaktır.
Devlet, terörle, terörizmle, teröristle, halkın yaşama ve özgürlük haklarına her ne sebeple olursa olsun tecavüz edenlerle, kendi otoritesini sarsanlarla ve bekasını tehlikeye düşürenlerle elbette mücadele etmeli, halkının ve sınırlarının güvenliğini sağlamalıdır. Zira dışarıya karşı halkın menfaatini ve güvenliğini korumak, içeride adaleti tesis etmek ve halkın refahını sağlamak devletin asli görevidir.
Peki, devlet bunu nasıl yapmalıdır? Hukukun içinde kalarak, hukuk devleti olmanın gereklerine uyarak yapmalıdır. Çünkü düne kadar halk, ülke ve egemenlik unsurları temelinde tanımlanan devletin günümüzdeki olmaz ise olmaz birinci özelliği, niteliği hukuktur, hukuk devleti olmaktır, ikincisi ise demokrasidir. Devlet eğer bu iki önemli niteliğini ve özelliğini yitirirse, devlet olarak varlığını sürdürebilir belki ama herhalde halkının ve uluslararası camianın nezdinde güvenilirliğini, itibarını ve saygınlığını sürdüremez.
Dahası güvenlik adı altında korkuyu bir yönetme tekniği olarak kullanan, bu yolla kendisini meşrulaştıran ve yurttaşlarının itaat etmesini sağlayan, bu amaçla korkuyu araçsallaştıran, özgürlüklerin alanını ve kullanılmasını daraltan bir siyasi iktidar, uzun süre ayakta kalamaz, böyle bir iktidar ve böyle bir iktidarın temsil ettiği devlet de demokrat bir devlet olamayacağı gibi hukuk devleti de olamaz. Amerika’nın kurucu babalarından olan Benjamin Franklin’in ‘Geçici güvenlik uğruna temel özgürlüğünü feda edenler, hem özgürlüklerini, hem de güvenliklerini kaybederler’ demesi ondandır.
Zira korku politikaları hukuka, adalete olan güveni ortadan kaldırır, güvenlik ilkesini sulandırarak aşındırır, demokrasinin özünü oluşturan özgürlüğün kuyusunu kazar. Onun için, hukuk, hukuk devleti anlayışı, adalet ilkesi, demokrasi ve özgürlük kavramları ve kurumları, siyasal düşüncemizde korkunun teşkil ettiği yerden daha temel bir yere sahip olmalıdır. Esasen korku yoluyla meşruluk kazanan ya da kazandırılan ya da kazandırılmaya çalışılan her şey, terör de dahil her şey, ülke için, devlet için, siyasi iktidarın kendisi için, hukuk devleti için, demokrasi için, ekonomi için, siyasi istikrar için terörün kendisinden çok daha büyük tehlike oluşturur. Zira ve Svendsen’in ifadesiyle ‘korkunun oluşturduğu nedenlere karşı sürdürülen mücadelenin bizzat kendisi korkuya neden olur. Siyasi özgürlüğümüzün önemli bir parçası tam da çok büyük korkular yaşamadan hayatlarımızı sürdürmekten oluşur.’
Son bir söz. Onu da Amerika eski Adalet Bakanı John Ashcroft söylüyor: ‘Barışsever insanları kayıp özgürlük hayaletleriyle korkutanlara benim mesajım şudur: Taktikleriniz sadece teröristlere yardım ediyor, zira bunlar ulusal birliğimizi sarsıyor ve azim kararlılığımızı sekteye uğratıyor. Bunlar Amerika’nın düşmanlarının eline koz veriyor ve dostlarını tereddüde düşürüyor. İyi niyet sahibi insanları kötülük karşısında sessiz kalmaya teşvik ediyor.’