Bilindiği üzere, edebi eserler ve sanat eserleri, hukuka her zaman ilgi göstermişler, hukuk ve yargı alanında hepimizin ilgisini çeken, bizleri bilgilendiren, eğiten son derece başarılı örnekler vermişlerdir.

Edebiyatın, edebi eserlerin, sanat eserlerinin hukuka karşı gösterdikleri bu yakın ilgiye karşın, ne yazık ki, hukuk, hukukçular ya da hukuk eğitimi, aynı ilgiyi edebiyata, sanata, edebi eserlere karşı göstermemiştir. Sanırım bunda etkili olan en önemli husus, hukukun usulü, yani şekli ön plana alan, normlarla vücut bulan, toplum ve insan hayatını bu normlara göre biçimlendiren, kendisini kendisine fazlaca hapseden muhafazakar bir disiplin olmasıdır.

Hukuk ve edebiyat arasında ilişki kurma, edebiyatı hukuk eğitiminde ve öğretiminde bir eğitim malzemesi olarak kullanma anlayışı ilk kez ABD’de ve 1980’li yıllarda ortaya çıkmıştır. Bu anlayışla birlikte, hukuk ve edebiyat, disiplinler arası bir yaklaşım olarak düşünülmeye ve incelenmeye, hukukla edebiyat arasında var olan duvar aşınmaya ve aşılmaya başlamıştır. Oysa merkezinde güzel ve etkili yazmak ve konuşmak olan hukukun en fazla etkileşim içinde olduğu ya da olması gereken alan edebiyattır, edebi eserlerdir.

Zira yargıçların, savcıların ve özellikle avukatların, düşüncelerini ve hissettiklerini iyi ifade edebilmeleri için kelime dağarcıklarının zengin, entelektüel alt yapılarının sağlam olması gerekir. Bu ise ancak bu meslek sahiplerinin, yani hukukçuların kendi ana dillerine egemen olmalarıyla mümkündür. Esasen bunlar iyi hukukçu olmanın, kanunları gerek sözel, gerekse tarihsel ve özellikle gai/amaçsal yönden doğru yorumlayabilmenin, somut olaya uygulayabilmenin ve olayı çözebilmenin olmazsa olmaz koşullardır. Bu ise ancak hukukun ve hukukçuların, edebiyata, edebi eserlere, sanat eserlerine ilgi göstermeleriyle, bunları okumaları, sanat eserleri kapsamında olan sinema ve tiyatro eserlerini izlemeleri ve seyretmeleriyle mümkündür.

Bu bağlamda demek gerekir ki, okuyan, edebi eserlere, sanat eserlerine ilgi duyan bir yargıç, bir savcı ve bir avukat, bu eserlerde ortaya konulan hayatları, bu hayatların sahibi olan insanları, bu insanların edebiyatta, sanatta tematize edilen dramlarını, trajedilerini, komedilerini çok daha yakından görmek, tanımak imkanını bulabilir, edebiyat ve edebi eserler aracılığıyla empati ve sempati yeteneğini geliştirebilir, hukukun en önemli idesi ve amacı olan adaletin gerçekleşmesini sağlayabilirr.

İnsan okur! Peki insan neden okur ya da insanın neden okuması gerekir? İnsan, farkında olduğunun farkında olmak ya da farkına varmak için okur. Okuması gerekir. İnsan, aydınlanmak için okur. Okuması gerekir. İnsan, bilgi ve fikir sahibi olmak için okur. Okuması gerekir. İnsan, kişisel gelişimini sağlamak için okur. Okuması gerekir. Ama hukukçuların, özellikle avukatların, yargıçların, savcıların daha fazla okumaları ve hatta herkesten daha fazla okumaları gerekir. Aksi halde Shakespeare’in söylediği gibi ‘kelimeleri kıt olur, kelimeleri kıt olduğu için de kelimeleri boşa harcamış olurlar.

Hukukta ve yargılama faaliyetinde, kelimelerin kıt olması beraberinde çok fazla düşünmemeyi, yargıcın kararına, savcının iddianamesine ve mütalaasına, avukatın savunmasına ilişkin ifadelerine zafiyet olarak yansır. Bu zafiyet ise, hukukun olumlu yönde gelişmesine, ilerlemesine engel olur, yargı kararlarını isabetli, vicdani ve tatmin edici olmaktan uzaklaştırır.

