İnsan çabuk unutuyor, tam da kendisine dendiği gibi. İnsan, nisyan ile maluldür, unutmaya ve eksikliğe daha baştan açıktır. Kelime kökü de bunu anlatır.
Yaşın insana verdiği, bilginin insana kattığı ve nihayet makamların insana bahşettiği güçler var. Bunları elde ettiğimiz zaman kendimizde bir güç hissediyoruz ve dünyanın hakimi olmasak da o yerlerin ve makamların bizden sorulduğu gibi yanlış bir düşünceye kapılıyoruz. Benden iyi bilen yok bu işi, ben böyle istiyorum gibi ifadeler dışa yansımalarıdır bu böbürlenmelerin. Sonra kendimizi küçük küçük padişahlar haline sokuveririz. Babalar evde padişah, patronlar işte, vali şehirde, başbakan memlekette, eh biz hocalar da sınıfta. Hepimiz ayrı ayrı küçük küçük padişah oluyoruz. Hükmetme arzusu, söz geçirme kaygısı ve lafın üzerine laf edilmemesi isteği....
Hepimiz ayrı ayrı eksik ve yarımız. Hepsinden öte inanın yukarda saydığım, kendimi de içine kattığım bu küçük padişahlar da yarım. Üzerimizdeki makamdan dokunan, güçten örülen ve bilgiyle bezenen elbiseler gittiğinde kalanız biz.
Hayat öyle ya da böyle mevsimlerini icra eder. Bir günün batımı gibi. Gün sabahın erkeninde başlar, gün batımında ise batıp gider. Her şeye muhtaç bir bebeklikten anne babaya muhtaç çocukluktan biraz güç ve kudrete. Sonra gün batımı başlar. Dizlerimizden çekildiğinde derman, tekrar anlarız insan olduğumuzu yani eksik olduğumuzu. Kendimizde vehmettiğimiz güç ve kudretin nasıl bir yalan olduğunu.
Timur’la Nasreddin Hoca’nın hikayesini bilirsiniz. Karşılaşırlar... Timur der ki ‘hoca, herkesin değeri vardır derler, bana da sen bir değer biçsen!’ Hoca, bakar bakar, sonra der ki ‘Valla efendim, kırk altın veririm size’. Timur itiraz eder, ‘hoca, bu ne iştir? Sadece üstümdeki kaftan o kadar eder’. Nasreddin Hoca cevabı verir hemen ‘ben de ona verdim kırk altını zaten’.
Kaç altın ettiğimiz, kaftanımızdan sonraki halimizdir.
Bunun tersi de geçerlidir. İnsanlara verdiğimiz kıymet de bizim ölçümüze işarettir. Makama, kıyafete ve şana-şöhrete değer vermek de bizi gösterir. Adam gibi bir adama değil de içinde pırlanta taşıyan bir insana değil de kaftan giyenler değerliyse bizim için, gözden geçirmeliyiz kendimizi bir kez daha.
Hoşuma giden hikayelerden biri de Lokman Hekim’den: Derler ki Lokman Hekim’in derisi siyah, dudakları da kalınmış. Lokman Hekimin namını işiten sözlerini duyan bir hayranı, mesafeler aşar gelir ziyaretine. Lokman Hekimin heykel gibi bir yiğit olmasını beklerken karşısına çıkan siyah adam şaşırtır kendini.Anlar bilge Hekim adamı, içinden geçenleri sezer. Adama der ki,‘kardeş, neden öyle garip bakarsın? Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?’
Bu kadar yıl geçiyor, hayat üzerimize farklı kıyafetler giydiriyor. Bazen akademik unvanlar, bazen biraz bilgi, biraz görünüm, biraz renk, biraz mal-mülk. Biliyorum aslında bunların akşam vaktinde çıkaracağım elbiseler olduğunu. Biliyorum da korkum hala, asıl değeri içime giyememekte.
Sevgili öğrencilerim ve dostlarım.
Bu akşam bir prova mı yapsak?
Çıkarsak üstümüzdekileri.
Ben unvanımı çıkardım önce, sonra kazandıklarımı bıraktım masaya, sonra biraz kazıdım yüzümdeki boyaları. Kibrimi ve kendimi beğenmişliğimi de koydum bir kenara. Bildiklerimi unuttum bir an.
Ne mi kaldı? Faruk Nafiz’in Eriyen Adam şiirindeki gibi: ‘Boş bir yığın: Elbisem, gömleğim, boyunbağım’.
Erimişim çoktan.
Sevgili öğrencilerim ve dostlarım..
Bari sizden kalan daha fazla olsun...
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Tekin MEMİŞ tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)