Birleşmiş Milletler Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile Birleşmiş Milletler Uluslararası İktisadi, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin (İkiz Yasaların) ortak birinci maddesinin birinci fıkrasına göre; “Bütün halklar kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir. Bu hak uyarınca bütün halklar, kendi siyasal statülerini özgürce belirlerler ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini özgürce gerçekleştirirler”. Türkiye Cumhuriyeti, İkiz Yasaları 15.08.2000 tarihinde imzalamış ve 04.06.2003 tarihinde yürürlüğe koymuştur.
İkiz Yasaların, hatta Birleşmiş Milletler (BM) Andlaşması’nın hazırlık çalışmalarından bu tarafa; kendi kaderini tayin etme, yani self determinasyon hakkının ne anlama geldiği, kapsamının ne olduğu, özellikle de bağımsız ve egemen bir devlet ülkesinde yerleşik, yani göçmen olmayan azınlık nüfusların bahsigeçen ülkenin bir kısmında, bu topraklara egemen kendi bağımsız devletlerini kurma haklarının olup olmadığı tartışılmaktadır. Bu yazımızda Uluslararası Hukuk literatüründe kendi kaderini tayin hakkının kapsamına dair farklı görüşlere yer verecek, bu hakkın “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesi ile ilişkisini açıklayacak ve bu çerçevede kendini halk tanımlayan insan topluluklarının ayrılma hakkının olup olmadığını inceleyeceğiz.
“Halkın kendi kaderin tayin hakkı” olarak bilinen self determinasyon, esas itibariyle Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı yapan Woodrow Wilson tarafından “Wilson Prensipleri” adı altında üretilmişse de, İkiz Yasaların hazırlık çalışmalarında hem Batı ve hem de Doğu Bloku devletleri tarafından sahiplenilmiştir. Yazının bütününde, "halkların kendi kaderlerini tayin hakkı" tezi ile ilgili eleştirilerimizi ve bu hakkı yanlış anlayan görüşe karşı düşüncelerimizi açıkladık. Bu hakkın varlığını inkar edilse de, Türkiye Cumhuriyeti halkın kendi kaderini tayin hakkının düzenlendiği iki BM Sözleşmesi'ni de imzalamış ve bağlayıcı olarak 2003 yılında yürürlüğe koymuştur. Ulus Devlet ve ulus ruhu kapsamında konunun değerlendirilmesi, iç hukuk meselesidir, çünkü Uluslararası Hukukta self determinasyon hakkının öznesi olarak halk tanımlanmıştır, ulus kavramı, devletlerin içişleri ile ilgilidir. Uygulamada, uluslararası sözleşmelerde ve teamülde kabul gören halkın kendi kaderini tayin hakkının yanlış ve geniş tatbik edilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu hakla ilgili siyasi saikten beslenen geniş yorum yaklaşımı, hukuki köken açıklanarak çürütülmüştür.
1. “Toprak Bütünlüğüne Saygı” İlkesi
Uluslararası Hukukun yapıtaşlarından birisi, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesidir. BM Andlaşması’nın 2. maddesinin 4. fıkrasına göre; “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar”. Uluslararası Adalet Divanı’nın yerleşik içtihadı, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesini ve kuvvet kullanma yasağını Uluslararası Teamül Hukuku normu, hatta jus cogens olarak nitelendirmektedir[1].
Bu ilkenin devletlerarası ilişkilerde bu derece önemli bir yerinin olması, ilkenin istisnaları olmadığı anlamına gelmemektedir. Nitekim BM Andlaşması’nın yürürlüğe girdiği 1945 yılından bu tarafa, ülke sınırlarına kuvvet kullanılarak müdahale edildiği görülebilmektedir. Ancak hukuka uygun müdahalenin, yani “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin istisnasının dayanağı, BM Andlaşması’nda bulunmaktadır.
Andlaşmanın “Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Eylemi” başlıklı 7. bölümünde, BM Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması veya yeniden kurulması ile görevlendirilmiştir. Tehdit olduğu kanaatine ulaşan Güvenlik Konseyi; uyuşmazlığın taraflarını geçici önlemler almaya davet etme[2], tavsiyede bulunma[3], ekonomik ilişkilerin ve demiryolu, deniz, hava, posta, telgraf, radyo ve diğer iletişim ve ulaştırma araçlarının tümüyle ya da bir bölümüyle kesintiye uğratılmasına, diplomatik ilişkilerin kesilmesine[4] karar verme ve bunların yetersiz kalacağı kanısına varırsa uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için, hava, deniz ya da kara kuvvetleri aracılığıyla, gerekli saydığı her türlü girişimde bulunma[5] yetkisini haizdir. Güvenlik Konseyi’nin tavsiye niteliğinde olmayan kararları, Genel Kurul kararlarının aksine, bağlayıcı niteliktedir. Başka bir ifadeyle BM üyelerinin tamamı, olası bir müdahale kararına riayet etmek zorundadır. Bu nedenle “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesi, devletlere mutlak bir dokunulmazlık sağlamamaktadır.
Bağımsız bir ülkede gerçekleşen ayrılıkçı hareketlerin uluslararası barışı ve güvenliği tehdit ettiği durumda, BM Güvenlik Konseyi duruma müdahale edebilecek ve siyasi alanda verilen kararlar maalesef ülkelerin bölünmesi ile sonuçlanabilecektir. Bu tür bir durumun gerçekleşmesi; BM Güvenlik Konseyi’nin daimi beş üyesi ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık ve Fransa arasındaki siyasal kutuplaşma gözönüne alındığında, bir hayli zayıf bir ihtimaldir. Bizce de bu ihtimal üzerinden bağımsız bir ülkenin toprak bütünlüğüne müdahale edilmesi ve bölünmesi doğru değildir.
