Saygının bir kültür haline gelmesi lazım.
Eski dönemlerin şehir hayatının en haylaz sınıfı galiba kabadayılar ve külhanbeyleri olsa gerek. Bunlar, biraz yengeç gibi yürüyen insanlarmış. Ellerinde olmazsa olmazı tesbihler, yakalar biraz açık, ayakkabılar yumurta topuk.
Ancak bu kabadayılar, mahallenin sakinlerini dinler, büyüklerin bir sözünü iki etmezler. Zayıf ve düşkünlerin hamisidirler. Bileğine güvenen bu insanların birbirlerine karşı hırçın tavırları olsa da etrafa, mahalleye ve halka son derece saygılıdır. Bir yaşlıdan azar işitebilirler. Bütün mahalleye söz dinleten bu adamlar, eyvallah deyip sineye çekebilirler bütün zılgıtları.
Çok daha ilginci, ellerindeki tesbihlerdir. Tesbih taşlarının sayısı 33’tür ama, kabadayılığın alamet-i farikası olan tesbihlerindeki taşların sayısı 32’dir. Bütün kabadayılar, camilerdeki tesbihlere saygısızlık olmasın diye tesbihlerindeki bir taşı kırmışlardır.
Evet, şehrin haylaz kesimi olan kabadayılar, sadece insana değil, bütün değerlere de saygılıdırlar.
Yıllar önce bir Japon bir Türk’e misafir olur ve izlenimlerini yazar. Şimdi belli belirsiz cümleleri hafızamda. Diyordu ki, ‘akşam boyunca bütün aile bize o kadar misafirperverlik gösterdi, o kadar iyi davrandı ki... Bütün Türklere karşı inanılmaz bir hayranlık duymaya başladım. Ben kendi ülkemin insanlarının bile buna güç yetiremeyeceğini düşündüm. Sabah evden çıktığımızda, trafiğe bıraktığımızda kendimizi, yanımdakilerin akşamki insanlar olduğuna inanamadım. İçlerinden bir canavar çıkmıştı adeta. Hiç kimseye saygı göstermediler’.
Güzel tespitler aslında. Kaldırımın ortasına park etmek, emniyet şeridini işgal etmek, dönmek isteyen ya da şerit değiştirmek isteyene asla yol vermemek, yola çöp atmak. Sokaklarda bağırıp çağırmak, eş dost koyarak sıra bekleyen insanların önüne geçmek. Daha neler neler... Saygısızlığın en büyüğü ise herhalde kendinden ya da etrafındaki bir zümreden başka herkese ‘göbeğini kaşıyan adam’ muamelesi yapmak olmalıdır.
İstanbul’da vapurlar iki yerde gecikirmiş...Biri kibarların oturduğu semtin limanında diğeri ise biraz daha kabaların hatta çingenelerin oturduğu semtin limanında. Birinde insanlar efendim siz buyurun, estağfirullah siz buyurun deyip birbirlerine yol vermeden kaynaklanan bir gecikme olurmuş vapurda, diğerinde ise izdihamdan...
Trafik ışıklarının yanmadığı kavşaklarda trafiğin nasıl da felç olduğunu hatırladığımızda galiba beyzadelerin oturduğu bir semtin kalmadığı gibi bir düşünceye ulaşabilirsiniz.
Ben kendi adıma elimden geldiği kadar hep saygılı olmaya çalıştım. İlk size, yani öğrencilerime saygı duydum, hiç bir dersimde telefonum çalmamıştır, çünkü hiç yanıma almadım telefonumu. Size ayırdığım zamanda telefonumun çalması size saygısızlıktı. Amcamın vefatını, sınıfa arkadaşlarım gelerek haber vermişlerdi. Hastanelerde kimselerin sırasını almadım, sıramı bekledim orda. Yolda hiç kırmızıda geçmedim hiç emniyet şeridine girmedim. Hepsinden öte, kimselerden kendimi büyük görmedim, hele hele kimseleri hiç küçük görmedim.
Fikirlere ya da inanışlara ve görüşlere de saygısızlık etmedim hiç. Tartıştım ama asla kötü söz etmedim. Hep aklıma şu Hadis gelmiştir: ‘Siz onların putlarına sövmeyin ki onlar da sizin Allah’ınıza küfretmesin’. Bir Peygamber, temelinden yıkmak istediği düşüncenin putlarına karşı bile asgari saygıyı tavsiye ediyorsa, demek ki saygı çok önemlidir.
Sevgili öğrencilerim ve dostlarım.
Hatır gönül saymalı demiştim ya yukarda. Saymalıyız hatır ve gönlü. Sevmeliyiz ve saymalıyız insanları. Belki de Yunusça demek lazım: ‘Yaratılanı sevmeliyiz yaratandan ötürü’.
Hani yukardaki vapurların gecikmesi hikayesinde olduğu gibi, biri çıkar da hangi semtte oturuyorsunuz diye sorarsa yüzümüz kızarmadan doğru semti söyleyebilelim diye. İyi örnek olup bu topraklara birer tohum diye düşelim diye. Saygı kültürü yeniden yerleşsin diye.