Okuma kültürünün, terbiyesinin, alışkanlığının kazanılmasında ailenin, okulların önemi büyüktür. Ama eğitim, öğrenim sadece okumak değildir. Hem okumak, hem de okunanlar üzerinde düşünebilme ve sorgulama yapabilme becerisidir. Bu beceri de ancak okumakla elde edilir ve gelişir. O nedenle, eğitim ve öğretimin bu becerileri geliştirecek şekilde ve “Sokratik” bir anlayışa ve temele göre planlanması gerekir.

Az bilmek için, çok okumak gereklidir” diyor Montesquieu. Evet, çok okumak sadece bilmeyi sağlamaz, az bilmeyi, yani insanın kendisini bilmesini, haddini bilmesini sağlar. İnsanın bu nedenle de çok okuması gerekir. Zira edebi eserleri, sanat eserlerini okumak, kişinin düşünce yeteneğini, sorgulama yapabilme becerisini geliştirdiği kadar kendisini tanıma ve bilme yeteneğini de geliştirir.  Hiç kuşkusuz bu konulardaki gelişme ve ilerleme, kişinin mesleki gelişimini de olumlu yönde etkiler. Eğer bu kişiler, yargıç, savcı, avukat iseler, bu gelişme ve ilerleme beraberinde yargılama faaliyetindeki toplam kaliteyi de artırır, o ülkenin hukukunu, yargısını diğer ülkeler nezdinde örnek bir model haline getirir.

Ne yazık ki Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) araştırmasına göre Türkiye, 2021 yılı itibariyle kitap okuma oranında 86’ıncı sırada ve yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride. Bu araştırmanın verilerine göre Türkiye’de yılda ortalama 7.2 kitap okunuyor. 7-14 yaş grubu bireyleri yılda 12 kitap okurken, yaşamının büyük bir kısmını büyükşehirde geçirenler yılda ortalama 7.7 kitap okuyor. Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de sadece binde 1 kişi kitap okuyor. Yine bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap okuyor. Bu okunanlar da daha çok fıkra ve best-seller tarzı aşk romanlarıdır. Yani Türkiye okuyan bir toplum değildir. Üzülerek ifade etmek gerekir ise, bu okumama alışkanlığına yargıçlar da, savcılar da, avukatlar da dahildir. Yargıcıyla, avukatıyla, savcısıyla yargımızın bugünkü durumu da, esasen bu okumamanın bize verdiği en önemli cezadır.

Gelişmiş ülkelerle pek çok alanda aramızda mevcut olan farkı kapatabilmemiz, dünyada hak ettiğimiz yeri alabilmemiz, UNESCO’nun istatistik verilerini tersine çevirebilmemiz, yargımızı ve hukuk sistemimizi, avukatıyla, yargıcıyla, savcısıyla daha kaliteli ve nitelikli bir düzeye getirebilmemiz, ancak ve ancak daha fazla okumakla, her alanda daha çok çalışmakla, daha çok üretmekle, kaliteyi ve nitelikli olmayı hedeflemekle ve bunun sağlamakla mümkündür.

Yirmi birinci yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler olmayacak, dün öğrendiklerini unutup yeni şeyler öğrenmeyenler olacak.” Bu özlü söz Amerikalı gelecek bilimci Alvin Toffler’e ait. Bu sözün gereğini yapmak, yani dün öğrendiklerimizi, ezberlediklerimizi unutmak ve yeni şeyler öğrenmek ise, ancak okumakla, çok okumakla, tek yanlı okumakla değil, çok yönlü okumakla mümkündür. Zira tek yanlı, tek yönlü okursak eğer, karşılaştırma yapamayız, sorgulama becerimizi, analitik düşünme yeteneğimizi geliştiremeyiz. Ve sonuçta tek boyutlu insan oluruz. İki gözümüz, iki kulağımız, iki elimiz, iki ayağımız olmasına rağmen, tek gözümüzle görür, tek kulağımızla duyar, tek elimizle iş görür, tek ayağımızla yürürüz.

Dolayısıyla daha az görür, daha az duyar, daha az iş yapar, daha az yol kat eder, her alanda ve konuda daha az üretiriz. Mal ve hizmet alanındaki bu daha az üretim bize enflasyon, fikir ve sanat alanındaki bu daha az üretim ise, entelektüel fukaralık olarak geri döner. Yargı alanındaki gerek insan malzemesi, gerekse işleyiş olarak kalitesizlik, adaletsizliği davet eder, yargıya, hukuka, hukukçuya olan, olması gereken güveni zedeler, yargıya, hukuka güvenin olmaması ise toplumu giderek içten içe çürütür.