Yukarıda yer verdiğimiz Uluslararası Hukuk kurallarına ek olarak belirtmek isteriz ki; günümüzde insani müdahale, “savunma saldırısı” ve benzeri bazı argümanlar, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin istisnası olma iddiasını taşımaktadır. Ancak bu görüşlerin istisnai nicelikte kullanıldığı, bu sebeple Uluslararası Teamül Hukuku normu olmaktan çok uzak olduğu ve uluslararası sözleşmelerde bağlayıcı şekilde düzenlenmediği bir gerçektir. Elbette hukuktan ziyade gücün önem taşıdığı uluslararası alanda devletlerin hukuka aykırı davranışlarını hukukileştirme çabaları olacaktır; ancak “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesi gibi temel bir norma, bildiri nitelikli metinlerin yorumlanması ile istisna getirilmeyeceği açıktır[6].
2. Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 31 ve 32. maddeleri genel olarak; uluslararası bir sözleşme hükmünün sözleşmenin bütünü içinde ve konu ve amacı ışığında yorumlanacağını, bu yoruma karşın hükmün anlamı muğlakta kalmakta ise sözleşmenin hazırlık çalışmalarından faydalanılabileceğini öngörmektedir.
Halkların kendi kaderini tayin hakkı; İkiz Yasalardan önce BM Andlaşması’nın 1. maddesinin 2. fıkrasında örgütün amaçları arasında sayılmış, 55 ve 73. maddelerinde bu amacın örgüt görevlerine yansımasına yer verilmiştir. BM Andlaşması’nın bütünü incelendiğinde; “toprak bütünlüğü” ilkesi ve self determinasyon hakkının bir arada tanındığı görülmektedir, yani self determinasyon hakkına ilişkin hükümlerin anlaşılması için, bu hakkın “toprak bütünlüğü” ilkesi ile birlikte ele alınması gerektiği tartışmasızdır.
Gerek BM Andlaşması’nın yapıtaşlarından birini oluşturan ve gerekse bir Uluslararası Teamül Hukuku normu olduğu Uluslararası Adalet Divanı tarafından defalarca tekrarlanan[7] “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin, self determinasyon hakkı ile arasında bir çelişki olduğu düşünülebilirse de; iki hukuk normu arasında bir çatışma olması halinde, birinin diğerinin özünü zedeleyecek şekilde yorumlanamaması esasından[8] hareketle, bu iki norm arasında bir çelişki olmadığı, çünkü self determinasyon hakkının ayrılma hakkını içermediği sonucuna varılacaktır. Başka bir ifadeyle; kendi kaderini tayin hakkı, “toprak bütünlüğü” ilkesinin anlamını kaybetmesine yol açacak bir şekilde, yani ayrılma hakkını içerecek şekilde yorumlanması mümkün değildir. Ancak bu halde, kendini halk olarak nitelendiren insan topluluklarının Uluslararası Hukukta haklarının olduğunu savunmak da kendi kaderini tayin hakkının özünü zedeleyeceğinden, iki normun denge içerisinde yorumlanması gerektiği tartışmasızdır.
BM Andlaşması’nın bütününün incelenmesine rağmen kendi kaderini tayin hakkının anlamının muğlakta kaldığı iddiası ile ilgili olarak Andlaşmanın hazırlık çalışmalarına bakıldığında, bu hakkın Andlaşma ile uyumlu yorumunun kesinlikle ayrılma hakkını kapsamadığı yönünde mutabakata varıldığı görülecektir. Andlaşma tasarısını hazırlayan Komite; kendi kaderini tayin hakkının “ne olmadığı” hususu üzerinde durmuş[9], bir azınlığın egemen bir ülkeden ayrılmasını ve birden fazla bağımsız ülkede bulunan azınlıkların birleşmesini bu hak kapsamında değerlendirmemiş, kendi kaderini tayin hakkı bağımsız bir devlet ülkesinde yaşayan insan topluluğunun bir bütün olarak kendi kendisini yönetmesi olduğunu belirtmiştir[10].
Bu açıklamalar ışığında İkiz Yasaların ortak 1. maddesinin yorumuna geri dönüldüğünde; hazırlık çalışmalarının incelemesi, kendi kaderini tayin hakkının üç tip insan topluluğu için geçerli olduğu görüşünü ortaya çıkarmaktadır. Bunlar; bağımsız ve egemen bir devletin ülkesinde yaşayan nüfusun tamamı, sömürgede bulunan topraklarda yaşayan nüfusun tamamı ve yabancı bir devletin askeri işgali altında yaşayan nüfuslardır. Görüleceği üzere, kendi kaderini tayin hakkının dış ve iç olmak üzere iki uygulaması vardır. Nüfus tiplerinden ilki, kendi kaderini tayin hakkını içeride uygularken, ikinci ve üçüncü nüfuslar dış, yani yabancı bir devlete karşı, bu hakkı kullanabilmektedirler.