Uzmanlar, içinde yaşadığımız zamanı dijital çağ olarak isimlendiriyorlar. Dijital çağ demek; eski bilgilerin, eski yöntemlerin, eski araçların, eskimiş ve kirlenmiş düşüncelerin yerine; yeni teknolojileri, yeni kavramları, yeni süreçleri ve hatta yeni bir dünyanın kavramlarını ikame etmek demektir. Bu çağla birlikte, bilgiye ulaşma yolları farklılaşmış, insanların zevk ve tercihleri, yaşam anlayışları esaslı değişime uğramıştır.

Bu çağın en önemli özelliği değişimin hızlı ve çok yönlü olmasıdır. Bu hızlı ve çok yönlü değişime bağlı olarak küresel bir köy haline gelen dünyamızda, para ve bilgi dünyayı çok hızlı şekilde dolaşmakta, pek çok konuda ve alanda yola çıkarken bizi hedefe ulaştıracağını düşündüğümüz araçlar, argümanlar, fikirler, daha yolun yarısına gelmeden işe yaramaz hale gelmektedir. Bu hızlı değişime uyum sağlayabilmek, eskimemek ve eksilmemek, yarı yolda kalmamak için kendimizi her alanda ve konuda sık sık yenilemek, bunun için de kirlenen, işe yaramaz hale gelen fikirlerimizi terk etmek, Alvin Toffler’in söylediği gibi “dün öğrendiklerimizi unutmak ve yeni şeyler öğrenmek” zorundayız.

Mevlana’nın “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/Her gün bir yere konmak ne güzel/Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş!/Dünle beraber gitti cancağızım,/Ne kadar söz varsa düne ait/Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” demesi bundandır, bundan dolayıdır.

Yeni şeyleri düşünmek yeni şeyleri söylemek, özetle kendimizi yenilemek için okumamız, çok okumamız gerekir. Sadece hukukla ilgili kitapları, makaleleri değil, tarihi, edebi, felsefi, siyasi eserleri ve romanları da okumamız gerekir.   Zira okumak az yukarıda da ifade ettiğim üzere, sadece bilgimizi artırmaz, yazma, konuşma, düşünme, sorgulama becerimizi de geliştir, dahası bize öğrenmeyi öğretir.

Hepimizin tek bir hayatı vardır. Birçok şeyi o hayatı bizzat yaşayarak öğreniyor, kendimizi o hayata göre olduruyoruz. Oysa kitaplar bize başka hayatları, başkalarının hayatlarını öğretir, kişisel gelişimimize katkı yapar. Onun için okumamız gerekir. Dahası sinemaya, tiyatroya, operaya, konserlere gitmemiz, müzik dinlememiz gerekir. Eğer bunları yaparsak, yapabilirsek, kendimize ait bir şiirimiz, bir şarkımız, bir türkümüz olur. Değil ise başkalarının şiirlerini, başkalarının türkülerini, başkalarının şarkılarını okuruz ya da dinleriz. Yani ilerleyemeyiz, kendimiz olamayız, kendimizi geliştiremeyiz ve olduramayız.

Esasen edebiyat olsun, sanat olsun, felsefe olsun, bunların her biri ayrı ayrı bir büyüme sanatıdır, bizi, biz yapan bunlardır. Dahası bunlar bizi hayattan daha çabuk büyütür, daha çok oldurur, olgunlaştırır. Hayata dair birçok şeyi kendi deneyimlerimize gerek kalmadan bize öğretir. Bakışlarımızı, sezgilerimizi, içgüdülerimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi geliştirir, bizi olgunlaştırır, bizi rafine bir insan yapar.

Peki, hukuk eğitiminde edebiyattan, yani romandan, öyküden, şiirden, tiyatrodan, sinemadan ne kadar yararlanıyoruz? Daha doğrusu yararlanıyor muyuz? Hayır yararlanmıyoruz. Oysa hukuk eğitiminde edebiyatın, sanatın, edebi eserlerin kullanılması, sinemadan, tiyatrodan yararlanılması, bence kanunların öğretilmesi ya da öğrenilmesi kadar önemli ve esasen asla öğrenmek olmayan kanunların ezberletilmesinden, ezberlenmesinden çok daha önemli ve yararlıdır. Öyle ki, bunlar olmadan belki kanunları öğreniriz ama hukuku öğrenemeyiz. Öğrenemediğimiz için de kanun adamı oluruz ama hukukçu olmayız, olamayız. 

Hukuk fakültesinde öğrenime başladığımız zaman, bizim de yaşadığımız gibi öğrencilerin çok büyük bir kısmı hukuk fakültelerine, hukuk hakkında çok fazla şey bilmeden gelirler. Hukukla tanışmaları sonrasında, hukuk üzerine öğrendikleri şeyleri yerli yerine oturtmakta, soyut bilgileri somutlaştırmakta, yargıç, savcı veya avukat olduklarında bu bilgileri ellerindeki dosyalara uygulamakta, insani eylemleri hukuk kurallarıyla ilişkilendirmekte zorluk çekerler. Aynı zorluğu siyaset bilimi ve kamu yönetimi bölümlerinde okuyan öğrenciler de yaşarlar.

Oysa hukuk ve siyaset bilimi olsun, kamu yönetimi olsun, insan hayatıyla, insan davranışlarıyla yakından ilgili olmakla, konusu, ilgi alanı insan ve toplum hayatı olan edebiyat, edebi eserler, sanat eserleri, her üç eğitimin başlangıcında öğrencilerin karşılaştıkları zorluğu aşmalarında yararlı olacak pek çok bilgiyi ve deneyimi içerir. Hal böyle iken, ne hukuk, ne siyaset bilimi, ne de kamu yönetimi eğitiminde, ne yazık ki, edebiyat ve sanat bir eğitim aracı olarak hemen hemen hiç kullanılmaz.

Örneğin başarılı bir öğrenci olmasına rağmen, hukuk eğitimini ekonomik nedenlerden dolayı yarıda bırakmak zorunda kalan, para sıkıntısı içinde olmasının topluma yarar sağlamasını engellediğini düşünen, o nedenle yaşlı ve zengin olan tefeci ile olayın görgü tanığı kız kardeşini, geride hiçbir kanıt bırakmadan öldüren ve fakat vicdanından kaçamadığı için suçunu itiraf ederek polise teslim olan Raskolnikov’un trajedisini anlatan Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” isimli romanı, ceza hukuku, suç ve suçlu psikolojisi yönünden çok iyi bir laboratuvar kitabıdır. Örneğin kendi kişisel tarihimde vicdani hiçbir ayıba, lekeye, azaba sahip olmayan ben, vicdan azabını, insanın bu azaptan kaçıp kurtulamayacağını bu kitaptan öğrendim.

Yine Francis Bacon’un, İngiltere’de Lordlar Kamerası Başkanı iken, bizzat yaşadıklarına dayanarak yazdığı ve yargıçların özel ve kamusal sorumluluklarını incelediği “Of Judicature/Adliye/Yargı” isimli makalesi, gerek hukuk fakültesi, gerekse siyaset bilimi öğrencilerinin okumaları gereken önemli bir yazıdır.  Bacon bu makalesinde, yargıçların görevinin kanunları uygulamakla ve yorumlamakla sınırlı bulunduğunu, yani “jus dicere” olduğunu, “not jus dare”, yani “yasa yapmak olmadığını”, yasa yapma görevinin yasama organına ait olduğunu anlatır. Getireceği tehlikeyi, siyaseten topluma vereceği zararı zamanla öğrendiğim “yargıçlar hükümeti” kavramıyla ben ilk kez bu eser aracılığıyla tanıştım.

Hukuk fakültesi öğrencilerinin okumalarında, hocalarının da okutmalarında yarar bulunan bir diğer eser, Amerikalı yazar James Gould Cozzens’in “The Just and The Unjust/Adaletli ve Adaletsiz” isimli romanıdır.

Amerikan hukuk ve adalet sistemini eleştirel yönden ele alan bu roman, bir uyuşturucu satıcısının kaçırılması ve öldürülmesi ile sonuçlanan olaydan dolayı birinci dereceden adam öldürmekle suçlanan dört kişinin yargılanmasını konu alır. Gerçekte bu dört sanıktan ikisi, kaçırma eylemine katılmakla birlikte, öldürme eylemine katılmamışlardır. Ancak Pensilvanya ceza hukuku hükümlerine göre, kaçırma eylemine katılanlar öldürme eyleminden de sorumludurlar ve bu suçun cezası idamdır. Zira “Amaççı (Finalist) Hareket Teorisi” üzerine kurulu olan Pensilvanya Ceza Kanunu hükümlerine göre, ceza sonuca bağlı olarak belirlenmekte, sonuç uyuşturucu satıcısının ölümü olmakla, öldürme eylemine fiilen katılmamış olsalar dahi, kaçırma eylemine fiilen katılanlar, öldürme eyleminden de şahsen sorumlu tutulmaktadırlar.