Belirtmeliyiz ki; “halk” teriminin Uluslararası Hukukta net bir tanımı yoktur. Bağımsız ve egemen bir devletin ülkesi içerisinde yaşayan, tarihsel olarak etnik köken, dini ve kültürel inanç ve ritüeller, dil ve benzeri hususlarda o ülkenin geri kalanına kıyasla azınlık konumunda olan toplulukların kendilerini halk olarak nitelendirmesi, örneğin BM Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu tarafından geliştirilen ve ortak tarih, benzer ırk veya etnik köken, kültürel yeknesaklık, dil birliği, dini veya ideolojik yakınlık, bir toprağa bağlılık ve ortak iktisadi yaşam paydalarında birleşen toplulukların halk olarak nitelendirileceğini öngören tanıma uygun olacaktır[11]. Ancak bu durum, “kendi kaderini tayin etme hakkından faydalanan” halkın, farklı şekillerde yorumlanabileceği anlamına gelmez. Uluslararası Hukuk, yukarıda açıkladığımız çerçevede self determinasyonun sınırlarını net bir biçimde belirlemektedir. Self determinasyon hakkının öznesi halk; etnik bir topluluk değil (ethnos), sınırları belirli bir toprakta yaşayan nüfustur (demos) [12].
3. Ülkelerin Bölünmesi
Uluslararası Hukuk doktrininde, kendi kaderini tayin hakkına dayanarak ülkenin bir kısmının geri kalanından ayrılarak bağımsız bir Devlet kurma iddiaları, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesi çerçevesinde geliştirilen antitezlerle karşılaşmıştır. Bir görüşe göre; “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesi yalnızca devletlerarası ilişkileri düzenleyen bir kural olduğundan ülkelerin bölünmesi durumuna uygulanamamaktadır, çünkü uyuşmazlığın taraflarından birisi “devlet” değildir. Uluslararası Teamül Hukukuna göre (bu teamül zamanla Montevideo Sözleşmesi’nde derlenmiştir) devlet; sınırları belirli bir toprak parçasına, sabit bir nüfusa, bağımsız, etkin ve meşru bir hükümete ve yabancı devletlerle ilişkiye girebilme yetisine sahip bir kurumdur. Buna ek olarak; tartışmalı da olsa, BM Güvenlik Konseyi’nin teklifi üzerine Genel Kurul’un kabul etmesi ile BM’ye üyelik, yani uluslararası tanınma elde etme de, devletin kurucu unsurlarından birisidir. Taraflardan birisinin devlet, diğerinin devlet olma şartlarını sağlamayan ayrılıkçı hareket olduğu bir durumda; “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin uygulanmayacağı bir an için kabul edildiğinde, kendi kaderini tayin hakkının ayrılma hakkını kapsadığı sonucuna ulaşılabilecek midir? Kanaatimizce bu durum, hem bir önceki başlıkta açıkladığımız şekilde kendi kaderini tayin hakkının mahiyeti ile bağdaşmamakta ve hem de uluslararası teamül bu sorunun olumlu cevaplanmasına izin vermemektedir.
Milletler Cemiyeti Uluslararası Hukukçular Komisyonu (UHK) tarafından çözümlenen Aaland Adaları sorununa konu somut olayda; ağırlıklı olarak İsveççe konuşan Aaland Adaları nüfusu, Finlandiya’dan ayrılmak ve İsveç’e katılmak istemiştir. UHK’ya göre; böyle bir ayrılma ancak bütün Finlandiya halkının rızasının alınması durumunda geçerli olacaktır, ayrılmak isteyen bölge nüfusunun bu yönde irade beyanı, tek başına yeterli değildir. UHK’nın kendi kaderini tayin hakkından faydalanan halkı, Finlandiya’nın bütün nüfusu olarak değerlendirdiği görülmektedir.
Bu hususta günümüze daha yakın bir diğer örnek Kanada Yüksek Mahkemesi’nin Quebec Eyaleti’nin ayrılma istemi üzerine verdiği 1998 tarihli görüştür. Quebec’te gerçekleşen referandumda Kanada’dan ayrılarak bağımsız bir Quebec Devleti kurulması yönünde bir sonuç çıkmıştır. Ancak Mahkemeye göre Kanada bir bütün olarak kendi kaderini tayin hakkından faydalanmaktadır ve her ne kadar Quebec Federe Devleti’nin ayrılma yönünde beyanı önemli olsa da, iki meşru çoğunluk sağlanmadığı sürece ayrılma kendi kaderini tayin hakkına aykırı olacaktır. Bu meşru çoğunluklardan biri Quebec nüfusuna, diğeri de bütün Kanada’ya aittir; yani her iki birim de Quebec’in ayrılması yönünde iradesini bildirmiş olsa idi, kendi kaderini tayin hakkının gereği sağlanmış olacaktır[13].
Başarılı olarak nitelendirilebilecek bölünmeler, “ana” ülke devletinin rızası, yani tanıması ile gerçekleşebilmektedir. SSCB’den ayrılan Estonya, Letonya ve Litvanya’nın BM üyelikleri, ancak SSCB tarafından tanınmalarından sonra gerçekleşmiştir. Bangladeş’in bağımsızlığı, Pakistan’ın rızası üzerine tanınmıştır. Güney Sudan’ın Sudan’dan ayrılışı, Çekoslovakya’nın Çek Cumhuriyeti (Çekya) ve Slovakya olarak ikiye bölünmesi de ana ülke devletinin rızası ve iki meşru çoğunluk aranması şartları ile örtüşmektedir. Kısacası uygulama, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin dışında, kendi kaderini tayin hakkının ayrılma hakkını içermediğini göstermektedir.