Cezanın kişiselliği ilkesine aykırı olmakla ceza hukuku bağlamında tartışmalı olan ve finalizm kavramına dayanan “Amaçcı (Finalist) Hareket Kuramı”nın fikir babası Alman ceza hukukçusu Hans Welzel’dir.  Bu kuramı tartışmaya açan, Amerika Birleşik Devletleri’nin pek çok eyaletinde halen uygulanmakta olan bu kuralı eleştiren roman, ceza hukuku eğitiminde yararlanılacak önemli bir edebiyat eseridir.

Hukuk Fakültesi’nde öğrenci iken teorik yönden öğrendiğim “Amaçcı (Finalist) Hareket Kuramı”nın, gerek ceza adaleti, gerekse suçun ve eylemin kişiselliği, suç ve eylemin nedenselliği/illiyet bağı yönünden içerdiği arızalı hususları ben tam olarak bu eseri okuduktan sonra yerli yerine koymayı öğrendim.

Amerikalı siyaset bilimci ve hukukçu John Rawls’un “yasaların ve hükümet politikalarının değiştirilmesini hedefleyen, aleni olarak yani halkın önünde icra edilen, şiddete dayanmayan, vicdani ve meşru bir eylem olan, ancak yasal olmayan” bir eylem olarak tanımladığı sivil itaatsizlik, aynı zamanda demokrasiyi ve demokratik refleksleri diri tutan bir siyasi eylemdir.

Sofokles’in “Antigone” isimli eseri, kadim tarihte eğer bu olay gerçekten yaşanmış ise, sivil itaatsizliğin ilk somut örneğidir.

Hepimizin bildiği üzere, sivil itaatsizliğin fikir babası Amerikalı şair ve düşünür Henry David Thoreau’dur. Gerçekte bir manifesto ve asıl adı “Resistance to Civil Government/Sivil Yönetime Direnme” olan, ancak daha çok “Civil Disobedience/Sivil İtaatsizlik” adıyla tanınan bu bildiri, 26 Ocak 1848 tarihinde, Thoreau, tarafından Concord Lisesi’inde halka ve öğrencilere bizzat okunmuştur. Bu manifestoyu hazırlamasında Thoreau’yu motive eden ve Thoreau’nun farkındalık yaratmak istediği hususlar: “logos”, yani akılla kavrama, “ethos”, yani etik davranma, “pathos” yani duyguyla kavramadır.

Kamu Hukuku dersinde öğrencilerin ilk karşılaştıklarında soyut bulacakları ve o nedenle bir yere oturtamayacakları sivil itaatsizlik kavramı hakkında yeterli bilgi sahibi olmaları için, Sofokles’in “Antigone” isimli eserinin ve Thoreau’nun “Resistance to Civil Government/Sivil Yönetime Direnme” başlıklı manifestosunun ders malzemesi olarak kullanılmasında büyük yarar vardır.

Anılarında siyahilerin, bir lider ve siyahi olarak kendisinden bir şeyler yapmasını beklediklerini ama kendisini ne yapması gerektiğini bilmediği için harekete geçemediğini ifade eden Martin Luther King, bir gün kütüphanede çalışırken Thoreau’nun manifestosunu okuduğunu, bunu okuduktan sonra ne yapması gerektiğini belirlediğini ve sivil itaatsizlik yolunu tutarak ezilen, itilen siyahilere öncülük ve liderlik ettiğini anlatır.

Yine Miguel Cervantes “Donkişot” isimli eserinde, yargıçların kanunları uygularken sadece kanunların sözü ile yetinmemelerini, aynı zamanda kanunların ruhunu da dikkate almalarını, her ikisini uzlaştırmaları gerektiğini söyler. Ki bu, günümüzde dahi yargıçlar tarafından çoğu zaman başvurulmayan bir yöntemdir.

Bir diğer örnek Anton Cehov’un “Suçlu” isimli öyküsüdür. Bu öyküde sanık olan Denis Grigoryev’i yargılayan yargıç, nihai kararını verirken şansız sanığı aklamak için hukukun her olasılığı dikkate alması gerektiği hususu üzerinde durur ve yine sanığın saikini değil, eylemi üzerinde etkili olan kümülatif/birikimsel kişisel eylemlerini göz önüne alır. Bu kısa öykü de, ileride avukat, yargıç veya savcı olacak olan öğrencilere yararlı olacak bir edebi eserdir.

Tutuklu ya da hükümlülerin psikolojisi, tutukluların karşılaştıkları zorluklar, yaşadıkları sıkıntılar, bütün bunların ruh dünyalarına nasıl yansıdığı konusunda önemli bir diğer eser de, Dostoyevski’nin “Ölü Evinden Anılar” isimli kitabında anlattığı kendi kişisel izlenimleridir. Kendisi de hapishane ve sürgün hayatı yaşayan yazar, bu eserinde, hapishanedeki yaşamı, oranın koşullarını, usullerini, raconunu, kendisiyle aynı kaderi paylaşan Goryançikov, Akim Akimiç ve Petrov gibi mahkumların, iç dünyalarındaki aşağılanmaya, ezilmişliğe, dışlanmışlığa, yalnızlığa karşı verdikleri mücadeleyi ve hiçbir zaman yitirmedikleri umutlarını anlatır. Bu eser de, gelecekte infaz savcısı olma olasılığı bulunan, ceza avukatlığı yapmayı hedefleyen hukuk fakültesi öğrencilerinin mutlaka okumaları gereken bir kitaptır.

Daha henüz hukuk fakültesi öğrencisi iken okuduğum bu eser, avukatlık mesleğini eylemli olarak icra etmeye başlamamdan, davalarını takip ettiğim müvekkillerimi hapishanede ziyaret etmemden sonra benim indimde edebiyatta, edebi eserlerde tematize edilen hayatlarla, gerçek hayatlar arasında bağ kurabildiğim nadir eserlerden birisidir.

Yargının araçsallaştırılmasının ve siyasallaşmasının ve yanı sıra ırkçılık mikrobunun toplumda yaratacağı tahribat yönünden önem arz eden ve o nedenle okunması gereken bir diğer eser de “Dreyfus Davası”dır. Yurttaşların yargıya olan güveninin sarsılmasının, buna bağlı olarak toplumda birlikte yaşama iradesinin ve arzusunun yok edilmesinin çok somut örneklerinden birisi ve yaşanmış bir haksızlığın hikayesi olan Dreyfus Davası kadar önemli olan bir diğer eser de, haksızlık karşısında susmaması gereken aydın sorumluluğunun en güzel, en somut örneklerinden birisi olan Emil Zola’nın Dreyfus’a sahip çıkan, onun uğradığı haksızlığa tanıklık eden dönemin Fransa Cumhurbaşkanı’na yazdığı “İtham Ediyorum” isimli açık mektubudur.

Bu mektuptan hareketle demek gerekir ki, dünyanın en kolay, ama en ucuz işi hükmedenden, güçlüden yana olmak ve tavır koymaktır. Oysa aydın olmak, bu sıfatı kazanmak tam da bunun aksini yapmayı gerektirir. Zira aydın, yaşadıklarına tanıklık eden; haklıdan, mazlumdan yana olan; haksızlık karşısında, zulüm karşısında korkup susmayan ve gerektiğinde bütün bunlar için bedel ödeyen kişidir. Ben bunun böyle olduğunu, aydın olmanın sorumluluğunu ve dayanılmaz ağırlığını Emil Zola’nın az yukarıda sözünü ettiğim eserinden öğrendim. O nedenle, size de bunu okumanızı, mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Haşmetgahım sakın ola ki, devletin menfaatini korumayı adalet zannetmeyiniz.” Bu tirat Alman şair, tarihçi ve tiyatro yazarı Schiller’in, İskoçya Kraliçesi Mary Stuart’ın hayatını anlattığı “Mary Stuart” isimli tiyatro eserinin kahramanlarından birisinin Kraliçe Mary Stuart’a verdiği bir öğüt. Bu öğütün anlamını, işlevini, önemini ve değerini anlamaları için, herhalde en başta “devletin menfaatini korumayı adalet sanan” bizim yargıçlarımızın bu tiyatro oyununu izlemeleri gerekir.

Elbette örnekleri daha da çoğaltmak mümkün. Mesela A.Kadir Meriçboyu’nun, Nazım Hikmet’in haksız olarak mahkum olmasının yaşanmış hikayesini anlattığı “1938 Harp Okulu Olayları ve Nazım Hikmet” isimli kitabı var. Yine “Sokrates’in Savunması”, Kafka’nın yargılama faaliyetini hicvettiği “Dava” isimli romanı var. Bunların her üçü de hukukçuların okumaları ve hukuk eğitiminde yararlanılması gereken önemli eserlerdir.

Yararlanılacak edebi eserler içinde şiir de, şiirler de vardır. Mesela Behçet Necatigil’in 1945 yılında yazdığı “Kovboy Filmleri” isimli şiiri. Necatigil, bu şiiri 72 yıl önce adaletten şikayetçi olduğu için, o tarihte Türkiye’nin adalet ile ilgili sıkıntılarını bildiği, bizzat yaşadığı ve bu adaletsizliklere tanıklık ettiği için yazmış. Bu sıkıntılar, bu sorunlar bugün de fazlasıyla mevcuttur. Yani Necatigil’in “hak mı arıyorsun, adalet mi arıyorsun, mahkemeye değil, kovboy filmlerine git” diyen bu güzel ve anlamlı şiiri, ne yazık ki günümüz Türkiye’sinde güncelliğini hala koruyor.