4. Kendi Kaderini Tayin Hakkı Kapsamında Devletlerin Sorumluluğu
Kendi kaderini tayin hakkı; bir ülkede yaşayan ve kendini halk olarak tanımlayan farklı insan topluluklarına ayrılma hakkı vermediğine göre, ana ülke devletinin rızası olmadığı durumda ve BM Güvenlik Konseyi’nin bu yönde bir kararı yokken, kendi kaderini tayin hakkı devletlere tam olarak hangi ödevi yüklemektedir? Kendini halk olarak nitelendiren grupların herhangi bir hakkı olmadığı sonucuna ulaşmak, mümkün değildir.
Uluslararası Teamül Hukuku; kendi kaderini tayin hakkının sağlanması noktasında devletlere, çoğulcu bir yönetim kurma, ırk, etnik köken, renk, din ayırımı yapmadan toplumun bütün kesimlerinin aynı haklardan yararlanmasını ve farklı toplulukların ülke yönetimine katılımını sağlama ödevini yüklemektedir[14]. Bu nedenle, bireylerin kültürel haklarına saygı duyulmalı ve farklı kesimlerin ulusal düzeyde karar mekanizmalarında yer aldıklarından emin olunmalıdır[15]. Ülke nüfusunun kendi kaderini tayin edebilmesi için; bireylerin temel hak ve hürriyetlerine, özellikle ifade hürriyeti, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, seçme ve seçilme haklarına saygı gösterilmeli, ayırımcılık yasağına riayet edilmelidir. Bu noktada İkiz Yasalar, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve “Kanun önünde eşitlik” başlıklı Anayasa m.10 ile “Adalet ve kanun önünde eşitlik” başlıklı Türk Ceza Kanunu m.3 esas alınmalıdır.
Bunun dışında, bahse konu sözleşmelerden hareketle self determinasyon, yani halkların kendi kaderlerini tayin hakkı olduğundan hareketle, dileyenin bağlı olduğu devletten kopma, oylama yapıp tek taraflı bağımsızlık ilanı hukuki dayanaktan yoksundur. Elbette Uluslararası Hukuk kurallarının gevşek olduğu, değişkenlik gösterdiği ve güçlü devletlerce oluşturulup dayatılan teamüllerle bazı devletlerin zor durumda bırakıldığı, egemenliklerine müdahale edildiği bir gerçektir. Her devletin toprak bütünlüğünü koruyup kollama ödevi ve toplumuna taahhüdü vardır. Bu taahhüt devlete; ülkenin içinden veya dışından, toprak bütünlüğüne ve ulusal güvenliğe gelebilecek tüm tehdit ve saldırılara karşı koyma, gerektiğinde kendini savunma hakkını vermekte ve vatandaşlarına karşı da bu yükümlülüğü yüklemektedir.
Toprak bütünlüğünün korunması ve ayrılma, bir kısmın bağımsızlaşması veya bir başka yerle birleşmesi gibi konularda nihai kararı devlet de veremez. Devletin işi; toplumsal mutabakatla kendisine verilen kamu kudretini kullanma yetkisini, ülkeyi, milleti ve bireyleri koruyup kollama ile sınırlıdır. Bunun dışında kalan tasarruflar, o ülkede yaşayan bütün topluma ait bir karardır ki, esas itibariyle toplumun birlikten yana olacağı ve ulus ruhunu zedeleyen hareketlerden de uzak duracağı tartışmasızdır. Devlet; temel hak ve hürriyetlere saygı göstererek, toplumu oluşturan bireylere eşit mesafede durarak ve en önemlisi de hukuku ve düzeni ayakta tutarak ulus ruhunu hissettirmeli, bu yolla birlikte yaşamanın önemini vurgulamalıdır.
Son söz;
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile Birinci Dünya Savaşı’nı kaybettiği ilan edilen Osmanlı İmparatorluğu’na, 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan ve 433 maddeden ibaret Sevr Barış Andlaşması dayatılmıştır. Sevr ile parçalanma sürecine sokulan Türk Milleti; Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının önderliğinde verdiği Kurtuluş Savaşı sonucunda, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan ve 143 maddeden ibaret Lozan Barış Andlaşması ve bu Andlaşma sonrasında 29 Ekim 1923 tarihinde kurulup ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile tekrar bütünleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tüm ilke ve esasları ile sapasağlam ayaktadır ve ayakta kalmaya da devam edecektir. Yabancı devletlerin işgaline karşı kendi kaderini tayin hakkını kullanan Türkiye halkı, bugün de bu haktan faydalanmaya bir bütün olarak devam etmelidir.
Prof. Dr. Ersan Şen
Stj. Av. Fatma Betül Bodur
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
İkiz Yasaların, hatta Birleşmiş Milletler (BM) Andlaşması’nın hazırlık çalışmalarından bu tarafa; kendi kaderini tayin etme, yani self determinasyon hakkının ne anlama geldiği, kapsamının ne olduğu, özellikle de bağımsız ve egemen bir devlet ülkesinde yerleşik, yani göçmen olmayan azınlık nüfusların bahsigeçen ülkenin bir kısmında, bu topraklara egemen kendi bağımsız devletlerini kurma haklarının olup olmadığı tartışılmaktadır. Bu yazımızda Uluslararası Hukuk literatüründe kendi kaderini tayin hakkının kapsamına dair farklı görüşlere yer verecek, bu hakkın “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesi ile ilişkisini açıklayacak ve bu çerçevede kendini halk tanımlayan insan topluluklarının ayrılma hakkının olup olmadığını inceleyeceğiz.
“Halkın kendi kaderin tayin hakkı” olarak bilinen self determinasyon, esas itibariyle Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı yapan Woodrow Wilson tarafından “Wilson Prensipleri” adı altında üretilmişse de, İkiz Yasaların hazırlık çalışmalarında hem Batı ve hem de Doğu Bloku devletleri tarafından sahiplenilmiştir. Yazının bütününde, "halkların kendi kaderlerini tayin hakkı" tezi ile ilgili eleştirilerimizi ve bu hakkı yanlış anlayan görüşe karşı düşüncelerimizi açıkladık. Bu hakkın varlığını inkar edilse de, Türkiye Cumhuriyeti halkın kendi kaderini tayin hakkının düzenlendiği iki BM Sözleşmesi'ni de imzalamış ve bağlayıcı olarak 2003 yılında yürürlüğe koymuştur. Ulus Devlet ve ulus ruhu kapsamında konunun değerlendirilmesi, iç hukuk meselesidir, çünkü Uluslararası Hukukta self determinasyon hakkının öznesi olarak halk tanımlanmıştır, ulus kavramı, devletlerin içişleri ile ilgilidir. Uygulamada, uluslararası sözleşmelerde ve teamülde kabul gören halkın kendi kaderini tayin hakkının yanlış ve geniş tatbik edilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu hakla ilgili siyasi saikten beslenen geniş yorum yaklaşımı, hukuki köken açıklanarak çürütülmüştür.
1. “Toprak Bütünlüğüne Saygı” İlkesi
Uluslararası Hukukun yapıtaşlarından birisi, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesidir. BM Andlaşması’nın 2. maddesinin 4. fıkrasına göre; “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar”. Uluslararası Adalet Divanı’nın yerleşik içtihadı, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesini ve kuvvet kullanma yasağını Uluslararası Teamül Hukuku normu, hatta jus cogens olarak nitelendirmektedir[1].
Bu ilkenin devletlerarası ilişkilerde bu derece önemli bir yerinin olması, ilkenin istisnaları olmadığı anlamına gelmemektedir. Nitekim BM Andlaşması’nın yürürlüğe girdiği 1945 yılından bu tarafa, ülke sınırlarına kuvvet kullanılarak müdahale edildiği görülebilmektedir. Ancak hukuka uygun müdahalenin, yani “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin istisnasının dayanağı, BM Andlaşması’nda bulunmaktadır.
Andlaşmanın “Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Eylemi” başlıklı 7. bölümünde, BM Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması veya yeniden kurulması ile görevlendirilmiştir. Tehdit olduğu kanaatine ulaşan Güvenlik Konseyi; uyuşmazlığın taraflarını geçici önlemler almaya davet etme[2], tavsiyede bulunma[3], ekonomik ilişkilerin ve demiryolu, deniz, hava, posta, telgraf, radyo ve diğer iletişim ve ulaştırma araçlarının tümüyle ya da bir bölümüyle kesintiye uğratılmasına, diplomatik ilişkilerin kesilmesine[4] karar verme ve bunların yetersiz kalacağı kanısına varırsa uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için, hava, deniz ya da kara kuvvetleri aracılığıyla, gerekli saydığı her türlü girişimde bulunma[5] yetkisini haizdir. Güvenlik Konseyi’nin tavsiye niteliğinde olmayan kararları, Genel Kurul kararlarının aksine, bağlayıcı niteliktedir. Başka bir ifadeyle BM üyelerinin tamamı, olası bir müdahale kararına riayet etmek zorundadır. Bu nedenle “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesi, devletlere mutlak bir dokunulmazlık sağlamamaktadır.
Bağımsız bir ülkede gerçekleşen ayrılıkçı hareketlerin uluslararası barışı ve güvenliği tehdit ettiği durumda, BM Güvenlik Konseyi duruma müdahale edebilecek ve siyasi alanda verilen kararlar maalesef ülkelerin bölünmesi ile sonuçlanabilecektir. Bu tür bir durumun gerçekleşmesi; BM Güvenlik Konseyi’nin daimi beş üyesi ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık ve Fransa arasındaki siyasal kutuplaşma gözönüne alındığında, bir hayli zayıf bir ihtimaldir. Bizce de bu ihtimal üzerinden bağımsız bir ülkenin toprak bütünlüğüne müdahale edilmesi ve bölünmesi doğru değildir.
Yukarıda yer verdiğimiz Uluslararası Hukuk kurallarına ek olarak belirtmek isteriz ki; günümüzde insani müdahale, “savunma saldırısı” ve benzeri bazı argümanlar, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin istisnası olma iddiasını taşımaktadır. Ancak bu görüşlerin istisnai nicelikte kullanıldığı, bu sebeple Uluslararası Teamül Hukuku normu olmaktan çok uzak olduğu ve uluslararası sözleşmelerde bağlayıcı şekilde düzenlenmediği bir gerçektir. Elbette hukuktan ziyade gücün önem taşıdığı uluslararası alanda devletlerin hukuka aykırı davranışlarını hukukileştirme çabaları olacaktır; ancak “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesi gibi temel bir norma, bildiri nitelikli metinlerin yorumlanması ile istisna getirilmeyeceği açıktır[6].
2. Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 31 ve 32. maddeleri genel olarak; uluslararası bir sözleşme hükmünün sözleşmenin bütünü içinde ve konu ve amacı ışığında yorumlanacağını, bu yoruma karşın hükmün anlamı muğlakta kalmakta ise sözleşmenin hazırlık çalışmalarından faydalanılabileceğini öngörmektedir.