Hak arayanlar, adalet arayanlar için avukatların sadece iyi gün dostu değil, aynı zamanda kötü gün dostu olduğunu ifade eden Nazım Hikmet’in avukatı İrfan Emin Bey için yazdığı güzel bir şiiri var. “İyi günlerimde çok eller uzanır ellerime,/Resmimi, suratımı başköşeye asarlar…/Fakat demir kapıların her kapanışında üzerime,/Ardında taş duvarların her kaldığım zaman,/Ne arayan beni, ne soran…/Eeeehh, daha iyi be, bunun böyle olduğu…/Minnetim ve borçluluğum yalnız sana kalsın./İyi günlerimde benim unuttuğum insan eli/Nasılsın?” diyen bu şiiri de ara sıra okumak gerekir.

Sadece romanlar mı, hikayeler ve şiirler mi? Sürrealist İspanyol yönetmen ve senarist Luiz Bunuel “Sinema, duygular, düşler ve içgüdü dünyalarını anlatmak için en iyi araçtır” diyor. Yani sinema da var. Hukukçuların ve hukuk fakültesi öğrencilerinin mutlaka izlemesi, hocaların öğrencilerine izlettirmesi gereken filmler de var. Bunlara örnek olarak ‘Şeytanın Avukatı’, ‘Birkaç İyi Adam’, ‘Beklenmeyen Şahit’, ‘Nürnberg Duruşması’, ‘Dava’, ‘Başkanın Adamları’, ‘Öldürme Üzerine Kısa Bir Film’, ‘Pardon’, ‘Juri’, ‘Sanık’, ‘Bülbülü Öldürmek’, ‘Biz Kazanacağız’, ‘Ekmek ve Güller’, ‘Demir Çeneli Melekler’, ‘İçimdeki Deniz’, ‘12 Kızgın Adam’, ‘Hüküm’, ‘The Post’ isimli filmleri verebiliriz.

Edebi nitelikte olmamakla beraber, her hukuk fakültesi öğrencisi, her avukat, her savcı ve her yargıç tarafından okunması gereken iki kitap daha var. Yaşanılan bir şey olduğu kadar, hissedilen bir şey de olan ve kısaca “bir başkasının özel alanına yapılan amaçlı bir müdahalenin, yani zor kullanmanın yokluğu” olarak tanımlanan “özgürlük” ile yine insan için tıpkı özgürlük gibi ekmek kadar, su kadar aziz olan, gerekli ve vazgeçilmez olan “adalet” üzerine yazılmış iki kitap.

Bunlardan birincisi İngiliz düşünür J.S.Mill’in yazdığı “On Liberty/Özgürlük Üzerine” isimli kitabıdır.

İfade özgürlüğünü fayda temelinde savunan, “mutsuz bir Sokrates olmayı, mutlu bir domuz olmaya” tercih ettiğini ifade eden büyük İngiliz düşünürü John Stuart Mill, henüz aşılamamış olan 1859 yılında yazdığı “Özgürlük Üzerine” isimli abidevi eserinde şöyle diyor: “Bir fikrin susturulmasını, fikri susturulan insandan daha çok insan cinsine, yaşayan nesle olduğu kadar gelecek nesillere karşı da haydutluktur.  Şayet bir teki hariç bütün insanlar aynı fikirde olsalar ve yalnız bir kişi muhalif fikirde olsa, nasıl bir şahsın, elinde kuvvet olsa, insanları susturmaya hakkı yoksa, insanların da bu tek kişiyi susturmaya daha fazla hakları yoktur.

Açık söyleyeyim, ben ifade özgürlüğünün, benim ifade özgürlüğümden daha çok “ötekinin özgürlüğü” olduğunu Mill’den ve Mill’in bu değerli eserinden öğrendim.

Az yukarıda sözünü ettiğim ikinci eser, çağdaş bir sosyal sözleşme teorisi olan John Rawls’un “A Theory of Justice/Bir Adalet Teorisi” isimli eseridir. Siyaset teorisinde paradigma değişikliğine neden olduğu ileri sürülen bu eserin bana öğrettiği en önemli kavram, ilk kez bu kitap aracılığıyla tanıştığım “hakkaniyet olarak adalet” anlayışıdır.