Halkların kendi kaderini tayin hakkı; İkiz Yasalardan önce BM Andlaşması’nın 1. maddesinin 2. fıkrasında örgütün amaçları arasında sayılmış, 55 ve 73. maddelerinde bu amacın örgüt görevlerine yansımasına yer verilmiştir. BM Andlaşması’nın bütünü incelendiğinde; “toprak bütünlüğü” ilkesi ve self determinasyon hakkının bir arada tanındığı görülmektedir, yani self determinasyon hakkına ilişkin hükümlerin anlaşılması için, bu hakkın “toprak bütünlüğü” ilkesi ile birlikte ele alınması gerektiği tartışmasızdır.
Gerek BM Andlaşması’nın yapıtaşlarından birini oluşturan ve gerekse bir Uluslararası Teamül Hukuku normu olduğu Uluslararası Adalet Divanı tarafından defalarca tekrarlanan[7] “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin, self determinasyon hakkı ile arasında bir çelişki olduğu düşünülebilirse de; iki hukuk normu arasında bir çatışma olması halinde, birinin diğerinin özünü zedeleyecek şekilde yorumlanamaması esasından[8] hareketle, bu iki norm arasında bir çelişki olmadığı, çünkü self determinasyon hakkının ayrılma hakkını içermediği sonucuna varılacaktır. Başka bir ifadeyle; kendi kaderini tayin hakkı, “toprak bütünlüğü” ilkesinin anlamını kaybetmesine yol açacak bir şekilde, yani ayrılma hakkını içerecek şekilde yorumlanması mümkün değildir. Ancak bu halde, kendini halk olarak nitelendiren insan topluluklarının Uluslararası Hukukta haklarının olduğunu savunmak da kendi kaderini tayin hakkının özünü zedeleyeceğinden, iki normun denge içerisinde yorumlanması gerektiği tartışmasızdır.
BM Andlaşması’nın bütününün incelenmesine rağmen kendi kaderini tayin hakkının anlamının muğlakta kaldığı iddiası ile ilgili olarak Andlaşmanın hazırlık çalışmalarına bakıldığında, bu hakkın Andlaşma ile uyumlu yorumunun kesinlikle ayrılma hakkını kapsamadığı yönünde mutabakata varıldığı görülecektir. Andlaşma tasarısını hazırlayan Komite; kendi kaderini tayin hakkının “ne olmadığı” hususu üzerinde durmuş[9], bir azınlığın egemen bir ülkeden ayrılmasını ve birden fazla bağımsız ülkede bulunan azınlıkların birleşmesini bu hak kapsamında değerlendirmemiş, kendi kaderini tayin hakkı bağımsız bir devlet ülkesinde yaşayan insan topluluğunun bir bütün olarak kendi kendisini yönetmesi olduğunu belirtmiştir[10].
Bu açıklamalar ışığında İkiz Yasaların ortak 1. maddesinin yorumuna geri dönüldüğünde; hazırlık çalışmalarının incelemesi, kendi kaderini tayin hakkının üç tip insan topluluğu için geçerli olduğu görüşünü ortaya çıkarmaktadır. Bunlar; bağımsız ve egemen bir devletin ülkesinde yaşayan nüfusun tamamı, sömürgede bulunan topraklarda yaşayan nüfusun tamamı ve yabancı bir devletin askeri işgali altında yaşayan nüfuslardır. Görüleceği üzere, kendi kaderini tayin hakkının dış ve iç olmak üzere iki uygulaması vardır. Nüfus tiplerinden ilki, kendi kaderini tayin hakkını içeride uygularken, ikinci ve üçüncü nüfuslar dış, yani yabancı bir devlete karşı, bu hakkı kullanabilmektedirler.
Belirtmeliyiz ki; “halk” teriminin Uluslararası Hukukta net bir tanımı yoktur. Bağımsız ve egemen bir devletin ülkesi içerisinde yaşayan, tarihsel olarak etnik köken, dini ve kültürel inanç ve ritüeller, dil ve benzeri hususlarda o ülkenin geri kalanına kıyasla azınlık konumunda olan toplulukların kendilerini halk olarak nitelendirmesi, örneğin BM Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu tarafından geliştirilen ve ortak tarih, benzer ırk veya etnik köken, kültürel yeknesaklık, dil birliği, dini veya ideolojik yakınlık, bir toprağa bağlılık ve ortak iktisadi yaşam paydalarında birleşen toplulukların halk olarak nitelendirileceğini öngören tanıma uygun olacaktır[11]. Ancak bu durum, “kendi kaderini tayin etme hakkından faydalanan” halkın, farklı şekillerde yorumlanabileceği anlamına gelmez. Uluslararası Hukuk, yukarıda açıkladığımız çerçevede self determinasyonun sınırlarını net bir biçimde belirlemektedir. Self determinasyon hakkının öznesi halk; etnik bir topluluk değil (ethnos), sınırları belirli bir toprakta yaşayan nüfustur (demos) [12].
3. Ülkelerin Bölünmesi
Uluslararası Hukuk doktrininde, kendi kaderini tayin hakkına dayanarak ülkenin bir kısmının geri kalanından ayrılarak bağımsız bir Devlet kurma iddiaları, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesi çerçevesinde geliştirilen antitezlerle karşılaşmıştır. Bir görüşe göre; “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesi yalnızca devletlerarası ilişkileri düzenleyen bir kural olduğundan ülkelerin bölünmesi durumuna uygulanamamaktadır, çünkü uyuşmazlığın taraflarından birisi “devlet” değildir. Uluslararası Teamül Hukukuna göre (bu teamül zamanla Montevideo Sözleşmesi’nde derlenmiştir) devlet; sınırları belirli bir toprak parçasına, sabit bir nüfusa, bağımsız, etkin ve meşru bir hükümete ve yabancı devletlerle ilişkiye girebilme yetisine sahip bir kurumdur. Buna ek olarak; tartışmalı da olsa, BM Güvenlik Konseyi’nin teklifi üzerine Genel Kurul’un kabul etmesi ile BM’ye üyelik, yani uluslararası tanınma elde etme de, devletin kurucu unsurlarından birisidir. Taraflardan birisinin devlet, diğerinin devlet olma şartlarını sağlamayan ayrılıkçı hareket olduğu bir durumda; “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin uygulanmayacağı bir an için kabul edildiğinde, kendi kaderini tayin hakkının ayrılma hakkını kapsadığı sonucuna ulaşılabilecek midir? Kanaatimizce bu durum, hem bir önceki başlıkta açıkladığımız şekilde kendi kaderini tayin hakkının mahiyeti ile bağdaşmamakta ve hem de uluslararası teamül bu sorunun olumlu cevaplanmasına izin vermemektedir.
Milletler Cemiyeti Uluslararası Hukukçular Komisyonu (UHK) tarafından çözümlenen Aaland Adaları sorununa konu somut olayda; ağırlıklı olarak İsveççe konuşan Aaland Adaları nüfusu, Finlandiya’dan ayrılmak ve İsveç’e katılmak istemiştir. UHK’ya göre; böyle bir ayrılma ancak bütün Finlandiya halkının rızasının alınması durumunda geçerli olacaktır, ayrılmak isteyen bölge nüfusunun bu yönde irade beyanı, tek başına yeterli değildir. UHK’nın kendi kaderini tayin hakkından faydalanan halkı, Finlandiya’nın bütün nüfusu olarak değerlendirdiği görülmektedir.
Bu hususta günümüze daha yakın bir diğer örnek Kanada Yüksek Mahkemesi’nin Quebec Eyaleti’nin ayrılma istemi üzerine verdiği 1998 tarihli görüştür. Quebec’te gerçekleşen referandumda Kanada’dan ayrılarak bağımsız bir Quebec Devleti kurulması yönünde bir sonuç çıkmıştır. Ancak Mahkemeye göre Kanada bir bütün olarak kendi kaderini tayin hakkından faydalanmaktadır ve her ne kadar Quebec Federe Devleti’nin ayrılma yönünde beyanı önemli olsa da, iki meşru çoğunluk sağlanmadığı sürece ayrılma kendi kaderini tayin hakkına aykırı olacaktır. Bu meşru çoğunluklardan biri Quebec nüfusuna, diğeri de bütün Kanada’ya aittir; yani her iki birim de Quebec’in ayrılması yönünde iradesini bildirmiş olsa idi, kendi kaderini tayin hakkının gereği sağlanmış olacaktır[13].
Başarılı olarak nitelendirilebilecek bölünmeler, “ana” ülke devletinin rızası, yani tanıması ile gerçekleşebilmektedir. SSCB’den ayrılan Estonya, Letonya ve Litvanya’nın BM üyelikleri, ancak SSCB tarafından tanınmalarından sonra gerçekleşmiştir. Bangladeş’in bağımsızlığı, Pakistan’ın rızası üzerine tanınmıştır. Güney Sudan’ın Sudan’dan ayrılışı, Çekoslovakya’nın Çek Cumhuriyeti (Çekya) ve Slovakya olarak ikiye bölünmesi de ana ülke devletinin rızası ve iki meşru çoğunluk aranması şartları ile örtüşmektedir. Kısacası uygulama, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin dışında, kendi kaderini tayin hakkının ayrılma hakkını içermediğini göstermektedir.
4. Kendi Kaderini Tayin Hakkı Kapsamında Devletlerin Sorumluluğu
Kendi kaderini tayin hakkı; bir ülkede yaşayan ve kendini halk olarak tanımlayan farklı insan topluluklarına ayrılma hakkı vermediğine göre, ana ülke devletinin rızası olmadığı durumda ve BM Güvenlik Konseyi’nin bu yönde bir kararı yokken, kendi kaderini tayin hakkı devletlere tam olarak hangi ödevi yüklemektedir? Kendini halk olarak nitelendiren grupların herhangi bir hakkı olmadığı sonucuna ulaşmak, mümkün değildir.
Uluslararası Teamül Hukuku; kendi kaderini tayin hakkının sağlanması noktasında devletlere, çoğulcu bir yönetim kurma, ırk, etnik köken, renk, din ayırımı yapmadan toplumun bütün kesimlerinin aynı haklardan yararlanmasını ve farklı toplulukların ülke yönetimine katılımını sağlama ödevini yüklemektedir[14]. Bu nedenle, bireylerin kültürel haklarına saygı duyulmalı ve farklı kesimlerin ulusal düzeyde karar mekanizmalarında yer aldıklarından emin olunmalıdır[15]. Ülke nüfusunun kendi kaderini tayin edebilmesi için; bireylerin temel hak ve hürriyetlerine, özellikle ifade hürriyeti, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, seçme ve seçilme haklarına saygı gösterilmeli, ayırımcılık yasağına riayet edilmelidir. Bu noktada İkiz Yasalar, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve “Kanun önünde eşitlik” başlıklı Anayasa m.10 ile “Adalet ve kanun önünde eşitlik” başlıklı Türk Ceza Kanunu m.3 esas alınmalıdır.