Tarafsızlığı, sadece adalet ilkelerine göre karar vermede değil, aynı zamanda adalet ilkelerinin seçiminde de aramak gerektiğini savunan Rawls, kendi geliştirdiği “hakkaniyet olarak adalet” kavramıyla, hakkaniyete adalet ilkesinden ayrı ve daha önemli bir değer yükler. Ona göre hakkaniyetin temelinde kişisel tercihler, çıkarlar, öncelikler, görüşler, yargılar, ön yargılar yoktur. Sadece ve sadece tarafsızlık, özerklik, bağımsızlık vardır.

Adalet düşüncesinin “insanların birbirlerine olan saygısını kamusal olarak ifade etmeleri” olduğunu ve “onların bu yolla kendi değerlerini hissettirdiklerini” ileri süren Rawls’un “hakkaniyet olarak adalet” ilkesi, tam da bunu yapar. Bu bağlamda, “toplum bu ilkeleri takip ettiğinde, herkesin iyisi/değeri karşılıklı yarar sağlayan bir plana dahil olur ve her bir insanın kendi kurumlarındaki çabalarının bu kamusal teyidi insanların öz-saygısını destekler.” İnsanların öz-saygısına verilen bu destek dolayısıyla sosyal işbirliğinin etkinliği artar. Ve bütün bunlar, bu ilkeleri seçmek için güçlü nedenler sağlar.

İtiraf etmek gerekir ki, bir avukat olarak hakkaniyetin anlamını, önemini ve değerini az çok bilmeme rağmen, hakkaniyetin adaletle olan bu birlikteliğini, bu birlikteliğin önemini, değerini ve işlevini ben çok, ama çok uzun yıllar sonra Rawls’tan ve onun “Bir Adalet Teorisi” isimli eserinden öğrendim.

Hukukun en önemli amacı olan adalet, sadece Batı edebiyatının değil, aynı zamandan Doğu edebiyatın da ana ilgi alanı içindedir. Bu bağlamda, Doğu hikâye anlayışının temellerinden birisi de İngiliz şair William Watson’un “bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun” dediği adalet kurumudur.

Örneğin “Binbir Gece Masalları”nda en öne çıkan temaların başında adalet vurgusu gelir. Bu hikâyelerde ve bu amaçla, haksızlıkların önlenmesi, adaletin yerini bulması, hükümdarların adil davranmasının gerekliliği işlenir. Padişahın, vezirin veya halifenin tebdil-i kıyafet içinde çevrede dolaşması, gerçeğin tespit edilmesi, adaletin sağlanması amacına yöneliktir.

Aynı şekilde “bilgelerin bilgesi” demek olan Hintli Brahman Beydaba’nın “Kelile ve Dimne” isimli eseri de, Beydaba’nın çok sık bir araya geldiği, hayat, yönetim, siyaset, adalet, vicdan, erdem, acıma, hoşgörü, öfke, nefret, sevgi, arkadaşlık, dostluk konularında sohbet ettiği Hint hükümdarı Depşelim Şah’a ithafen yazılmıştır.

Beydaba’nın bu eseri adını, esere konu olan masallardan birisinin kahramanları olan Kelile ve Dimne isimli iki çakaldan alır. Bu çakallardan Kelile “doğrunun, dürüstlüğün, hakkın ve adaletin’, Dimne ise “yalanın ve hilebazlığın” simgesidir.

İnsanlığın ortak tarihinden harmanlanmış ve süzülmüş olan, her biri hak, adalet, doğruluk, dürüstlük gibi evrensel nitelikteki insani değerler konusunda öğüt ve ders veren bu masallar, kadim kültürün yarattığı ve bize bıraktığı bir insanlık mirasıdır.  Yazıldığı zamandan günümüze kadar binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen, bu eserin günümüzde daha hala önemli ve güncel olması bundan dolayıdır.

Örneğin, bu hikayelerinden birisinde Beydaba şunları yazar mesela:

…Gördüm ki insan, dört özelliğiyle hayvanlardan ayrılmış… Bu dört şey, dünyada ne varsa hepsini içine alır. Hikmet, iffet, akıl ve adaletten bahsediyorum. Bilgi, edep ve kabiliyet, hikmete girer. Benliğe hakim olma, sabır ve vakar, akla girer. Haya, geniş gönüllülük ve şahsiyetli olmak iffete girer. Doğruluk, iyilik, nefis murakabesi ve güzel ahlak ise adalete girer. İşte bütün üstün nitelikler, bundan ibarettir…” Arz ettim.