Bunun dışında, bahse konu sözleşmelerden hareketle self determinasyon, yani halkların kendi kaderlerini tayin hakkı olduğundan hareketle, dileyenin bağlı olduğu devletten kopma, oylama yapıp tek taraflı bağımsızlık ilanı hukuki dayanaktan yoksundur. Elbette Uluslararası Hukuk kurallarının gevşek olduğu, değişkenlik gösterdiği ve güçlü devletlerce oluşturulup dayatılan teamüllerle bazı devletlerin zor durumda bırakıldığı, egemenliklerine müdahale edildiği bir gerçektir. Her devletin toprak bütünlüğünü koruyup kollama ödevi ve toplumuna taahhüdü vardır. Bu taahhüt devlete; ülkenin içinden veya dışından, toprak bütünlüğüne ve ulusal güvenliğe gelebilecek tüm tehdit ve saldırılara karşı koyma, gerektiğinde kendini savunma hakkını vermekte ve vatandaşlarına karşı da bu yükümlülüğü yüklemektedir.
Toprak bütünlüğünün korunması ve ayrılma, bir kısmın bağımsızlaşması veya bir başka yerle birleşmesi gibi konularda nihai kararı devlet de veremez. Devletin işi; toplumsal mutabakatla kendisine verilen kamu kudretini kullanma yetkisini, ülkeyi, milleti ve bireyleri koruyup kollama ile sınırlıdır. Bunun dışında kalan tasarruflar, o ülkede yaşayan bütün topluma ait bir karardır ki, esas itibariyle toplumun birlikten yana olacağı ve ulus ruhunu zedeleyen hareketlerden de uzak duracağı tartışmasızdır. Devlet; temel hak ve hürriyetlere saygı göstererek, toplumu oluşturan bireylere eşit mesafede durarak ve en önemlisi de hukuku ve düzeni ayakta tutarak ulus ruhunu hissettirmeli, bu yolla birlikte yaşamanın önemini vurgulamalıdır.
Son söz;
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile Birinci Dünya Savaşı’nı kaybettiği ilan edilen Osmanlı İmparatorluğu’na, 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan ve 433 maddeden ibaret Sevr Barış Andlaşması dayatılmıştır. Sevr ile parçalanma sürecine sokulan Türk Milleti; Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının önderliğinde verdiği Kurtuluş Savaşı sonucunda, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan ve 143 maddeden ibaret Lozan Barış Andlaşması ve bu Andlaşma sonrasında 29 Ekim 1923 tarihinde kurulup ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile tekrar bütünleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tüm ilke ve esasları ile sapasağlam ayaktadır ve ayakta kalmaya da devam edecektir. Yabancı devletlerin işgaline karşı kendi kaderini tayin hakkını kullanan Türkiye halkı, bugün de bu haktan faydalanmaya bir bütün olarak devam etmelidir.
Prof. Dr. Ersan Şen
Stj. Av. Fatma Betül Bodur
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
-----------------------------------------------
[1] Bu hususta bkz. Nikaragua - ABD, Uluslararası Adalet Divanı Raporları 1986, s.4, par.182, 188, 209, Birleşik Krallık - Arnavutluk, Uluslararası Adalet Divanı Raporları 1949, s.4, par.35, Demokratik Kongo Cumhuriyeti - Uganda, Uluslararası Adalet Divanı Raporları 2005, s.168, par.21.
[2] BM Andlaşması, m.40.
[3] BM Andlaşması, m.39.
[4] BM Andlaşması, m.41.
[5] BM Andlaşması, m.42.
[6] Shaw, Malcolm, N., Peoples, Territorialism and Boundaries (Halklar, Ülkesellik ve Sınırlar), European Journal of International Law Cilt:3, s.483 (1997).
[7] Bu hususta bkz. örneğin, Nikaragua - ABD, par.188.
[8] Murswiek, Dietrich. The Issue of A Right of Secession-Reconsidered (Tekrar Ele Alınan Ayrılma Hakkı Sorunu) Kitap Bölümü Tomuschat, Christian, Modern Law of Self-Determination (Modern Kendi Kaderini Tayin Hukuku) Dordrecht: M. Nijhoff Publishers s.35 (1993).
[9] Cassese, Antonio. Self-determination of Peoples (Halkların Kendi Kaderini Tayini). Cambridge: Cambridge University Press, s.40 (1995).
[10] Ibid.
[11] Bu hususta bkz. BM Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu, Halkların Hakları Kapsamının Ek Olarak Araştırılmasında Uzmanlar Uluslararası Toplantısı, 27-30 Kasım 1989, Son Rapor ve Tavsiyeler (Belge Numarası: SHS-89/CONF.602/7), 22 Şubat 1990. Erişim Adresi: <http://unesdoc.unesco.org/images/0008/000851/085152eo.pdf>. Erişim Adresi: 02.08.2017.
[12] İkiz Yasalar Hazırlık Çalışmaları, BM Genel Kurulu’na BM Genel Sekreteri Tarafından Sunulan Taslak, Resmi Tutanaklar (Belge Numarası: U.N.Doc.A/2929), 10. Oturum, 01.07.1955. Erişim Adresi: <http://www.un.org/ga/search/viewm_doc.asp?symbol=A/2929>. Erişim Tarihi: 02.08.2017.
[13] Quebec’in Ayrılması ile İlgili Başvuru, Tavsiye Görüşü, 2 [1998] Kanada Yüksek Mahkemesi s.217, Özet Bölümü, s.221.
[14] Buchheit, Lee C., Secession: The Legitimacy of Self-Determination (Ayrılma: Kendi Kaderini Tayinin Meşruluğu), Westford: Yale University Press. s.94 (1978).
[15] Cassese, supra 9, s.124.